“TARIM İÇİN AYRILDIĞI SÖYLENEN PAYLAR ASLINDA TARIM ŞİRKETLERİNE GİTMEKTEDİR.ÇİFTÇİYE YAPILDIĞI SÖYLENEN DESTEK ASLINDA ŞİRKETLERE YAPILIYOR.”
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Örgütlenme Sekreteri ve Üzüm Üreticileri Sendikası Genel Başkanı Adnan Çobanoğlu ile ülkedeki ve dünyadaki ekolojik krizi, Çiftçi-Sen’in kuruluşunu, tarım politikalarını ve köylülerin mücadelesini konuştuk.
M.Kaan Uğur:2000’li yılların başında neoliberal politikalara karşı işçiler ve emekçiler bir dizi eylemler gerçekleştirmiş ve bu politikalara karşı çıkmıştı. Aynı dönemde Türkiye’de küçük üretici çiftçiler ve köylüler de İMF-Dünya Bankası eksenli politikalara karşı üretici kurultayları örgütlemişti. Tam da bu sürece denk gelen Çiftçi-Sen’in kuruluş aşamasını bize anlatır mısınız?
Adnan Çobanoğlu: 2000’li yılların başları tarımda neoliberal politikaların yoğun olduğu bir dönemdi. Kemal Derviş döneminde “15 günde 15 yasa” olarak bilinen yasaların bir kısmı tarımın çökertilmesine ilişkin yasalardı. Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi, tütün yasası, şeker yasası gibi yasalar “15 günde 15 yasa” olarak adlandırılan düzenlemenin içinde olan şeylerdi. Dolayısı ile biz de tarıma dair yapılan bu yasal düzenlemeleri tartışmaya başladık. Bu anlamda çiftçiler ürün bazında kurultaylar örgütlemeye başladı. Tütün, ayçiçeği, zeytin, üzüm, fındık, çay kurultaylarında ürün bazında yaşanan sorunları köylülerin tartıştığı, çözüm ürettiği ve süreci yürütecek delegelerin seçildiği bir süreç yaşadık. Ardından da Ankara’da Tarım ve Hayvancılık Kurultayı gerçekleştirdik ve o kurultayda ürün bazındaki kurultaylarda seçilen delegelerin katılımı ile neoliberal saldırılara nasıl göğüs gerebiliriz, sorunlarımızı nasıl çözebiliriz sorularına cevaplar aramaya giriştik. Ve oradaki tartışmalar sonucunda bu sürecin mevcut tarım örgütleri ile aşılamayacağı, mücadeleyi örgütleyecek yeni tarımsal üretici örgütlenme modelinin olması gerektiği noktasında ortaklaştık. Bu yeni modelin hem üreticilerin ekonomik sorunlarını tartışabileceğimiz, çözüm üretebileceğimiz, mücadele yürütebileceğimiz hem de mevcut tarım politikalarına karşı alternatif tarım politikaları üretebilecek bir araç olan sendika olmasına karar verdik. Ve tüm bunların sonucunda 2004’ün 8 Mart’ında ürün bazında ilk üretici sendikası olan Üzüm-Sen’i kurduk.
