Haber :Ekin Kurtiç-Bir bahar gününde daha dolu dolu üç saatimizi Gıda Egemenliği ile geçirdik. Bu yıl 17 Nisan’ı, La Via Campesina üyesi çiftçilerin sesini duyarak, Nyeleni Avrupa Gıda Egemenliği Forumu’ndan görüntülerle, farklı bölgelerden gelen çiftçi dostlarımızdan dinlediğimiz hikayelerle ve kentle kırın farklı bir ilişkilenme örneği olan üretici ve tüketici kooperatiflerini ve katılımcı sertifikasyonu konuşarak kutladık. Tabii Gıda Egemenliği’nin temel taşlarından biri olan “yemek yeme”yi unutmadık! Etkinlik sonunda Boğaziçi Üniversitesi Tüketim Kooperatifi’nden (BÜKOOP) gelen ürünlerle karnımızı doyurduk. Kars çeçil peynirinden yapılmış pide, kendi mayaladığımız sütten yapılmış ayran, doğal kuru meyveler ve çay günün sonundaki ödül gibiydi.
Gün boyunca yapılan tüm konuşmalar, sohbetler ve yenilen yemekler “endüstriyel tarım ve gıda sistemine karşı neden gıda egemenliği?” sorusunun cevaplarını daha da netleştirdi. Açılış konuşmasını La Via Campesina üyesi Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-SEN) Başkanı Abdullah Aysu yaptı. 17 Nisan 1996 tarihinde Brezilya’da toprağa erişim hakları için mücadele eden 19 köylünün öldürülmesini anarak başlayan konuşmasına, gıda egemenliğinin tanımı ve kapsamını anlatarak devam etti. Nasıl ve ne miktarda üretim yapacağımıza, neyi tüketeceğimize, gıdayı nasıl dağıtacağımıza kendimizin karar vermesi, halkın gıda ve tarımla ilgili kamu politikalarında karar alıcı olabilmesi ve müdahalede bulunabilmesi anlamına gelen gıda egemenliğinin üç temel noktasını şöyle özetledi: Gıda üretimi için gerekli olan toprak, tohum, su gibi ortak varlıklara erişim, gıda üretimi süreci ve üretilen gıdanın paylaşım ve dağıtım mekanizmaları. Abdullah Aysu’nun sunumu sayesinde, gıda ve tarım sisteminin bu üç temel noktasında şirketlerin ve endüstriyel tarım sisteminin değil, bilge köylü tarımı yapan küçük çiftçilerin ve tüketicilerin (yardımcı-üreticilerin) kararlarının etkin olabilmesinin önemini hatırladık.
Daha sonra sözlere biraz ara vererek, Ağustos 2011’de Avusturya’da gerçekleşen ve tüm Avrupa’dan gıda egemenliği mücadelesi içinde olan çiftçi, tüketici, aktivist ve araştırmacıların biraraya geldiği Nyeleni Avrupa Gıda Egemenliği Forumu filmini izledik. 5 gün boyunca toplantılar, atölye çalışmaları, deneyim paylaşımları, saha gezileri, yemek ve eğlence saatleri, küçük gösteriler ile devam eden Forum’un kısa bir özeti olan filmin verdiği ilhamla beraber sohbete devam ettik. Forum’a katılan Çiftçi-SEN, Tohum İzi Derneği, BÜKOOP ve Kibele Kooperatifi üyeleri bizimle birlikte oldu, izlenimlerini aktardı.
