Geçen hafta Ankara’da bir kapalı spor salonunda düzenlenen törenle, Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkenin çeşitli yerlerindeki 99 hidroelektrik santralini (HES) işletmeye açtı. Uzunca bir süre HES’lere karşı mücadelede yeralan biri olarak, konu dikkatimi çekti ve tesislelerin toplu listesini aradım. Ne resmi kurumlarda, ne medyada ve ne de tören salonunda böyle bir liste görünmüyordu. Nitekim konuyu Yusuf Yavuz gibi gazeteci arkadaşlar da haberleştirmiş, ayrıca CHP Bursa Milletvekili Ceyhun İrgil bu konuda Orman ve Suişleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun yanıtlaması amacıyla TBMM’de bir soru önergesi vermişti. Daha önce örnekleri görüldüğü üzere, bazı açılışlar tekrarlanmış olabilirdi.
Ama zaten HES töreni bahane, asıl konu başkaydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasının önemli bölümünü akademisyenlerin imzaladığı bildiriye ayırdı. Bu konunun yanıtı yalnızca Türkiye’den değil, dünyanın birçok yerinden gelişmeleri endişeyle izleyenlerce verildiği için, biz üstünde durmayacağız. Yalnızca konun HES’lere bağlanışına dikkat çekeceğiz. Erdoğan şöyle dedi: “Bu barajların en büyük düşmanı hangi güruhtur biliyor musunuz? Bölücü terör örgütüdür ve onu destekleyen siyasetçiler, akademisyenlerdir.”
Devamında, ülkemizde elektrik elde etmek için akarsulardan yeterince yararlanılmadığına dikkat çekerek, ABD, Norveç, Japonya’da bu yararlanma oranının yüzde 80’lerin üstünde olduğuna işaret etti ve şunu söyledi: “Peki siz bu ülkelerde, HES yatırımlarından vazgeçilmesi için eylem yapıldığını duydunuz mu, gördünüz mü?”
Ardından kürsüye çıkan Orman ve Suişleri Bakanı Veysel Eroğlu son 13 yılda özel sektör tarafından 422 adet HES’in işletmeye alındığını belirterek, çevreciler için de şunları söyledi: “Kamuoyunda maalesef HES’lere karşı bir tepki var, bu yanlıştır. ’HES’ler suyu tüketiyor, özel sektör bu HES’lerin suyunu satın alıyor, parayla satacak’ gibi yanlış şeylerle halkı kandırıyorlar. Hatta ’HES’lerden çıkan su zehirlidir, bahçeleri tamamen yok edecek’ şeklinde intibalar var, bunlar yanlış. HES’ler çevrecidir.”
Elbette Sayın Eroğlu’nun bu sözleri üstünde durmak gerekmiyor. Çünkü ormanların yok edilmesine her karşı çıkıldığında, kendisi “kestiğimiz ağacın yerine ağaç dikiyoruz” diye yanıt vererek, yüzlerce yıllık ağaçlarla bir karışlık fidanları ve herhangi bir ağaç kesimiyle ormanın yok edilmesini eşdeğerde görüyor. Ormanın ağaçlar kadar sayısız hayvan ve bitkiyi de barındırdığını, toprağı ve suyu koruduğunu, iklimi ve havayı düzenlediğini düşünmüyor…
Bir başka konuşmacı ise, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’tı. Enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmak ve kaynak çeşitliliği yaratmak için tüm santrallerin yapılması gerektiğinden bahsetti. Ama petrol gereksiniminin yüzde 90’dan fazlasını dışarıdan alan bir ülkede neden ısrarla demiryolu yerine karayolu taşımacılığı yapıldığına değinmedi. Tüm komşu ülkelerin Birleşmiş Milletler tarafından 1982’de imzaya açılan “Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesini” benimsediğini ve Türkiye’nin bunun dışında kalarak Doğu Akdeniz’de ne gibi ekonomik kayıplara uğradığını açıklamadı. Çünkü Türkiye bu sözleşmeyi imzalamayarak, yakın komşularının açık denizlerde 200 mile kadar uzanan alanlarda doğal gaz ve petrol aramasını uzaktan seyreder duruma düşmüştü…
