Elimdeki kitap Nevzat Evrim Önal’ın* “Anadolu Tarımının 150 yıllık öyküsü”. Aslında bir doktora tezi, daha sonra üzerinde düzeltme ve güncelleme yapılarak kitap haline getirilmiş. Sunuşu ise Korkut Boratav yapmış. Boratav kitap için “sadece yüz elli yıllık tarımsal dönüşüme değil, Türkiye’nin sosyal tarihine de aydınlatıcı açılımlar getiren önemli bir çalışmadır” diyor.
Kitap Prof.Dr. Türkel Minibaş’a ithaf edilmiş.**
Önal, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle demiş:
“Ben bu çalışmayı (hem kitaba temel teşkil eden doktora tezimi, hem de kitabın kendisini) iki amaçla yürüttüm. Bunlardan birincisi Marksist-Leninist teori ve ideolojinin tarıma yönelik tezlerinin Türkiye özelinde bir kez daha yeniden üretilmesiydi. Bunun bugüne dek yeterli derinlikte yapıldığını düşünmüyorum. İkincisi ise, tarım kesiminin sorunlarını ve bunlara yönelik ekonomik ve siyasi tartışmaları ülkenin olmasa da sol siyasetin gündemine bir kez daha sokmaktı. Sonuçlarını göreceğiz….
Köylülüğün çözülüyor, topraktan kopuyor ve işçileşiyor olması kapitalist üretim biçiminin tarıma yönelik doğal bir sonucu ve bize düşen bunu geriletmek için değil, bu işçileşme sürecinden açığa çıkan sınıfsal enerjiyi devrimci bir hatta doğru örgütlemek olmalı.”www.Sol.org
Kitapta ise şöyle bir vaatte bulunuyor Önal:
“Ben kitabın bu bölümünde, Marksizm-Leninizmin temel metinlerinden yola çıkarak ‘Tarım Sorunu”nun teorik çerçevesini sunmaya çalışacağım. Böylelikle, hem kitabın geri kalanında inceleyeceğim Anadolu tarımının kapitalist dönüşümüne hangi perspektiften bakacağımı; hem de daha genel anlamda Marksizmin tarım ve köylülük konularında nasıl bir bakışa sahip olduğunu göstermeye çalışacağım”.Sy 20
Öncelikle dil ve imla konusunda önemli sorunları var kitabın, bu konuda herkesin yeterli olması düşünülemez, ama “editörlük denilen müessese ne iş yapar” demek de okurun hakkı. Kitaptan uzun alıntılar yaparak sıkıcı olmamak için alıntıları az tuttum ama ancak bu kadar becerebildim.
Analiz yapılırken, sunulan fikirlerin genel bir evrensel gerçekliği varmışçasına hareket edilmiş. Böyle olunca da kitap, baştan sona bir “vaaz” haline gelmiş. Bu doğru bir yöntem değil. Böyle yazılınca, yazılanların her zaman ve her yerde doğruluğu kuşkulu hale geliyor.
Son derece eklektik, düzensiz, bir paragrafta söylenenle diğer paragrafta söylenen arasında derin tezatlar bulunan bir metin. Yazar, Türkiye dışında herhangi bir ülkenin tarımsal yapısı hakkında en ufak bir bilgiye sahip değil anlaşılan. Marx ve Engels’ten çokça alıntı yapmak tahlilin Marksist olduğuna delil değil elbette.
Şu cümleye ne buyrulur “Kapitalizm öncesi toplum, tarımsal üretimden artık ürün elde edemediği noktada tarım dışı bütün faaliyetlerden vazgeçmek zorunda kalır.” Bundan ne anlamamız gerekiyor? Kapitalist toplumda “tarımsız” bir yaşam mümkün mü?
Anadolu tarımına kapitalizmin girişi anlatılırken hiçbir yaratıcılık ve yenilik yok, verdiği yetersiz ve birbiriyle çelişkili örneklerle konu iyice anlaşılmaz hale geliyor.
Sınıf analizi yok. Toprak mülkiyeti meselesine girilmemiş.
Şu paragraftan ne anlaşılıyor?
“Öte yandan, kapitalist dünya ile bu ilişkileri kuramamış bölgelerde kapitalizme ait üretim ve mülkiyet ilişkileri oluşmamıştı ve kapitalizm öncesi toplumsal ilişkiler baskındı.
