Gıda, günlük yaşantının önemli tartışma konularından biri haline geldi. Oysa geçmişte konuşulmayan bir konuydu bu. Yerelde üretilen çeşitler üzerinden yaratılmış mutfak kültürüyle besleniliyordu. Kimsenin aklına yediklerimiz sağlığımızın düşmanı mı diye gelmiyordu. Bütün bir üretim süreci izlenebilen gıdalar tüketiliyordu.
İlaç kalıntısı var mı, hormonlu mu, antibiyotikli mi, GDO’lu mu, hangi tohumla üretilmiş gibi sorular ve gıdalara güvensizlik endüstriyel tarım sonrası başladı. Kırsal alan boşaltıldıkça, kentlerin nüfusu arttıkça, tarımsal üretim süreçleriyle ilgili bilgi azaldı, kaygılar büyüdü.
İşlenmiş gıdalara gelince bilinmezlik daha da büyük. Paketlerin üzerindeki yazılı katkı maddelerinin ne olduğunu anlayabilmek için neredeyse bir uzman desteğine ihtiyaç var. Bilebildiğimiz, işlenmiş gıdaların çoğunun altında bulunan üç ürünün varlığı; mısır, soya ve kanola.
Mono kültüre dayanan, şirketlerin yıldızı olan bu üç üründen biri soya; et fiyatlarının artması karşısında alternatif protein kaynağı olarak gösteriliyor. Soya üzerine medyada methiyeler düzülüyor; “kırmızı etten daha ucuz ve sağlıklı et”, “alerji yapmayan süt”, “kanserden koruyan yiyecek”, “ucuz protein kaynağı”, “anne sütünden daha iyi bebek maması” gibi.
Vandana Shiva’nın elli yıl öncesine kadar hiçbir kültürde kullanılmadığını söylediği soyaya, sadece Japon ve Çin kültürlerinde rastlanılıyor. Onlar da geleneksel fermantasyon yöntemleri uygulayarak kullanıyorlar soyayı. Çünkü “ soya hormon dengesizliğine yol açan yüksek oranda izoflavon –bazı bitkilerde bulunan östrojen benzeri bir madde- ve bitki kaynaklı östrojen içeriyor.” (1)
“Soya protein sindirimini sağlayan tripsin etkisini bozuyor. Ayrıca içerdiği fitatlar kalsiyum, demir, çinko gibi hayati minerallerin bağırsaktan geçmesini azaltıyor. Soyanın diğer zararları arasında D vitamini eksikliği, asteoporoz, hazımsızlık, alerji, bağışıklık yetersizliği, trioit hastalıkları, bunama, kısırlık, kanser ve kalp kası hastalıkları var.” (2) İşte soyanın bütün bu özelliklerini en aza indirmek için fermantasyon yöntemi kullanılıyor. Oysa yüzlerce işlenmiş gıdada bulunan soyanın çoğu fermente edilmemiş.
Sağlıklı olmaları soya ile ilişkilendirilen uzak doğulular sanıldığı gibi çok da fazla soya tüketmiyor. Günlük tüketimleri 7-8 gram arası. Üstelik onlar “soyadan yapılmış peynirler, soyalı tatlılar, soya sütleri, ya da taklit soya şarküteri etleri tüketmiyorlar.”(3)
Dahası korku filmi gibi: “Araştırıcılar soyalı mama ile beslenen yedi bebekteki östrojen düzeylerinin adet dönemleri olan erişkin kadınların kanlarındaki östrojen düzeylerine eriştiğini göstermişler. Sadece soyalı mama ile beslenen bebeklerin aldıkları östrojen miktarı vücut ağırlığına ayarlandığında en az 5 doğum kontrol hapına karşılık gelmekte. Son yıllarda kız çocuklarının çok erken yaşta ergenliğe girmelerinde soyanın payı az değil.
Soyalı mama ile beslenen maymunların testosteronlarının yüzde 70 daha düşük olduğu da gösterilmiş. Herhalde genç Uzakdoğulu rahiplerin cinsel isteklerini bastırmak için soya yemeleri bu yüzden olsa gerek. Son yıllarda erkek çocuklarda görülen meme büyümesinin (jinekomasti) de sorumlusu olarak bitkisel östrojen kaynağı soyalı gıdaların aşırı tüketilmesi gösterilmekte.” (4)
Sorun soyanın fermente edilip, edilmemesinde deniyor olsa da; işlenmiş gıdaların yüzde 60’ında bulunan soyanın çoğunluğu fermente edilmemiştir. Öyleyse geleneksel yemek kültürümüzde olmayan bu ürünü, biz niye tüketmek zorunda kalıyoruz. Çünkü soya bir Amerikan projesidir. “ Gıdalarda soyanın teşvik edilmesi 1998 ve 2004 yılları arasında ABD hükümetinin sağladığı 13 milyar dolarlık sübvansiyonla desteklenmiş devasa bir deneydir. Amerikan soya endüstrisinin yıllık getirisi 80 milyon dolardır.” (5)
Şirketler bizlerin beslenme alışkanlıklarını kendi istekleri doğrultusunda değiştirmektedir. Protein kaynağı olarak kampanyalarla tanıtılan soyaya alternatif birçok zengin gıdaya sahibiz. Fasulye, nohut, mercimek, bezelye, bakla gibi.. Ne yazık ki, ülkemizde şirketlerin isteği doğrultusunda uygulanan tarım politikaları sonucu bakliyat ekim alanları giderek daralmakta ve üretimi düşmektedir. Eskinin önemli baklagiller ihracatçısı olan Türkiye, artık bu ürünleri ithal etmek zorunda kalmaktadır.
Bu yıl, Birleşmiş Milletler, Gıda ve Tarım Örgütü –FAO- tarafından Bakliyat Yılı ilan edilmiştir. Daha önce FAO’nun Toprak Yılında daha çok toprak gaspına, Küçük Çiftçiler Yılında daha çok küçük çiftçinin üretimden kopmasına neden olacak politikalar uygulayan hükümetin Bakliyat Yılında da benzer uygulamalar içinde olacağı açıktır.
Esas olan üretici ve tüketiciler olarak Bakliyat Yılında neler yapabileceğimizdir. Soya gibi kendi yemek kültürümüzde olmayan ürünleri tüketmeye sessizce devam mı edeceğiz, yoksa kendi kültürümüze uygun ürünlerin üretilmesi için politikalar mı geliştirip mücadele edeceğiz. Çözüm açıktır ve gıda egemenliğindedir.
1. Vandana Shiva, İnadına Canlı
2. Prof. Dr. Ahmet Aydın, Gıda Hareketi
3. Prof. Dr. Ahmet Aydın, Gıda Hareketi
4. Prof. Dr. Ahmet Aydın, Gıda Hareketi
5. Vandana Shiva, İnadına Canlı
Kaynak : ÇağdaşSes – 8 Nisan 2016