Türkiye, dünya’da en yaygın HES karşıtlığının yaşandığı ülkedir. Elbette bunun nedeni iki de bir söylenildiği gibi, HES karşıtlarının “yabancı enerji şirketlerinin” ya da “bölücü terör örgütünün” elemanı olmaları değildir. Başlıca neden, HES’lerin enerji üretmekten çok suyu şirketlere verme amacı taşımasıdır. “Kullanım hakkı” adı altında yalnızca yer üstündeki sular değil, bir havzaya düşen yağmur miktarıyla birlikte bütün yer altı suları da HES şirketlerine veriliyor. “Baraj” diyerek konu çarpıtılıyor ve hep, akarsular üzerine bent kurulduğu sanılıyor. Oysa yıl boyu yeterli suyu olmayan dereler üstüne kurulan yüzlerce HES, yeraltından su çekilerek çalıştırılıyor. Bunun için dağların içine galeriler (tüneller) açılıyor ve tıpkı bahçe kuyusundaki gibi buralarda su toplanarak tribün çevirecek miktara ulaşılıyor. Bu arada dağların, ormanların, yaylaların suları çekiliyor. Çevredeki küçük kaynaklar kuruyor. Her türlü HES’te toplanan sular, kilometreler boyu beton kanallar ve çelik borularla taşınarak, toprakla teması önleniyor. Böylece yağışlarla gelen sular toprağa sızamıyor ve ovalardaki yeraltı suları zamanla azalıyor. Bunun sonucu yüksek bölgeler çölleşirken, deniz seviyesine yakın ovalardaki taban suyu tuzlanıyor. Çünkü toprakta azalan tatlı suyun yerini, deniz suyu alıyor. Bu, Seyhan ve Ceyhan üzerindeki barajların Çukurova’da yol açtığı bir durum. HES’lerin daha başka yüzlerce zararı var, bazılarını sıralayalım:
Baraj gölleri çoğu zaman yanlış biçimde, doğal göllere benzetiliyor. Doğal göller binlerce yıllık sürecin ürünüdür. Bu yüzden barındırabilecekleri zararları, kendine kendilerine dengelemişlerdir. Doğada bir zarar bir faydayla ve bir fayda aşırıya kaçarak zarara dönüşmeyecek biçimde, her şey birbiriyle uyumludur. Oysa HES göletleri böyle değildir. Bir vadinin önüne bent dikerek dağların arasında kısa sürede oluşturulan bu göletler, bakteri, parazit ve sivrisinek yuvasıdır. Bu yüzden çevrelerine hastalık saçarlar. Çünkü zararlı canlıların sınırsızca üremesini engelleyecek düzenekten yoksundurlar. Ayrıca HES göletleri ve kanalları canlılar için ölüm tuzağı gibidir. Buralalrda çürüyen bitki ve hayvan kalıntılarından yayılan metan, ozon tabakasının delinmesine en çok katkıda bulunan gazdır. Ortalama bir baraj, ortalama bir kömür santralinden daha çok zararlı gaz üretir.
HES’lerin ömrü genellikle 50 yılı geçmez. Su hazneleri bu süre içinde alüvyonla dolar ve kullanılamaz hale gelir. Sanayileşmesini yıllar önce tamamlamış ülkelerde çok eskiden binlerce HES kurulmuş ve yenisinin yapılacağı akarsu kalmamıştır. Bu yüzden Norveç, ABD, Japonya gibi ülkelerde bizimkine benzer HES karşıtlığı yoktur ve tesislerin yıllar önce kurulmuş olması nedeniyle sulardan yararlanma kapasiteleri Türkiye’den yüksektir. Ama bu kâğıt üstünde böyledir. Çünkü bu ülkelerde, bugün ömrünü dolduran HES’lerden kurtulmanın çareleri aranıyor. Örneğin ABD uzun süreden beri doğal dengeyi bozduğu için HES’leri yıkıyor ve kamuoyu bu girişimi destekliyor.
Dünyada yıllık ortalama yağış miktarı 1000 mm. Türkiye’de bu miktar 643 mm. Dünya ortalamasının altında kalan ülkeler su yoksulu olarak tanımlanıyor. (Üstelik bu tanımı DSİ yapıyor.) Türkiye bu durumdadır. Bütün toprakları ve toplumsal yaşamı denetim altına almanın en kolay yolu, su kaynaklarını ele geçirmektir. Bu yüzden akarsuların kamudan alınıp özel şirketlere verilmesi ve tüm akarsuların HES için kullanılacağının söylenmesi akıl kârı değildir. “Satmıyoruz, yalnızca kullanım hakkını devrediyoruz” demek, yurttaşı ahmak yerine koymaktır. Bir şeyi kim kullanıyorsa, onun malıdır. Üstelik bu işlerle uğraşan şirketler yerli filan değil, uluslararası piyasanın parçasıdırlar. Bunların her türlü faaliyetini “yerli” olarak tanımlamanın ve bu tür projelere karşı çıkanları “mandacı” diye nitelendirmenin ne kadar anlamlı olduğu ortadadır. Ülkemizde bütün akarsuların üstüne HES yapılsa bile, bunun toplam enerji gereksinimimiz içindeki payı yüzde 5 düzeyini aşmaz. Oysa kayıp ve kaçak elektrik oranı hala yüzde 15 dolayındadır. Yıllardır plansız ve programsız yönetiliyor oluşumuz yüzenden enerji gereksiniminden değil, ancak enerji savurganlığından bahsedebiliriz. Buna karşı çıkmak, ülkeyi, toplumu ve geleceğini düşünen her yurttaşın görevidir. Su hayattır, satılamaz!