Ahmet İnsel-Şirketler işçi istihdam etmesin, kiralasın. Belediyeler itfaiyeci istihdam etmesin, özel şirketlerden hizmet alımı yapsın. Çalıştığı işyeri özelleştirilen kamu emekçisi kaderine razı olsun ve kendisine himmet edilen işi sessiz sedasız kabul etsin. Demiryolu çalışanları işten el çektirilen arkadaşlarının işlerine iade edilmeleri için “serserilik” yapmasınlar, seslerini çıkarmadan “efendice” işlerini yapmaya devam etsinler. İş kazalarında ölenlerden işveren ve hükümet değil, ölen işçiler sorumlu olsun. Sendikalar hızla erisin ve geriye kalanı da yandaş sendika olsun. Emekçiler, öğrenciler ve işsizlerin örgütlenme girişimleri yasaklansın. Geriye kalanların da sendikal örgütlenme haklarına getirilen ağır kısıtlar tam gaz devam etsin. Emekçiler hem krizin teğet geçtiğine inansınlar hem de kriz var diye işten çıkarmaları, sendika ve iş yasalarındaki iyileştirmelerin ertelenmesini, ücretlerin alımgücünün erimesini ses çıkarmadan kabul etsinler.
Bütün bunlara ilaveten demiryolu, maden ocağı, uçak kazası olduğunda, tersanelerde ve başka işyerlerinde ölümle sonuçlanan kazalar meydana geldiğinde, “kaza her şeyden önce Allah’ın takdiridir, biz ne yapalım” diyen yöneticilere, işverene herkes hemen hak versin. Geçici işçiler kalıcı statü talep etmesin. Kamu emekçileri toplu sözleşme ve grev haklarından mahrum olmayı doğal karşılasın. Emekçiler kendilerine “ekmek veren” işverenlerini, onları sabah akşam düşünen hükümet üyelerini, milletvekillerini şükranla ansın. Kışkırtıcıların, serserilerin, vatan-millet-devlet düşmanlarının, bozguncuların yanlarına yanaşmalarına izin vermesinler.
AP, ANAP, DYP
Bu temenni sıralamasını devam ettirebiliriz ama gerek yok. AKP hükümetinin bir bakanının, bir AKP milletvekilinin veya AKP’ye yakın bir yöneticinin ağzından en az bir defa dile getirilmiş değerlendirmeleri temenniye dönüştürünce böyle bir tablo ortaya çıkıyor. Bu tablo elbette AKP’ye özgü değil. Emek dünyası ile ilgili konularda neoliberal ideolojiyle pekiştirilmiş evrensel bir sağın tahayyül dünyasına, Türkiye sağına özgü bir-iki motifin ilave edilmesiyle ortaya çıkıyor. İşvereni ve sermaye sahibini kollayan, bunları toplumun doğal efendileri ve ekonominin motoru olarak kabul eden bir zihniyet dünyası yansıyor bu tablodan. Bunlar, ANAP hükümetlerinde, AP-DYP geleneğinde duymaya alışık olduğumuz değerlendirmelerdi.
İşçilerin protestoları karşısında başbakanın sergilediği tahammülsüzlük de Erdoğan’a özgü değil. Benzer tepkileri AP hükümetleri, Milliyetçi Cephe hükümetleri, ANAP hükümetleri ve koalisyonlar da sergilediler. Emekçilerin hak aramalarını arsızlık olarak gören, insanların önüne atılan ekmekle yetinmesini ve buna da şükretmelerini isteyen ama kendileri nüfusun en zengin yüzde 5’i içinde yer alanların topluma bakışı bu. Bu açıdan AKP döneminde değişen bir şey yok.
İş kazaları da öyle. Tuzla tersanelerinde geçtiğimiz günlerde gene iş kazaları sonucu ölümler oldu. Halbuki AKP’nin Tuzla’da tersane sahibi iki milletvekili var. 2008’e kadar aşırı büyüme ve istihdam patlaması nedeniyle iş kazalarının ortaya çıktığını, bu kazaların sektörün uluslararası rekabetini koruması için ödenmesi gereken istenmeyen bir bedel olduğunu, işveren ve bazı AKP yöneticileri dile getiriyorlardı. Tuzla’da istihdam 50 binden 13 bine düşmesine rağmen, iş kazalarında hız kesilmedi. Şimdi bu kazaları mazur gösterecek hangi iktisadi gerekçenin icat edildiğini insan merak ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, 2006’da Balıkesir’de 17 madencinin ölümüyle sonuçlanan grizu patlaması sonrasında, “Bunlar maalesef madencilikte olagelen kazalar” demişti. Geçtiğimiz günlerde bir maden işletmesindeki patlamada gene 19 işçi öldü. “Maalesef bu madenciliğin tabiatı icabı” demeye devam edebiliriz.