Üzüm-Sen kurulmadan önce Manisa yerelindeki çalışmalarımızı propaganda çalışmaları ile yürütüyorduk. Gazete faaliyetinde tanıştığımız çiftçilerle sendikal çalışmayı yürüttük ve 315 kurucu üye ile Üzüm Üreticileri Sendikası’nı kurduk. Ardından yaklaşık 400 civarında kurucu üye ile Tütün Üreticileri Sendikası, ondan sonra da Fındık Üreticileri Sendikası kuruldu. Üzüm-Sen ve Tütün-Sen üyelerinin katılımı ile Dikili’de gerçekleştirdiğimiz eğitim-tartışma toplantılarında mevcut tarım birliklerini, ziraat odalarını, tarımdaki değişikliği ve dünyadaki kimi alternatif tarım modellerini konuştuğumuz bir toplantı örgütledik. Bu toplantının bir-bir buçuk yıl ardından ürünler bazında yeni sendikalar kurulmaya başlandı. Hububat-Sen, Ayçiçek-Sen, Hayvan Yetiştiricileri Sendikası kuruluşlarını gerçekleştirdi. Kurulan bu sendikalardan sonra, bir süre daha herhangi bir sendika kurulmadı ancak Tütün-Sen ve Hay-Yet-Sen’e kapatma davaları açıldı; bizler örgütlenmelerimize devam ettik. Üzüm-Sen’e herhangi bir dava açılmamasına rağmen noterler sendika defterlerini onaylamadı, çünkü Çalışma Bakanlığı’ının sendikayı kabul ettiğine dair belge isteyerek bize bürokratik olarak engeller çıkardılar. Ama biz bütün engellemelere rağmen faaliyetlerimizi fiili olarak yürüttük. 2006 yılına geldiğimizde Çay-Sen ve Zeytin-Sen de kuruluşlarını ilan etti. Sendikalara açılan mahkemeler devam ederken kurduğumuz 8 sendika ile Çiftçi Sendikaları Platformu’nu oluşturduk. Hay-Yet-Sen kapatıldığı ve davayı A.İ.H.M.’ye taşıdığımız için 7 sendika olarak Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nun başvurusunu Ankara Valiliği’ne yaptık. Ankara Valiliği Çiftçi-Sen’in kapatılması için girişimlerde bulundu ancak yasal süreç bizim lehimize işledi. Çiftçi-Sen’in kapatılması yönünde verilen kararı Yargıtay; konfederasyon olarak faaliyet yürütebileceğimizi gerekçe göstererek bozdu. En son bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta Yargıtay, Tütün-Sen’in sendikal faaliyet yapabileceğini onayladı.
M.Kaan Uğur: ÇİFTÇİ-SEN’in Uluslararası Çiftçilerin Yolu Örgütü olan Via Campesina’ya üye olduğunu biliyoruz. Via Campesina’da yer alan köylü örgütlenmelerinin temelinde politik gelenekler ağrılıkta ve Türkiye dışındaki sosyalist hareketin tarım-ekoloji meselesine bakış açısı, Via Campesina’daki örgütlenmelere baktığımızda Türkiye sosyalist hareketine göre daha farklı. Siz ülkedeki sosyalist hareketlerin tarım-ekoloji-köylü sorununa bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adnan Çobanoğlu: Tabi bu biraz zor bir soru. Şurası bir gerçek ki; biz Çiftçi-Sen’i örgütlemeye başladığımızda, sol hareketin bu konuya yaklaşımında çok ciddi zaaflar vardı. 12 Eylül öncesinden kalma, genel-klasik tabirle köylülüğün işçi sınıfının yedek gücü ve ittifakı olacağı vs. yaklaşımlar genel anlamda hâkimdi. Ve bu ideolojik şekillenme ile sorunlara yaklaşılıyordu. Ama 21. yüzyılda gıda egemenliğinin, gıda politikalarının çok önemli bir problem olduğu ve bu konuda çiftçilerin mücadelesinin belirleyici mücadelelerden biri olduğu pek algılanamıyordu. Bu eleştirileri biz Çiftçi Sendikaları olarak hep dillendirdik; yaptığımız eylemlerle, yürüttüğümüz politikalarla sol hareketin gündemine tarım meselesini oturtmaya çalıştık ve bir anlamda da çok ciddi bir şeyi de başardığımızı düşünüyorum. Sol hareketin bu konudaki yönelimleri ve yaklaşımlarında değişmeler oldu. Biz kurulduğumuz andan itibaren dünya çiftçi hareketi ile doğrudan bir temasın içine girdik. Biraz önce bahsettiğim Dikili’deki eğitim kampından sonra Brezilya’daki Via Campesina toplantısına Üzüm-Sen ve Tütün-Sen adına temsilci gönderdik, çünkü o dönemde sadece bu iki sendikayı kurmuştuk. Brezilya’daki toplantıda Üzüm-Sen ve Tütün-Sen Türkiye Çiftçi Sendikaları olarak Via Campesina’ya kabul edildi. Daha sonraki süreçlerde uluslar arası toplantılar çoğaldı, Via Campesina’nın Avrupa’da gerçekleştirdiği eylemlere çiftçi sendikaları olarak katıldık. Miting ve protesto gösterilerinde doğrudan yer aldık ve Via Campesina’nın Avrupa kurucu üyeleri içerisine girdik.
