Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı ilk olarak 2003 yılında Biyoçeşitlilik ve Doğa Koruma Kanunu Tasarısı adıyla gündeme geldi. Yürürlükteki doğa ve biyolojik çeşitliliği koruma amaçlı pek çok mevzuatın birbiriyle çeliştiği, bunu gidermek üzere bir çerçeve yasa çıkarılması zorunluluğundan bahisle çalışmalara başlandı. İlgili kesimlerin görüşü alındı. Ancak sonrasında uzun bir bekleme sürecine girildi.
Kanun tasarısı bir yanda beklerken diğer yanda ülkemizdeki enerji açığından bahisle akarsularımız üzerinde binlerce hidroelektrik santral (HES) yapımı gündeme geldi. AKP hükümetinin yapmakta son derece kararlı ve istekli olduğu birçok HES, sit alanında yer aldıklarından yapımları mahkeme kararlarıyla durduruldu.
Bu konuda bardağı taşıran son damla, Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun üzerinde 22 HES inşa edilecek Rize’nin İkizdere Vadisi’ni Doğal Sit alanı ilan etmesi oldu. Başbakan bu kararı “Önümüzü kesiyorlar” şeklinde yorumladı. Haftasında da bu konuda görevini yapan kurumların yetkilerini Çevre ve Orman Bakanlığı’na aktaran Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı 25.10.2010 tarihi itibarıyla Başbakanlık’tan TBMM’ye gönderildi.
Tasarının genel gerekçesinde tabiatı koruma konusunda taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerdeki tanımların esas alındığı belirtilmektedir. Ancak, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, canlı organizmalar yanında ekosistem çeşitliliğini de biyolojik çeşitliliğin bir unsuru kabul etmesine karşın, tasarı, ekosistem çeşitliliğini ikinci plana itmiştir. Bu da canlıların yaşam alanlarını kapsam dışına çıkaran ve onları hiçe sayan bir anlayış anlamına gelmektedir.
Tasarının genel gerekçe bölümünde yer alan “Tabiatın ve tabii kaynakların korunması ile ilgili mevcut düzenlemeler, gerçek ihtiyaçlara ve günümüz koşullarına uygun uygulamalara imkan sağlayamamaktadır.” ifadesi niyeti açıkça ortaya koymaktadır. Bu ifadeden de net bir şekilde anlıyoruz ki, bu kanun ile kimi yatırımların ve uygulamaların önünde engel oluşturan mevzuat kaldırılarak, şirketlerin ve doğa tahribatının önü açılacak.
Tasarının genel gerekçesinde yöre insanının desteği alınmadığı için koruma alanlarında yeterli korumanın sağlanamadığı gibi önemli bir tespit yer alırken, kanun tasarısının hiçbir maddesinde bu konuda atılmış bir adım görülmemektedir. Anayasa’nın 56. maddesinde “Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.” hükmü yer almaktadır. Bu haliyle tasarı, Anayasa ile uyum göstermemektedir.
Genel gerekçede yer alan tabiatı koruma konusunda farklı kurumların yetkili olmasının yetki karmaşasına ve korumada güçlükler yaşanmasına neden olduğu ifadesi doğru değildir. Ülkemizde yerinde koruma alanı olarak tanımlanmış alanların yaklaşık %86’sı Çevre ve Orman Bakanlığı’nın kontrolündedir. Özellikle biyoçeşitlilik koruması açısından tüm koruma yetkisi bu bakanlık tarafından yürütülmektedir. Sadece doğal sit alanları ile doğal varlıklar Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kontrolündedir. Peki asıl dert nedir? Korunan bu alanlarla ilgili olarak en çok sorun ve sıkıntı yaşayan Çevre ve Orman Bakanlığı’na yetkinin geçmesi AKP’nin doğa tahribatı yaratan yatırımlar konusunda elini hayli rahatlatacaktır.
Tasarının amaç kısmında özetle “doğal varlıkları koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliği” tabiri kullanılmaktadır. Bu durumda asıl amaç doğal varlıkları korumak mı yoksa kullanmak mı? Tasarının tümüne ve AKP’nin liberal politikalarına baktığımızda asıl amacın doğayı korumak olmadığı açıktır.