Osmanlı’nın tam olarak sömürgeleşmemesi ve tarımsal üretimin piyasa yöntemleriyle dönüştürülmüş olması, devasa tarım işletmeleri, tek ürüne dayalı uzmanlaşma ve büyük bir topraksız nüfus oluşmasına neden olmamıştı. Topraksızlaşma dinamikleri kuşkusuz harekete geçmişti, ancak büyük toprak sahipleriyle yoksul köylülük arasındaki ilişki, köylünün topraksızlaşıp kır işçisine dönüşmesinden çok, kendi toprağında kendisini geçindirmeye yetmeyen bir üretim yapıp emeğini satmak zorunda kalması biçimindeydi.
”
Bu cümleye bakarak soralım: Osmanlı’da toprak kimindi?, Üretim ve paylaşım neye göre yapılıyordu? Emperyalizm, Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl girdi? Osmanlı sömürge miydi? Osmanlı, geri miydi?, geri mi kalmıştı ? geri mi bırakılmıştı, geri mi bıraktırılmıştı?
Genç kuşağa komik gelebilir bu ifadeler ama Türkiye’de son 50 yıldır hep bunları tartıştık, bu nedenle en azından ben bu sorulara cevap arıyorum ama nafile.
İdris Küçükömer, Sancer Divitçioğlu, Stefanos Yerasimos, Muzaffer Erdost, Mustafa Sönmez vd. arasında çok ciddi bir biçimde yürütülen “Osmanlı ATÜT mü Feodal miydi?”, “Osmanlı’nın sömürgeleşmesi”, “Türkiye’nin yeni sömürgeleşmesi” gibi başlıklar altında yürütülen tartışmalara hiç değinilmemesi tuhaf. Bu teorik referanslara kabul ya da red düzleminde bile yer verilmemiş.
İsmi verilmeden bu fikirlerden amaca uygun olanlar, keyfi bir biçimde bir araya getirilmiş.
Ne bileyim mesela Osmanlı’da köylü nasıl bir sınıfsal profil çiziyordu?
Maalesef bunu da öğrenmeden Osmanlı dönemini kapatıyoruz.
***
Cumhuriyet Dönemi “Burjuva devrimi ve kuruluş döneminde tarım” başlığı altında ele alınmış. Bir umut bu dönemi okuyoruz: Tartışma toprak reformu tartışması. “Hah” diyoruz “şimdi işin özünü öğreneceğiz” ama ne o:
”Günümüzdeki ulusalcı sol düşünceye denk düşen Doğan Avcıoğlu, toprak reformunun ilerici Kemalist kadrolar tarafından gerçekleştirilen ve gerici toprak sahipleri karşısında başarısızlığa uğrayan devrimci bir deneme olduğunu savunurken; günümüzde liberal sol düşünceye denk düşen Çağlar Keyder ise toprak reformunun CHP içindeki büyük toprak sahiplerinden oluşan muhalefeti baskılamak için kullanılan siyasi bir manivela olduğunu savunmaktadır”
Bu paragraf bize neyi anlatıyor? Yani toprak reformu olmuş mu olmamış mı? Olmadığı konusunda ortaklaşırsak, bizim bu konuda nasıl bir fikre sahip olmamız gerekiyor? Ulusalcıysak Avcıoğlu gibi, liberalsek Keyder gibi düşünmemiz gerekiyor sanırım. Başka bir seçeneğimiz yok bu durumda.
Gene sınıf ilişkileri net değil.
Ayrıca kapitalist sistemin dünya genelindeki yönelimleriyle Türkiye deki yansımaları arasında sağlam bir ilişki kurulmamış.
Şiddetlenen sınıf mücadelesi ve planlı kalkınma çabaları:
Bu bölümde beklentilerimizi düşük tutmayı öğrenmiş olsak da 27 Mayıs 1960 , 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 ile bunlara zemin olan konulara hiç değinilmemiş olması “bu kadarı da olmaz” dedirtiyor insana.
Dünyada olup bitenlerden her nasılsa şimdi bahsediliyor:
“Vietnam devrimi, bir yandan içerdiği köylü dinamiği, diğer yandan da bu dinamiği Çin deneyiminin aksine Marksist-Leninist bir doğrultuda harekete geçirmesi açısından büyük önem taşıyordu.