Tarımsal ve ekolojik sorunlara karşı gerçekleştirilen alternatif örgütlenmeler, köylü-çiftçi sendikaları gibi hareketler gelecek toplum nüvelerini içinde barındırıyor. Örneğin Brezilya’daki MST denilen Topraksızlar Hareketi’ne baktığımızda yaşam biçimi olarak, örgütlenme olarak, demokrasi anlayışı olarak gelecek toplumun nüvelerini barındırıyorlar. Bizler de bunu yapmaya, politik olarak bunun gibi örnekleri sahiplenmeye çalışıyoruz. Tabi sadece bunu sahiplenmek yeterli değil. Bu örneği sahiplenen sol hareketlerin kimi kesimlerinde çeşitli ideolojik zaaflar da belirdi. Örneğin “biyoyakıtlar “ konusunda Türkiye solu net bir tavır takınamadı, aksine biyoyakıt alanlarının çoğaltılacağına dair ifadeler kullanan solcular oldu. Biz biyoyakıt meselesine doğrudan karşı çıktık. Gıdanın ve gıda üretimin hiçbir şekilde enerji üretimine feda edilmemesi gerektiğini ifade ettik. Tarım arazilerinin enerji sağlamak adına yok edilmesine başından itibaren karşı çıktık. Ancak bütün bunlara rağmen hala daha sol içinde bu sorun aşılabilmiş değil. Kapitalizmin ve sermayenin propagandasının etkisi altında kalınıyor. Dün biyoyakıtlar konusunda tavırsız kalan sol, bugün de rüzgâr ve güneş enerjisi santralleri karşısında tavırsız kalıyor. Hatta sol olduğunu söyleyen kimi siyasal partiler programlarında güneş ve rüzgâr enerjisi santrallerinin önümüzdeki yıllarda, yenilenebilir enerjiler içerisinde yer aldığından dolayı çoğaltılması gerektiğini savunabiliyorlar! Ama dünya literatürüne baktığımızda Hidroelektrik Santraller yani HES’ler de yenilenebilir enerji olarak görülüyor. Ancak HES’ler aynı zamanda suların hapsedilmesinin ve o yöredeki tarımsal üretimin, bitki çeşitliliğinin yok edilmesinin de bir göstergesidir. Türkiye’de bu anlamda ciddi direnişler gösteriliyor ama rüzgâr ve güneş enerjisi konusunda karşı çıkışlar henüz cılız. Bunun birkaç örneğini Antakya Samandağ’da görebiliriz rüzgâr enerji santralleri konusunda. Onlar da karşı çıkarken santrallerin dağda, tarım arazisinde, kuşların göç yollarında olmaması noktasında itiraz geliştirdiler. Yani genel anlamda “rüzgâr enerjisine karşı değiliz” babında karşı çıkış yaşanıyor. Aydın Çine’de köylüler meralarının ve otlaklarının üzerine rüzgâr enerjisi santrali kurulmasına karşı çıktığı için gözaltına alındı, cezaevine atıldılar. Aynı zamanda İzmir Karaburun’da benzer bir sorun var. Bu parça parça gibi görünen uygulamaların, aslında biraz incelendiğinde; kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin bir parçası olduğu ve doğanın metalaştırılmasında kullanılan uygulamalar olduğu rahatlıkla görülebilir. Şöyle bir şey yok: güneş enerjisi santralleri tarım arazileri dışındadır! Hayır, çünkü güneş enerjisi santrallerinin en verimli olduğu yerler tarım arazileridir. Bu nedenle kapitalistler hiç de tarım arazileri dışında bir santral düşünmüyorlar. Yine rüzgâr enerji santrallerinin en verimli olduğu yerler kuşların göç alanları, ormanlık alanlar ve tarım arazileri. Bir de bunun merkezi elektrik sistemine dâhil edilirkenki doğa tahribatı da eklendiğinde çok ciddi bir çevre katliamına tanık oluyoruz. Ama çevreci olduğunu söyleyen bazı sol örgütlenmeler “nükleere hayır, rüzgâr-güneş bize yeter” diyebiliyor. Evet, nükleere de hayır ama güneş de olsa rüzgâr da olsa santral problemine “kimin için enerji ne için enerji” sorusu ile bakmak gerekiyor. Tabi biz çiftçinin çiftçiliğinde kurduğu küçük rüzgârgülüne karşı değiliz. Çünkü köylü bahçesinin ve köyün ihtiyacı için bir şey yapıyor, bu başka bir şey. Ama bu işin doğrudan kar amacı güdülerek doğayı tahrip ederek yapılması başka bir şey. Hele hele Kyoto Protokolü’nden sonra karbon ticaretinin de dünya borsalarına girdi ve yenilenebilir-temiz enerji olarak lanse edilen güneş-rüzgâr enerjisi, HES’ler aynı zamanda karbon ticaretinin de bir parçası oldu. Santrallerin sahipleri karbon piyasasından pay alabilir hale geldi. Nitekim kapitalistler 2016’ya kadar tükenmeyecek olan HES inşaatlarından bile vazgeçiyorsa bunun nedeni karbon ticaretinin daha karlı olması.
