Sanayi devriminden bu yana hızla gelişen sanayi ve ticaret daha fazla doğal kaynak ve enerji tüketimini de birlikte getirmiştir. Sermayenin doğayı da metalaştırdığı bu tüketim hızı iklim krizi de dahil birçok ekolojik sorunu ortaya çıkarmıştır. Sermayenin yarattığı ekolojik sorunlar kaçınılmaz olarak sosyal sorunlara da yol açmıştır. Devletler küresel düzeyde bir etkiye sahip olan bu sorunları gündemlerine almak zorunda kalmışlardır.
1979 yılında “Dünya İklim Konferansı”nda bir araya gelen devletler ilk kez iklim değişikliğini küresel bir sorun olarak tanımışlardır. Birleşmiş Milletler’in inisiyatifiyle o günden bu yana, küresel ölçekte iklim değişikliği ile sözde mücadele etmek amacıyla girişimlerde bulunulmakta, Milletlerarası Konferanslar düzenlenmektedir. 31 Ekim- 12 Kasım 2021 tarihleri arasında İskoçya’nın Glasgow şehrinde bu konferansların yirmi altıncısı, COP26 (BM İklim Değişikliği Konferansı) düzenleniyor.
BM İklim Değişikliği Konferansları Çözüm Üretmekten Uzaktır
Konferanslar dizisinin bazılarında “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmeleri” devletler tarafından imzalanmaktadır. Ancak “Çerçeve Sözleşme”ler İklim Krizi’ni çözmekten uzak mutabakatları içermektedir. Konferansların katılımcıları kapitalizmin kâr hırsının yarattığı krizi “İnsan faaliyetlerinin yarattığı kriz” olarak görmekte, yaratılan krizi sistem içinde kalarak mali politikalarla ve mühendislik planlamalarıyla çözme yoluna gitmektedirler. Dolayısıyla ortaya çıkardıkları “Protokol” ve “Anlaşmalar” gerçekçi çözümleri içermemekte, kapitalist sistemi sorgulamamaktadır. 1997 yılında yapılan Taraflar Konferansı’nda da (COP-3) “ilk sera gazı azaltma hedefini içeren Kyoto Protokolü” de çözüm olarak mali politikalar tasarlayarak karbon emisyonunu düşürmeyi hedeflemiş ve bu amaçla da halktan alınan Karbon Vergisi’ni ve Karbon Ticareti’ni çözüm olarak sunmuştur. ABD bu Protokolü bile imzalamamıştır.
Türkiye’de ve dünyanın birçok yöresinde, 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’nü(1) hükümetlerin imzalaması için mücadeleler yürütülmüştür. Protokolü imzalayan ülkeler ise işlerine gelmediği noktada Protokolün gereklerine yerine getirmemişlerdir. Örneğin, imzalamalarına rağmen Çin ve Hindistan yüksek karbon salımı yapmaya, iklim krizini tetiklemeye devam etmişlerdir. Diğer yandan Kyoto Protokolü karbon ticaretinin önünü açarak sermayenin yeni sermaye birikim araçları oluşturmasını, doğayı metalaştırmasını kolaylaştırmıştır. Akarsuları hapseden HES şirketleri, Yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını, toprağı, havayı kirleten JES şirketleri, RES’ler, Biyokütle Enerji Sistemleri “karbon salımı yapmayan, Yenilenebilir, Temiz Enerji (!)” yatırımcıları olarak görülerek teşvikler almış, uluslararası karbon piyasasında karbon salım haklarını satan sermayedarlar olmuşlardır. Dünya genelinde karbon ticareti yıllık on milyar dolarlarla ölçülen bir piyasa oluşturmuştur. Sonuçta bu sistem parası olanın doğayı ve havayı kirletmeye devam ettiği, edeceği bir sistemi meşrulaştırmaya yaramaktadır.
Bu politikalardan en çok zarar görenler ise küçük aile tarımı yapan çiftçiler, kır emekçileri, gençler, kadınlar ve kentlerdeki yoksullar olmuştur.