17 Nisan Çiftçi Mücadele Günü’nde, bizlerle beraber olmak için köylerinden gelen çiftçi dostlarımız da aramızdaydı: Hatay’ın Vakıflı Köyü’nden Bedros Kehyeoğlu ve Bursa Orhangazi’nin Dutluca Köyü’nden Suna Öztürk. Bedros Abi bizlere Vakıflı Köyü’ndeki kooperatifleşme ve organik tarım deneyimlerini aktardı. 2000li yılların başında köydeki bütün çiftçiler kooperatif çatısı altında birleşmiş. O zamandan beri nasıl tarım yapacaklarına, ne üreteceklerine ve nasıl pazara sunacaklarına hep beraber karar veriyorlarmış. Aynı zamanda kooperatif olarak bütün üreticiler organik tarıma geçmiş. Zaten geleneksel olarak doğal yöntemlerle ürettikleri ürünler için organik sertifika almışlar. Büyük ümitlerle başladıkları organik tarımda karşılaştıkları sorunlar ve gitgide azalan ümitleri sonucunda iki yıl önce organik sertifika almaktan vazgeçmişler Organik sertifika almanın çok masraflı ve bürokratik işlemlerle dolu bir süreç olduğunu dinledik. “Üründen örnek alıp analize göndermek başlı başına masraf. Kontrol için gelen uzmana ödenen para, uzman geldiğinde yol masrafından tutun konaklama, yemek giderlerine kadar ödediğimiz ek masraflar, üründen alınan numunenin yurtdışında laboratuvarlara gönderilmesi… Hepsini toplasan ayda hiç yoksa 1000 lira masraf. Bir de bunun başta ödediğin sertifika bedeli, başvuru için doldurulan onca belge derken maliyet ve bürokratik işlemler işi çok zorlaştırıyor. Bu şekilde uygulanan organik tarıma karşıyız” diye aktardı Bedros Abi. İki senedir organik sertifika almıyor ama aynı yöntemlerle üretimlerine devam ediyorlarmış. Kooperatifleri de aynen devam ediyormuş. Ortak karar alıp, ortaklaşa uyguluyorlar. Kooperatifin bir de Kadın Kolları kurulmuş. Nar ekşisi, çeşit çeşit reçel gibi ürünler işleyip kendi gelirlerini elde ediyormuş köydeki kadınlar. Bedros Abi, üretici kooperatifleri ile BÜKOOP gibi tüketici kooperatifleri arasında kurulan ağ örneklerinin çoğalmasını çok önemsediğini vurgulayarak konuşmasını bitirdi. BÜKOOP’lu tüketiciler, üretimi yerinde görmek, narenciye hasadına yardımcı olmak ve üreticilerle tanışmak, sohbet etmek için Vakıflı köyü’nden içten bir davet de aldı. Bu davet kaçmaz!
Suna Abla da bizlerle zeytin üreticisi olma hikayesini ve deneyimini paylaştı. Babası zeytin üreticisiymiş, o hastalanınca köye geri dönen Suna Abla üretimi devam ettirmeye karar vermiş. Ve çiftçilerin ne kadar zor durumda olduğunu deneyimlemiş. Devletin küçük çiftçiye destek olmadığını, Marmara Birlik’ten de bir fayda göremediklerini, hatta kendi köylerinde kurulan kooperatiften de bir umut göremediğini anlattı. Az sayıda kişi tarafından yönetilen kooperatifte, üreticilerin öz örgütü olma mekanizmalarının işletilemediğini aktardı. Suna Abla çözümü tüketiciler ile doğrudan ilişkiye geçmek için kendi mekanizmalarını yaratmakta bulmuş. Çiftçi-SEN satesinde BÜKOOP ile tanışmış. Uzun bir süredir BÜKOOP’a satıyor zeytinlerini. Ayrıca kendi alışveriş grupları var kentte. Onun zeytinlerini tanıyan, beğenen, onun üretimine güvenen tüketicilerle direk ilişki kurarak alternatif bir pazar ağı oluşturmuş. Suna Abla konuşmasını geçtiğimiz Aralık ayında zeytin hasadına katılmak ve üretimi yakından tanımak için ziyarete gelen BÜKOOP üyesi tüketiciler gibi herkesi köyüne davet ederek bitirdi.