Sol hareketin bundan sonraki belki de en önemli ayrım noktalarından birini de bu oluşturacak. Takip ediyoruz, 21. yüzyılda temel çatışma alanları enerji, su kaynakları, su yolları ve gıda olacak. Bu üç temel konu üzerine paylaşım kavgası olacaksa, bu temel konular üzerindeki mücadele de belirleyici olacaktır. Su ve gıda üzerindeki egemenlik kavgasında en önemli taraflardan biri köylülerdir, çiftçilerdir. Bu anlamda 21. yüzyılın en önemli ve kitlesel ve dinamik gücünü de gerek Türkiye’de gerek dünyada çiftçiler oluşturacaktır. Çünkü onların varlıkları ve yok edilmek istenmesi, su ve gıdanın paylaşım kavgalarında öne çıkması ile direkt alakalıdır. Bugün kapitalizm eğer köylüyü yok etmek için planlar yapıyorsa veya AB ilerleme raporları ve müktesebatı tarımsal nüfusun %6’lara-7’lere çekilmesi gerektiğini söylüyorsa, tarım arazilerinin aynı oranda kaldığı yerde tarımsal nüfus azaltılmak isteniyorsa bunun üzerine düşünmemiz gerekir. Tarım şirketleştiriliyor. Yıllar önce ABD Dış İşleri Bakanlarından Henry Kissinger; “enerjiyi elinde tutarsanız ülkeleri kontrol edersiniz, gıdayı elinizde tutarsanız insanları kontrol edersiniz” demişti. Dolayısıyla gıdayı ellerinde tutmak için her türlü adımı atıyorlar. Bunun en önemli başlangıcı da işte tohumculuk yasası. Bu yasayı çıkararak tohumu ele geçirmeyi ve böylelikle de tarımsal üretimi tarım şirketlerinin izin verdiği ölçüde yapmayı hedefliyorlar. Örneğin; ABD’nin Irak işgali sırasında işgal kuvvetleri komutanı oradaki tohum ve gen bankalarına el konulmasını ve tarım yapılacaksa patentli tohumlarla yapılmasını buyurmuşlardır! Türkiye’de de benzeri bir süreç tohumculuk yasası ile işletilmeye çalışılıyor. Sol hareketin bu süreç içerisinde aslında çok fazla önemsemediği noktalar bunlar. Ama aynı zamanda yeni bir toplumsal yaşamın kurulabilmesinin de mihenk taşları. Örneğin son olarak Büyükşehir Yasası çıktı ve sol hareket bu konuda bir şey yapmadı, sosyalistler bu konuda ciddi bir mücadele yürütmediler. Hâlbuki Büyükşehir Yasası’nın getireceği şeyler çok tehlikelidir; köyler yok edilmiştir, hepsi merkezi idareye bağlı olarak şekillenmiştir. Köy tüzel kişiliği ortadan kaldırıldığından dolayı, köylü birçok kararı; yerel demokrasinin kısmi de olsa işlediği köy heyetleri vb. araçlarla değil de merkeze bağlı valinin oluşturduğu kurullarla hayata geçirecektir. Köylü kullandığı suyuna belediye suyu olarak para ödemeye başlayacaktır. Köyün merası, otlağı ve ormanlık arazi; köyün üzerine kayıtlı ne varsa merkezi idarenin üstüne kayıtlı olacaktır.