Toprak Karbon Yutağıdır
Toprak okyanuslardan sonra en büyük karbon yutağıdır. Bitkiler fotosentez yaptıklarında atmosferdeki karbonu çekerler, karbonun bir kısmı kendilerini yaşatmak için kullanırlar, bir kısmını da kökleri vasıtasıyla toprağa bırakırlar. Sağlıklı bir toprakta bu karbon stabil hale gelip binlerce yıl gömülü kalabilir. Toprağa bu özelliğini, içinde barındırdığı binlerce bakteri, böcek vb. canlılar verir. Dolayısıyla bu tür bir toprak yapısı sera gazlarının azalmasına, tarımsal üretimin iklim değişikliğinin en kötü etkilerinden bile zarar görmesine engel olabilir. Kimyasallarla topraktaki bu canlıları öldüren endüstriyel tarım, havayı, suyu kirleterek, toprağın karbon emme özelliğini ortadan kaldırmıştır. İklim krizinin sebeplerinden birisi haline gelmiş olan endüstriyel tarımsal üretim, iklim değişikliği karşısında da dayanıksızdır.
Ekosistemler iklimiyle, toprak yapısıyla, su kaynaklarıyla, bitki örtüsüyle ve o bölgede yaşayan tüm canlılarıyla bir bütündür. Bu bütünün bir parçasındaki tahribat ve bozulma tarımsal üretimin ve gıda tedarikinin de krize girmesine neden olmaktadır. Yaşamını tarımla sürdüren aileler üretemez duruma düşmekte, yoksullar daha da yoksullaşmaktadır. İklim Krizi, özellikle kırsalda yaşayanlar için, sayıları milyonlarla ifade edilen İklim Mültecilerini de ortaya çıkarmıştır. İklim krizinden en çok zarar gören çiftçilerin/köylülerin, kır emekçilerinin gençlerin, kadınların ve kentlerdeki yoksulların örgütleri, ekolojistlerle, aydınlarla birlikte “İklim Zirveleri”nde çözümü mali politikalarda ve mühendislik çözümlerinde arayan, sermaye yanlısı hükümetler karşısında, Zirve’lerin yapıldığı kentlerde gerçek çözüm arayışları için Alternatif Zirveler düzenlemişlerdir.
Paris İklim Zirvesi
“Paris İklim Zirvesi” kamuoyunda en çok tartışılan “Zirve”lerden biridir. “Paris İklim Zirvesi”ndeki muhalefet hareketlerinin eylemlerle dile getirdiği çözüm önerileri gündeme alınmamış ve tartışılmamıştır. Ülkemizdeki kapitalist sistem karşıtı olduğunu söyleyen birçok kesim de zirve katılımcıları gibi “Paris İklim Zirvesi”ndeki muhalefet hareketlerinin çözüm önerilerini görmek istememiştir. İlgileri; devletlerin yaptığı anlaşma ve bu anlaşmaya kimlerin imza atıp atmadığına yoğunlaşmıştır. Mutabakatın iklim krizinin mağdurları ile bu mağduriyeti yaratanların arasında olmadığını göz ardı ederek, deyim yerindeyse sermayenin çözüm önerilerini meşrulaştırarak onların işini kolaylaştırmakta, sistemin devamlılığını sağlamaktadırlar. Teorik düzlemde araştırma ve sorgulama yapmaları, bu politikalardan olumsuz etkilenen emekçilerin ve doğanın çığlığını duyarak onların, önerilerini tartışmaları gerekirken “Zirve”de çıkan sonuçlar ilgilerini çekmekte ve o sonuçları uygulamanın çözüm olacağını düşünmekte ve başkalarını da o konuda ikna etmeye çalışmaktadırlar. (2)
COP26 (BM İklim Değişikliği Konferansı) yaklaşırken AKP Hükümeti bir hamle yaparak Paris anlaşmasını TBMM’nden geçirip onayladı. AKP’nin bu anlaşmayı TBMM’nden geçirse bile uygulayıp uygulamayacağı konusuna odaklanılarak sorunun sınıfsal olduğunu göz ardı edilmektedir. AKP’nin bu anlaşmayı TBMM’de onaylatmasının en önemli nedenlerinden birisinin Avrupa Yeşil Mutabakat’ının Fonlarından yararlanmak olduğu da unutulmamalıdır.