…
Diğer yandan Vietnam, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti aradaki ayrımın da ortasında duruyordu. Öyle ki, Çin Halk Cumhuriyeti, savaşın en şiddetli dönemi olan 1968 yılında Vietnam’ın Sovyetler Birliği ile diplomatik ilişkisini kesmesini istemiş, reddedilince de Vietnam’a verdiği desteği geri çekmiş ve Kızıl Kmer hareketini desteklemeye başlamıştı. 1972’de ABD Başkanı Nixon ile Mao arasındaki önemli görüşmenin ardından süreç daha da hızlanmış, 1975’te Kamboçya’da iktidarı alan ve Vietnam ile savaşa tutuşan sapkın Kızıl Kmer hareketi 1979’da Vietnam tarafından devrildikten sonra Çin Halk Cumhuriyeti, Vietnam’a yönelik kısa süreli bir işgal dahi gerçekleştirmişti.
…
Emperyalizm Vietnam’da yenildi, ancak süreçten küçük köylülüğe ve tarımsal dönüşüme dair önemli dersler çıkarttı
” (koyu yerler bana ait)
ÇKP-SBKP arasındaki meselelerle ilgili tüm bilgiler, olup bitenler ortadayken bariz bir yalana başvurulması nasıl bir ruh halidir? Çin-Maoculuk üzerinden “köylücülüğe” amiyane tabirle “çakma” çabası da ne ola? Buradaki yalanlarla ilgili bir cümle bile yazmaya gerek duymuyorum.
Alttaki paragraf okununca bütün bunların nedeni anlaşılıyor:
“Solcu gençlik içinde köylere yönelik bu heyecan, 1971 muhtırasının ardından acı biçimde son buldu. Yoksul köylülüğün devrimci bir kitle olarak harekete geçirilme çabası tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Heyecan, samimiyet ve eylemliliğin teorik/ideolojik netlikten çok önde gittiği birkaç yılın ardından 1972-1973 yıllarında dönemin gençlik önderlerinin hemen hepsi devlet tarafından katledildi. Bu yenilgi, dönemin sol öznelerinin bir toplumsal dinamik olarak köylülüğe olan inanç ve güvenini de ciddi biçimde sarstı. Sanayi proletaryası içinde örgütlenen DİSK’in gücünün 1970’lerin ortasından itibaren diğer tüm toplumsal dinamiklere baskın gelen bir hal kazanmasıyla da köylü dinamiği Türkiye solunun gündeminden büyük ölçüde çıktı.”
Yani “heyecanlı, samimi ve eylemciydiler” diyor, “kafaları çalışmazdı, cahildiler” demeye getiriyor.
Burada yazılanlar doğru mu?
Böyle mi gelişmişti olaylar? Son 40 yılın bu denli yalınkat, öznel bir değerlendirmesi, çalakalem nasıl olup da yazılabiliyor?
Metin Çulhaoğlu’nun 40 yıllık nefesi hissediliyor.
THKP-C ve Dev-Genç’in o dönem ciddi köylü eylemlerini, toprak işgallerini, köylü mitinglerini örgütlemiş oldukları nasıl olup da göz ardı ediliyor? Hala ve hala 1971 yenilgisinin nedenlerini tartışmak durumunda mıyız? Bu defter, o dönem benzer lafları edenlerin utanç içinde kaçışmaları ile kapanmamış mıydı?
Darbe sonrası neoliberal saldırı:
Evet gelelim 12 Eylül 1980 ve 24 Ocak 1980’e. Bununla ilgili artık bütün iktisatçıların amentüsü olan birtakım yavanlıklar gevelendikten sonra neoliberalizm anlatılıyor. Fakat arada bir ifadeye dikkat çekmek isterim:“12 eylül 1980 den sonra gelen istibdat yılları.”(?)
Nedir istibdat? Faşizm mi? Askeri diktatörlük mü? O zamanki SBKP’nin dediği gibi “askersel devirme” mi?
Bu bölümde de yeni bir şey yok. Birçok kitapta, hatta bazı dergi makalelerinde rahatlıkla bulabileceğiniz, genel geçer değerlendirmeler.
Emperyalizmin gözetiminde tarım ve köylülüğün tasfiyesi:
Bu bölüm 1999 sonrası dönemi ele alıyor. Özellikle Necdet Oral’ın “Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar” kitabının seçmeci ve kötü bir özeti bu bölüm.