M.Kaan Uğur: Savaş politikalarının gölgesinde geçen 2013 Bütçe Görüşmeleri’nde tarıma ayrılan pay da tartışma konusu oldu. Bütçeyi tarım politikaları ve çiftçiler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adnan Çobanoğlu:Tarım için ayrıldığı söylenen paylar aslında tarım şirketlerine gitmektedir. Çiftçiye yapıldığı söylenen destek aslında şirketlere yapılıyor. Örneğin; çiftçinin kullandığı traktörün mazot ÖTV’si, lüks yatların mazot ÖTV’sinden daha fazla! Ayrıca köylünün tarımsal üretimde kullanacağı suya da sayaç takılmaya başlandı. İşin lafız boyutunu aşan somut göstergeler vardır. Bu somut göstergelerde çiftçiye ve gıda üretimine destek olunduğu görülmemektedir. Destekler şirketleştiğiniz ölçüde alabileceğiniz şeylerdir. Çiftçiye destek yoktur, aksine “köylüye hizmete gerek yoktur” deyip Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü bir kanunla yok edilmiştir, şimdi de Sulama Kooperatifleri’ne saldırılmaktadır. Her şey kapitalizmin kendi planladığı çerçevede olmuştur. Sulama Kooperatifleri Sulama Birlikleri’ne çevrildi, oradaki sistem de değişti. Büyük üretici ve toprak sahibiyseniz daha fazla oy hakkınız var! Her şey kapitalizm için her şey kar için mantığı devam ediyor.
M.Kaan Uğur: Türkiye tarımının ve çiftçisinin koşullarının daha iyi olması için ekolojik mücadelenin içinde olan Çiftçi-Sen’in önerileri nelerdir?
Adnan Çobanoğlu: İlk başta mevcut tarım politikalarını terk etmek; küçük üretici çiftçiye yönelik desteği arttırmak; yerinde üretim yerinde tüketim olgusunu öne çıkarmak; uluslar arası gıda ticaretini asgari düzeye çekmek; gıdalar üzerinde dondurulmuş sevkiyat yerine –ki bu ciddi bir enerji tüketimidir- taze, mevsiminde, gününde üretip yemeği teşvik etmek; yerel köy pazarlarını çoğaltmak; endüstriyel tarım üretimi yerine doğa ile uyumlu tarımı öne çıkarmak gerekiyor. Büyük hayvan çiftlikleri ve çiftlikler yerine her köylünün küçük hayvan çiftliklerinin olduğu ve o hayvansal gübrelerini tarımsal üretimde kullanabileceği bir sisteme yani eski ve geleneksel olan köylü tarımına dönmek gerekiyor. Çevre sorunlarının tarımsal üretim modellerinden ayrılamayacağını üstüne basa basa belirterek, çevre politikalarını tarımsal üretim modeline göre belirlemek gerekiyor. Çünkü enerjinin ve kirliliğin en büyük nedenlerinden biri de tarımsal üretimdir. Günümüz tarımsal üretimini geleneksel tarıma, normal ekolojik tarıma dönüştürdüğümüz noktada Türkiye’de tasarruf edilen enerji %20 gibi bir enerji miktarı olur. Tüm HES’ler işlese bile %2,5 enerji ihtiyacını karşılayacağı düşünüldüğünde %20 tasarruf ciddi bir rakamdır. Küresel iklim değişikliklerinin nedeni tarımda kullanılan kimyasallar ve benzerleridir. Çünkü bu kimyasallar toprağı yok etmektedir, öldürmektedir. Toprakta da milyonlarca canlı yaşamaktadır ve bunlar karbondioksiti emmektedirler. Toprak bu özelliğini kaybederse karbondioksit atmosferde kalır. Özetle gerçek çevrecilik ve ekoloji mücadelesinin kazanması mevcut tarımsal modele karşı çıkmaktan geçer. Diğer mücadele tercihleri kapitalizmin kendi kuralları içerisinde sunduğu oyun alanlarıdır diye düşünüyorum.
M. Kaan Uğur: Teşekkür ederiz.
Kaynak gelecek Gazetesi 18 ocak 2013 sayı:34,SÖYLEŞİ-FOTOĞRAF : M.KAAN UĞUR