Endüstriyel tarım ürünlerinin sağlıksız, tarımsal zehirleri kalıntıları nedeniyle insana ve diğer canlılara zararlı gıdalara tepkiler artınca sermaye bundan yararlanmanın yolunu bulmuştu. İklim krizini de tetikleyen yüksek enerji ve kimyasallara dayanan endüstriyel tarımdan vazgeçmek yerine “sertifikalı organik tarım adı altında şirketlerin kontrol ettiği bir tarımsal üretim şeklini piyasaya sürmüştü. Endüstriyel tarım şirketlerinin tohumlarını ve girdilerini sağladığı organik tarım için devletler uygun yasalar çıkartmış, düzenlemeler yapmıştı. (3) Şimdi de bir benzeri yapılıyor; iklim krizine katkı koyan endüstriyel tarımdan, enerji ve maden yatırımlarından vb. vazgeçmek yerine “Yeşil Mutabakat”larla hem kamuoyu oyalınıyor, hem de yeni sermaye birikim araçları yaratılıyor.
Marakeş’de COP22 ve “Karbon Yutakları Oluşturma”
2016 yılında FAS’ın Marakeş kentinde gerçekleşen COP22’de de öne çıkan çözüm önerileri daha önceki çözüm önerilerinden farklı değildi; mali politikalar, mühendislik çözümleri ve yeni sermaye birikim araçları. Zirvedeki tartışmaların odağına “Karbon Yutakları oluşturma” oturmuştu. Yani endüstriyel kaynaklardan, termik santral vb. enerji üretimine ilişkin kaynaklardan karbondioksitin ayrıştırılması, atmosfere sızmayacak şekilde depolanması hedeflemekteydi. “Karbon Yakalama ve Depolama” teknolojisinin geliştirilerek iklim krizinin çözülebileceği iddia edilmekte, toprağın, eski madenlerin, ekonomik ömrünü tamamlamış doğalgaz ve petrol sahalarının, tuz oluşum sahalarının, okyanusların bu depolamada kullanılabileceği belirtilmekte ve bu teknolojinin geliştirilmesi içinde Fonlar oluşturulması öncelik olarak görülmekteydi. Çiftçi-Sen’in de bileşeni olduğu La Via Campesina (Çiftçi-Yolu) bileşeni örgütler ve müttefikleri COP22 esnasında yayınladıkları bir bildiride “toprağımız karbondan fazlasıdır” diyerek Karbon Yutakları oluşturmanın iklim krizine çözüm olamayacağını aksine bu teknolojilerin yaratacağı olumsuzlukların krizi derinleştireceğini belirtmişler iklim değişikliği ile mücadele için en önemli aracın endüstriyel tarımdan vazgeçmek olduğunu, Halkın gıda sistemi olan Gıda Egemenliği’nin çözümün en önemli ayağı olduğunu dillendirmişlerdir. COP26 da’da sermayenin ve devletlerin çözüm önerileriyle mağdurların çözüm önerileri farklılaşmaya devam etmektedir. İklim Krizine gerçekçi çözümler üretilmesini istiyorsak tarafımızı belirlemek zorundayız; ya devletlerin şirket destekli, çözümsüzlük önerileriyle oyalanacağız, ya da gerçek çözümler için mücadele edenlerin mücadelesine katkı koyacağız…
Küçük Çiftçilerin Çözümü Açıktır
Çiftçi-Sen’in ve La Via Campesina’nın çözüm önerisi bellidir: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen, kısa adı “Köylü Hakları Deklarasyonu” olan “Köylülerin ve Kırsal Bölgelerde Çalışan Diğer İnsanların Hakları Deklarasyonu”nun (4) uygulanması ve halkın gıda sistemi olan Gıda Egemenliği’nin kurulmasıdır.
11/11/2021
Dipnotlar
- 1997 yılında imzalanan Kyoto protokolü 2005 yılında yürürlüğe girmiş, Türkiye 2009 yılında imzalayarak taraf olmuştur. Protokol koşulları 2020 yılına kadar devam etmiştir.
- Daha ayrıntılı bir yazı için bknz https://www.karasaban.net/neoliberal-enerji-politikalari-yesil-midir-nedir-ne-degildir-adnan-cobanoglu/
- Bknz: https://www.karasaban.net/endustriyel-tarimin-bir-baska-bicimisertifikali-organik-tarim-adnan-cobanoglu/
- Köylü Hakları Deklarasyonu kitapçığı için Bknz: https://www.karasaban.net/wp-content/uploads/UNDROP-Book-of-Illustrations-l-TR_icsayfalar_con.pdf