AB ile müzakerelerden sorumlu devlet bakanı Egemen Bağış, geçen yaz başında, AB uyum reformları kapsamında gündeme gelmesi gereken ve yıllardır sürekli ertelenen sendikalar yasası reformunun daha epey ertelenebileceğini ima etti. Bağış, ILO’nun yıllık konferansının başladığı günün arifesinde, “işçi ve işveren temsilcileri ile yaptıkları toplantılarda tüm kesimlerin, yaşanan küresel krizin etkilerini daha da yoğunlaştıracağı için sendikalar yasasının çıkarılmasının ertelenmesini istediklerini, bu nedenle sendikalar yasasının şimdi çıkarılmasından vazgeçildiğini” belirtti. Halbuki ondan birkaç ay önce Başbakan Tayyip Erdoğan sendikalar yasasının Nisan ayında çıkarılacağı sözünü vermişti. Bağış’ın bu demecinin ardından DİSK, KESK, Türk-İş yöneticileri, sendikalar yasasının ertelenmesi taleplerinin olmadığını ve bir an önce yasanın çıkmasını beklediklerini belirttiler.
Sendika yasasındaki hangi değişiklik ve hangi madde krizin etkisinin artmasına neden olabilir dersiniz? İnsan haklarına aykırı işyeri ve işkolu barajlarının kaldırılması mı? Yoksa sendika üyeliğinde noter kaydı şartının kaldırılması mı krizin etkilerini daha da yoğunlaştıracak? AKP çevresinden bu sorulara bir yanıt gelmedi ama sendikalar yasasında değişiklik hâlâ gündemde değil.
Kiralık işçilik
Buna karşılık, AKP başka bir konuda değişimde ısrarlı. Geçen Haziran ayının sonunda TBMM’de kabul edilen bir torba yasa içine gömülen bir hükümle özel istihdam bürolarına işçileri bir başka işverene kiralama imkanı tanınmıştı. Oluşan toplumsal tepki karşısında Cumhurbaşkanı bu hükmü veto etti. Ama görülen o ki, insanların işveren karşısında başı dik çalışmasının zararlı olduğuna inanan bazı AKP’liler, bu değişikliğin yürürlüğe girmesinde son derece ısrarlılar. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK Genel Başkanları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından son günlerde yapılan açıklamalarla yakında tekrar gündeme geleceği anlaşılan bu kiralık işçilik düzenlemesini kabul etmediklerini belirten ortak bir açıklama yapmak ihtiyacı hissetti. Açıklamada, “kiralık işçiliği yerleştirmeye çalışan bu anlayışın bir sosyal politika yaklaşımından ve bütünlüğünden uzak olduğu ve ILO’nun ‘insan onuruna yakışır iş’ politikasına aykırı” olduğunun altı çiziliyor. Sendikalar benzer görüşleri 1990’larda da dile getiriyorlardı, 1970’lerde de.
Sendikal örgütlenme hakkının kısıtlanması söz konusu olduğunda da, geçmiş uygulamaların hiç değişmeden devam ettiğini görüyoruz. Çiftçi-Sen, Genç-Sen valiliklerin ve bakanlığın şikayeti üzerine haklarında açılan kapatma davalarına karşı mücadele ediyorlar. Emeklilere ve işsizlere sendikal örgütlenme hakkı vermemek için de AKP var gücüyle direniyor. Geçmiş bütün sağ hükümetlerin direndiği gibi.
Yedi yıllık icraatı içinde AKP hükümetinin Türkiye sağ parti geleneğine en fazla sadık kaldığı alan çalışma yaşamı ile ilgili oldu. Bu konuda anlamlı yegane istisna iş güvencesi konusunda yapılan iyileştirmelerdi. Bunlar da AB’ye uyum rüzgarının hızlı estiği, hükümetin ilk yıllarında gerçekleşti. Arkası gelmedi. Daha doğrusu arkası geldi ama emek piyasasının daha da esnekleştirilmesi, şirketlerin istihdamda taşeron firma kullanımının yaygınlaştırılması ve kamu kuruluşlarının da büyük bir iştahla taşeron işçi çalıştırmaya başlamaları yönünde geldi.
AKP’nin işsizlik konusuna bakışı bu tabloyu tamamlıyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Kamu ihalelerinde yandaş sermayeyi destekleme konusu da siyasal geleneğimizde bir yenilik değil. Haklarını sokak gösterileriyle talep etmeye çalışanlara karşı kolluk güçlerinin orantısız güç kullanımı da.
AKP bazı önemli konularda CHP ve MHP’den çok daha fazla değişimci politikalar geliştirebiliyor. Demokratikleşme konusunda önemli adımlar atabiliyor. Buna karşılık sağ parti olma niteliğini de yitirmiyor. Özgürlükçü solun AKP’yi Türkiye sağ partiler geleneği içinde temsil ettiği süreklilik ve kopuş açısından daha dikkatli değerlendirmesi gerekiyor. Bu serinkanlı değerlendirme, kendisine aşılanmaya çalışılan korkulara teslim olmadan, solun demokratikleşme mücadelesini toplumsal tabana oturtmasını sağlayacaktır. Solun AKP’ye karşı yürüteceği asli toplumsal muhalefet alanı, başta kadın hakları olmak üzere, sosyal haklar alanındadır. Bu aynı zamanda Kürt sorunu, Alevi sorunu ve benzeri toplumsal sorunların eşitlik ve özgürlük ekseninde ve barış içinde çözülmesi için de gereklidir.
Kaynak : Radikal 2