Köyden izlenimleri diledikten sonra kentteki tüketiciler, ya da artık kendi kavramlarımızla konuşacaksak yardımcı-üreticiler olarak gıda egemenliği adına neler yapabileceğimizin örneklerine geldi sıra. BÜKOOP’tan Irmak Ertör bize kooperatifin hikayesini, amaçlarını, prensiplerini aktardı. BÜKOOP’un iki temel amacını şöyle özetledi: örgütlü küçük üreticiyle örgütlü tüketici arasında aracısız, doğrudan bir ağ oluşturmak ve adil, doğayla dost üretim yapan küçük köylüyü desteklemek. Irmak, bu amaçlarla hareket eden BÜKOOP’un üniversitenin hem akademik ve idari kadrosunu, hem de öğrencileri bir araya getiren farklı bir alan açtığını da vurguladı. Bu çalışmanın hem üretici kooperatifleriyle beraber, hem de Çiftçi Sendikaları ve Tohum İzi Derneği gibi örgütlerle paydaşlık yaparak yürütüldüğünü de aktardı. Çalışmanın uzun vadedeki en önemli hedeflerinden birinin Katılımcı Sertifikasyon olduğunu belirterek sözü Tohum İzi’nden Tarık Nejat Dinç’e bıraktı. Nejat, bizlere organik tarım hareketinin nasıl kendi başarısının başarısızlığı ile karşı karşıya olduğunu anlattı. 1960lı yıllarda Yeşil Devrim’le gelen endüstriyel tarım modeline karşı çıkan küçük köylülerin ve tüketicilerin başlattığı organik hareketin, giderek büyümesi ve kabul görmesinden sonra gitgide bürokratikleşerek ve şirketleşerek varolan sisteme eklemlendiğinin altını çizdi. Bu anlamda Bedros Abilerin organik tarım uygulamasında yaşadıkları zorlukları aktardığı konuşması, Nejat’ın anlattıklarının somut bir örneği oldu. Bir umut olarak doğan bir alternatif hareketin bile karşı çıktığı sistemin içine dahil edilmesinin hikayesini dinleyerek içimiz sıkılmıştı ki, Nejat her zaman yeni umutların yaratıldığını hissettirdi bize. Tüm dünyada, organik hareketi ilk temellerine geri döndürmenin yollarından biri olan Katılımcı Sertifikasyon Sistemlerini anlattı. Organik üretimin teknokratik yapısına ve gitgide egemen tarım-gıda sistemine eklemlenmesine inat, katılımcı sertifikasyonun üreticilerle tüketicileri ortak karar mekanizmalarında doğrudan buluşturan yapısı yüreklerimize su serpti. BÜKOOP’un üretici kooperatifleriyle beraber bu sene başında uygulamaya koyduğu sistemin katılımcı sertifikasyon yolunda atılan önemli bir adım olduğunu görmek, süreçte ne kadar mesafe katedildiğini görmek geleceğe daha da umutlu ve kararlı bakabilmemizi sağladı.
Üretici ve yardımcı-üreticilerin farklı ilişkilenme ağlarının hali hazırda hayata geçiyor olduğunu dinlemenin verdiği umudun yanında kentte tarım yapabilmenin hikayesini de dinledik Tarlataban Kolektifi’nden. Cihan, bize üniversitedeki bir arazide kolektif tarım yapma fikrini 2-3 sene önce konuşmaya başladıklarını anlattı. O senelerde üniversitede gerçekleşen 17 Nisan etkinlikleri ile beraber küçük çiftçilik, tarım ve gıda sistemi ile ilgili tartışmalar, konuşmalar gelişmiş. Bu sene okulda tarım yapma fikri etrafında daha çok insanın buluşmasıyla beraber harekete geçilmiş ve tarla hayata geçmeye başlamış. Çağrı ise bizlere Tarlataban’ın, gıdanın marketten ambalaj ve etiket satın aldığımız bir meta değil, bundan çok daha öte birşey olduğunu daha iyi fark etmek için oluşturulduğunu aktardı. Şehirde doğa dostu bir yaşam kurabilmek ve özellikle küçük çiftçilerin durumunu, tarım ve gıdayı daha iyi anlamanın çok önemli bir amaç olduğunu vurguladı.
17 Nisan’da üreticiler, yardımcı-üreticiler, öğrenciler,aktivistler, akademisyenler biraraya geldik. Hem varolan endüstriyel tarım ve gıda sisteminin yol açtığı sorun ve yıkımları tartıştık, hem de bu sorunlara karşı nasıl mücadele edebileceğimizi, neler yapabileceğimizi paylaştık. Gıda Egemenliğimizi birgün bir yerde hayata geçecek bir hedef olarak değil, 17 Nisan günündeki etkinliğimiz gibi hergün yeni deneyimler ve çalışmalarımızla oluşturmaya devam ettiğimiz bir pratik olarak yaşamaya devam ettik.