Evet “altın vuruş”a geldik sanırım, sabrınıza sığınıyor ve alttaki uzun alıntıyı okumanızı rica ediyorum:
“Özetle, Türkiye’nin devrimci süreçlerinde işçi sındından bağımsız bir köylülük hareketlenmesi hiçbir zaman düşünülemezdi. Bugün ise herhangi bir toplumsal sürecin taşıyıcısı olabilecek bir köylülük kalmamıştır. Geriye kalan küçük toplam, kapitalizmin onlara bıraktığı yaşam alanında var olmaya devam etmekte, bu yaşam alanı da her geçen gün daralmaktadır. Dolayısıyla; altın madenlerine, hidroelektrik santrallerine ya da düşük açıklanan fındık fiyatlarına karşı eylem yapan köylülüğe bakıp bu eylemlerin devrim mücadelesine, burjuva diktatörlüğünün muhtelif halk düşmanı yönlerini teşhir etmenin ötesinde bir katkı sağlamasını beklemek hayalperestliktir.
Benzer biçimde; Latin Amerika’daki topraksız köylü hareketlerine bakıp ‘bizde de olsa ne güzel olur’ demenin de bir karşılığı yoktur Türkiye’nin topraksız köylü dinamiği Kürt hareketi tarafından kullanılmış ve tüketilmiştir. Türkiye kapitalizminden Kürt halkının payına düşen sefalet artık kırda topraksızlık olarak değil, kent varoşlarında işsizlik olarak yaşanmaktadır.
Yine benzer biçimde, endüstriyel tarım ya da genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünler karşısında verilecek mücadele de, şebeke suyundan, solunan havaya kadar her şeyin sağlıksız olduğu; hayatın her saniyesinin sağlıksızlık içinde yaşandığı bir toplumda kendi başına bir şey ifade etmemektedir. Böyle bir mücadele, ancak öznesi işçi sınıfı olarak tarif edilen antiemperyalist bir hatta eklemlenerek, bu hattın güçlendirilmesine hizmet ederek anlam kazanır. Aksi takdirde, daha sağlıklı olduğu için endüstriyel tarıma karşı organik tarımı savunmak; süpermarkete karşı kahraman bakkalı, büyük sermayenin karşısında küçük burjuvaziyi savunmaktır. Bu da bir çeşit tekelleşme karşıtı mücadeledir ve kapitalizmin kaçınılmaz sonucunun tekeller ve emperyalizm, nihai çözümünün de devrim ve sosyalizm olduğunu bilen, bu doğrultuda işçi sınıfının iktidarını arayan devrimcilerin işi değildir.
….
İkincisi, büyük sermayenin tarıma girmesi tarımda işçileşmeyi hızlandıracak ve yaygınlaştıracaktır ki, bu da işçi sınıfının iktidarı için mücadele edenler açısından tarım kesiminde yeni örgütlenme olanakları doğuracaktır.
…
. Bu konum kazanılmadan önce küçük mülk sahibi köylülüğü örgütlemeye yönelik çabalar; ülke gündemini etkileyen kimi tekil örnekler dışında faydasız; bu örneklerde de enerjinin dikkatli kullanılmasını gerektiren, kaypak bir zeminde yürütülen çalışmalar olacaktır.”
Sy 193-195
Evet böylelikle “racon” kesilmiş oluyor. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu mensubu olarak bana haddimi bildirmiş oluyor. Öyle ya arkadaşımız “diyalektiğin”, Marksizmin ve Leninizmin mütehassısı olduğuna göre benim de yaptığım işin “kaypak”lık olduğu iddiasını sineye çekmem gerekiyor.
Yani biz boş işlerle uğraşıyoruz (!)
Burada sözü Boratav’a bırakalım:
“Köylü tarımı ve kapitalizm sentezinin, hem durağan, hem de dinamik türlerinin varolabileceğini hem kuram, hem de olgular düzeyinde saptamak mümkündür. Durağan, «azgelişmiş» örnekler, sayılamayacak kadar çoktur. Yaygın küçük üreticiliğe dayanan Türkiye tarımı ise (başka bazı Üçüncü Dünya ülkelerinin yanısıra) son 30 yıldır bu yapı içinde dinamik bir gelişmenin de mümkün olabileceğini gösteren bir örnektir. «Dinamik» sentezlerin en ileri örnekleri, şüphesiz, aile çiftçiliği yapısını korumuş Batı ülkelerinde gözleniyor. Burada bir Fransız yazarının saptamasıyla, hem teknisyen, hem biyolog, hem kimyager nitelikleri taşıyan; ara-mal tüketimini sürekli yükselterek olağanüstü verim artışlarını gerçekleştiren; ancak, sürekli borçlanma ve büyük ticaret sermayesine bağlanma yüzünden net gelir artış hızı sınırlı kalan; daima tasfiye tehlikesinin eşiğinde yaşayan «yeni köylüler» sözkonusudur.” Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm, Birikim Yayınları 1981, Sy.183
Kitabın yazarı, Boratav’dan aktardığım bu metin hakkında ne düşünür acaba?