Tasarıda vali yardımcısının başkanlığında oluşturulacak mahalli biyolojik çeşitlilik kurulları, il bazında yapılan bir örgütlenmeyi tanımlamaktadır. Oysa Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, ekosistem yaklaşımı prensibi çerçevesinde il ya da ülke sınırını değil, ekosistem sınırlarını baz alır. Aynı ekosistemi paylaşan farklı illerin kurullarının koruma ve kullanma adına birbirleriyle uyumsuz olarak alabilecekleri kararlar biyoçeşitliliğin tahribine yol açacaktır.
Tasarının en kritik noktalarından biri, mutlak koruma bölgelerinde ülke düzeyinde üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren kullanma izni, intifa ve irtifak hakkının Bakanlar Kurulu Kararı ile verilebileceğidir. Kamu yararının tespitini şu anda yargı araştırarak vermekle birlikte siyasi veya kişisel bir amaç güdülmesi halinde işlemin iptaline karar verilir. Tasarı bu haliyle tabiatın korunmasını siyasi iktidarın istek ve iradesine bırakmaktadır.
Tasarıda bitki ve hayvan türleri ile genetik kaynakların yerinde korunmaları için yabancı tür girişini önlemek amacıyla Çevre ve Orman Bakanlığı’nın alacağı ve aldıracağı tedbirler sayılmıştır. Buna göre korunan alanlar ile koruma alanlarına yabancı ve yayılımcı türlerin girmesi ve yayılması önlenirken, bu alanların dışındaki alanlara söz konusu türlerin girişine Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulunca izin verilecek olması doğa ve biyolojik çeşitlilik açısından son derece sakıncalıdır.
Mevzuatlarımızdaki “kirleten öder” mantığıyla suların kirlenmesi önlenemediği halde söz konusu tasarı da koruma alanlarına, mutlak koruma alanlarına ve habitata zarar vermeyi suç değil, bir kabahat olarak değerlendirmekte ve para cezası ile cezalandırmaktadır. Bu anlayışla korumanın sağlanamayacağı açıktır. Tahribatı yaratan kamu kurumu ise ne olacak? Habitat resterasyonunun son derece pahalı ve zaman gerektiren işler olduğu düşünüldüğünde verilecek para cezası ne olursa olsun son derece yetersiz olacağı tartışmasız bir gerçektir.
Tasarıyla doğal sit, milli park, tabiatı koruma alanı, tabiat anıtları gibi hassas alanlarımız yatırım alanlarına çevrilmekte, kültür varlıkları korunmamaktadır. Bu alanların korunması ve tespiti için Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu oluşturulacaktır. 20 kişilik bu kurulun 14’ü hükümet tarafından atanacak bürokratlardan oluşmaktadır. Kurulun bürokrat olmayan 2 sivil toplum kuruluşu üyesini yine Bakanlık kendi seçerken 4 akademisyenin nasıl seçileceği belirtilmemiştir. Bu durum korunan alanların tamamının bağımsız kurullar yerine siyasi iktidarın denetimine gireceği anlamına gelmektedir. Bu şekilde hükümete bağlı bir kuruldan bilimsellik ve objektiflik beklemek saflık derecesinde iyi niyet olacaktır. Üyeleri arasında DSİ, Maden İşleri Genel Müdürlüğü ve Enerji İşleri Genel Müdürlüğü gibi kurumların olması, kuruldan doğa koruma yönünde değil, yatırımcıların çıkarları yönünde kararların çıkacağını göstermektedir.
Bu haliyle tasarı;
AB doğa koruma mevzuatını karşılamamaktadır.
Özellikle korunan alanlarla ilgili karar mekanizmalarında katılımcılıktan uzak, tamamıyla kamu (dolayısıyla siyasi iktidar) iradesinde bir süreç istendiğini açıkça göstermektedir.
Korumadan çok kullanım ön planda tutulmuştur.
Gelişme planları ve her ölçekteki planlama kararlarını koruma alanları ve onların statülerinin belirlemesi gerekirken, bunun tam tersi tasarıda yer almıştır. Diğer bir deyişle, koruma alanları kalkınma planlarına kurban edilmiştir.
Tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunması ancak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı’nın geri çekilmesi ile mümkün olacaktır.
Çağımızın ve taraf olduğumuz pek çok çevre koruma konulu uluslar arası düzenlemelerin ruhuna aykırı olan bu tasarı katılımcı bir yaklaşımla tekrar ele alınmalıdır.
* ZMO İstanbul Şube Başkan