Buraya Çiftçi-Sen tarafından hazırlanan “Tarım Açmazı” broşüründen uzun bir alıntı koyuyorum. (tıklayınız)
Oya Köymen şöyle diyor : “Marx’a göre, Rus komünlerinin [tarımsal köy komünü-HCY] çağdaş kapitalist sistemle aynı zaman diliminde bulunması nedeniyle, kapitalizmin ürkütücü felaketleri yaşanmadan, modern teknolojiler ithal edilerek olumlu gelişmelerin gerçekleşmesi, en azından teorik olarak bir olasılıktı. Batı gibi Rusya da makineleri, demiryollarını kullanmak zorunda kaldı ve bunun için mühendislik sanayisinin uzun bir kuluçka dönemi geçirmesi gerekmedi. Batı’nın yüzyıllarını alan bankacılık sistemini de hemen kurdular. Eğer, serfliğin kaldırılışı sırasında kırsal komünler, vergi yükleri hafifletilip, canlandırılabilseydi, kimse komünün yok olmasından ‘tarihsel kaçınılmazlık’ olarak bahsedemezdi. Değişik tarihsel koşullarda ya da komünal mülkiyet galip gelebilirdi.” Kapitalizm ve Köylülük, s.60, abç
Köylülerin muhafazakarlığı ise bir önyargıdır. Açlık ve yoksulluk bütün muhafazakarlığın kaynağı olduğu gibi aynı muhafazakarlığın parçalayıcısı, katlizatörüdür. Kitabın yazarına Çin devimini, MST’yi filan beğendiremeyeceğiz ama, köylülük en “proleter” devrim olan 1917 Devriminde dahi tayin edici bir nitelikteydi.
“Sosyal adalete, ekolojik sürdürebilirliğe, köylü kültürü ve ekonomisine saygı ilkeleri üzerine alternatif bir tarım modeli büyük tarım ve gıda şirketlerinin kendilerini kalkındırmaya endeksledikleri kalkınma politikalarına karşı daha güçlü bir görüş.” Abdullah Aysu, Küresel Kriz ve Gıda, www.karasaban.net
Evet artık yüzyıl öncesinde yaşamıyoruz, yaşanmış onca şeye, biriktirilmiş onca deneyime rağmen hala aynı boş sözleri yinelemenin ne anlamı var.?
İşin siyasal “özne” yönüne gelince bu konuda sanırım bizi en iyi MST lideri Stedile anlatıyor:
“Komünist partilerin 3. Enternasyonal deneyimleriyle ilgili olarak geliştirilen, bir tür otokritik ve hükümet ile taban arasında bir transmisyon görevi yürütme politikasının devam ettirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Günümüzde solda, sosyal hareketlerin siyasi partiler ve hükümetlerden bağımsız olması gerektiği düşüncesi gelişti. Bu otonominin korunması gerektiği ve bunun sosyal hareketlerin hayatta kalabilmesinin bir koşulu olduğu kanısındayım. Bu otonomi, sosyal hareketlerin hükümetlerle bağımsız bir ilişki içerisinde olmasını, onlarla dialog kurup baskı unsuru oluşturabilmelerini sağlıyor. Ve aynı zamanda, hükümette bulunan sol partiler ya da sol hükümetlerle, politik-ideolojik kapsamda ortak kimlikler kurabiliyoruz. “ Pedro Sedile,
Kitap neyi anlatıyor??? Hayal kırıklığı, o kadar vaade karşılık.
Kitap ne isminde, ne sunuşundaki tumturaklı vaatlerini yerine getiremiyor, bizleri hayal kırıklığına uğratıyor. Geçmişle kurulan ilişkide bir keyfilik gözleniyor. Çok şey anlatılmak istenince hiçbir şey anlatılamıyor. Verilen örnekler, dayanılan referanslar; çıkarılan sonuçların tam tersini söylemek için de ortaya konabilir.
Bütün kitap en son birkaç sayfaya konulan 10 maddelik programa (tıklayınız) zemin teşkil etmesi için alelacele karalanmış.
Bu programa ayrıca bir eleştiri yazmanın sanırım anlamı yok.
Gökhan Günaydın’ın (tıklayınız) sorduğu soruyu ve cevabını okumak gerekiyor “Köylülük gericilik midir?”
Evet tartışmak gerekli, ama 50 yıl önce bitmiş tartışmaları temcit pilavı gibi tekrar ısıtıp ortaya koymanın gelişimin önünde bir engel olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Yüz elli yıl anlatılıyor, ama elli yıldır söylenenler tekrarlanarak.
Asıl muhafazakarlık ve gericilik budur.
* Öğr. Gör. Dr, Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu
**Prof. Türkel Minibaş ölümünden birkaç yıl önce Ayvalık’ta CUMOK tarafından düzenlenen bir toplantıda, Cumhuriyet Gazetesi’nin Cargill’le ilgili yazılarını sansür ettiğini söylemişti. Kendisine tepki olarak ne yapacağını sorduğumuzda ise zemini kaybetmek istemediğini ifade etmişti.
Kitap Türkel Minibaş’a ithaf edilince bu olayı anımsatmak gereği hissettim.
2 Yorumlar
Bilge
Sayın Yazar,
Eleştiri yazınızı ilgiyle okudum. Kitabın eksiklikleri hakkında sizinle aynı fikirdeyim. Ancak yanlış olduğunu belirttiğiniz kısımlara eleştiri getirirken doğru bellediğinizi ifade etmeniz, eleştiri başlığına yakışan önemli bir unsurdur. Hatta beklenen lafi olmaktan ziyade “yalan” olmakla itham ettiğiniz bilgilere ilişkin “doğru” savınızı kanıtlarla göstermenizdir. Bunu yapmamışken okurun eleştirinizin bu kısmından fayda sağlaması ya da dikkate alması pek mümkün gözükmüyor. Küçücük bir örnekle Kızıl Khmerlerin sapkın olma durumuna itirazınızı belli eder biçimde neden koyultarak dikkat çektiğinizi anlayamadım, eleştirinizin ne olduğunu da. Eleştirinizi dağınık bulduğumu da belirtmeliyim.
Eleştiriye konu olan kitabın dilinin ve üslubunun ise gerçekten özensiz olduğunu, içerik itibariyle “vaat”lerine yalaşamadığını üzülerek belirtmek isterim. Umarım, yazar, bir sonraki baskı için konuyu, tezde başarılı olma baskısından sıyrılarak, kitabın ve başlığın gerektirdiği içeriğe uygun biçimde baştan ele alarak bu eksiklik ve yetersizliklerini giderir.
Saygılar…
Hasan Cengiz Yazar
Sayın Bilge, yorumunuza teşekkür ederim. Benim yazı bir çok açıdan “elli yıllık hesaplar” yazısı olduğundan, birçok başlık ve ifade son elli yıldır yapılan ve (bence) bitmiş tartışmaların başlıklarıydı. Yazımda bunları yalnızca ima ettim. Mesela Kızıl Khemerler konusu da onlardan birisidir: SBKP o yıllarda kendi siyasal çizgisine uymayan ama sosyalist olduğunu söyleyen her kesime, biraz da dini çağrışımlar yaratan bu “sapkın” damgasını vururdu. Bu ifade eleştirdiğim kitabın yazarının kendi fikri değil o çok açık. Sanırım kitabın yazarı o döneme ilişkin, tek yönlü ve kulaktan dolma bir takım bilgilerle kaleme almış bu ve benzeri bölümleri.
Eğer Kızıl Khmerler’le ilgili benim düşüncemi soruyorsanız, elbette bu hareketi onaylamam söz konusu değil. Ama bu en azından beni kurtarmıyor, sosyalizmin son yüz yıllık pratiği içinde her doğru ve yanlışın, benim de doğrularım ve yanlışlarım olduğu fikrindeyim. Bu konuda en azından kitabın yazarı gibi keyfi davranmıyorum. İyi olunca sahiplenmek, kötü olunca reddetmek tutarlı bir tavır değildir; “İyi yönünü alalım, kötü yönünü atalım” tutarlı bir bir yöntem değildir. Mesele konuyu bütünlüğü içinde ele almak, hatalardan ders çıkarmaktır.
Bugün hepimize sevimli gelen, MST veya EZLN hareketleri dahi, bir hata zincirleri sonunda Kızıl Khemerler’e dönüşebilirler.
Selamlar.