Doğayı emrine verilmiş bir işletme sananların bir gecekondu gibi hesapsız-kitapsızca kuruldukları o kıyılarda ‘kirletmeyip, bulandırdıkları su’, tek tek her bir insanoğlu için var…
İskender Aruoba’nın 30 Ağustos 2010’da Radikal gazetesindeki köşesinde yayımlanan Balık Çiftlikleri hakkındaki, “Can Dündar, epistemoloji ” başlıklı yazısına zorunlu bir yanıt:
İskender bey,
30 Ağustos’ta Radikal’de yayımlanan “Can Dündar, epistemoloji” başlıklı hayli iddialı yazınızdan benim özetle anladığım şu: Size kalırsa, balık çiftlikleri çok iyi bir şey.
Kamuoyunun bunun tam tersini düşünmesinin nedeni, biz sıradan Türkiye vatandaşlarının bir türlü ‘bir Batılı gibi düşünmeyi’ kıvıramamamız.
Yani, siz tam öyle demiyorsunuz ama pekala anlaşılıyor, yeterince balık yiyemediğimiz için ‘kalın kafalı’ oluşumuz.
Size göre kimi gazeteciler de tutmuş, bilir bilmez bu olumsuzluk değirmenine su taşıyor.
Oysa bu biraz pis işe bulaşanların, geçmişte de, bugün de yaptıkları hiçbir yanlış, hiçbir ‘açıkgözlük’, hatta ‘açgözlülük’ filan da yok ortada. Söylenenler külliyen “laga luga…”
İskender bey, sizin içinde yaşadığınız hayâl alemi beni ilgilendirmez ama, gerek bu tezler, gerek onları draje etmek için kullandığınız ve 2010 yılında hâlâ düşünce omurganızı oluşturduğu anlaşılan o kaba pozitivizm artık çok köhne; ve zannettiğiniz gibi olan biten her şeyi açıklamaya filan da yetmiyor.
Hele, Batı düşünce gelişiminden yerli-yersiz örnekler vererek ‘bizi bize şikayet etmeye’ kalkmanıza rağmen, balık çiftlikleri denen karmaşık konuyu ‘pürü pak’ göstermenize hiç yetmiyor.
‘Batılı’
Ama haklısınız, o görüşte kırk yıllık ezberini inatla sürdürerek – yazınızda sizin de yaptığınız gibi- kendi halkını ‘bütün yanlışların müsebbibi’ gibi görüp işin içinden çıkabilen, bu küçümseme cüretini pervasızca yol edinmiş bir pseudo Batılı insan tipi var bu ülkede. Bu bir kurnazlık türü. Bundan çok ekmek yenildi bu memlekette. Eh, ne yapalım, her toplumda her türlü insan yaşar. Gel gelelim, vahim olan ne biliyor musunuz?
“Batılılaşamadılar ”, “bilgiyi kullanmayı öğrenemediler ” diye kendi insanını sizin de kalkıştığınız gibi kaba bir edayla yerenlerin kahir çoğunluğu, o halkın kendi kültürüne hakiki olarak vakıf kimi düşünce erbabının yanında, geride kalanın asıl ‘kendileri ’ olduğunun farkında bile değiller.
Öte yanda, yere göğe koyamadığınız anlaşılan Batı düşünce dünyası da sizin bıraktığınız yerde yerinde saymıyor.
‘Modern insanın’ belki de en büyük yanılgısının/yanlışının, o büyük harfle yazdığınız ‘Akıl’ın “doğaya tümüyle hükmederek onu alabildiğine değiştirebileceğini düşünmek ve buna kalkışmak” olduğunu irdeleyen pek çok hatırı sayılır görüş var bugün.
Bunun, gittikçe daha çok yüzleştiğimiz onulmaz büyüklükte kimi sorunların temelini oluşturduğunu öne sürenler var. Çünkü doğa onunla çok oynamaya gelmiyor. İnsanlar oralardaki eğitim kurumlarında bunları tartışıyor. Çünkü gelecek için bir umut da varsa eğer, insanoğlunun hakikati dürüstçe idrak edebilme ihtimalinde var.
Bizde ise, o malum düşünme metodunun daha ilkokul sıralarında ‘eksik’ bıraktığı bir sürü yarı aydın, konu ister siyaset olsun, ister balık çiftlikleri- televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde ve de ortalıkta (yazınızda “çiftlikler yeterli olmadığı için balık yiyemeyen” insanımız için mahcubiyet duymadan kullandığınız deyimle) “sersem sepelek” boy gösteriyor.
‘Doğayla iç içe’
Ama mesele bu da değil. Bilir misiniz, ‘tek doğrunun biricik tapu sahibi’ bu Türk pozitivistlerinden daha da fenası, ruhen ‘ilkel kapitalist’ ama esasta sonradan olma bir tür ‘yarım yamalak küçük burjuva girişimci’ tipidir. (İsteyen Oğuz Atay’ı açar, ne demek istediğimi öğrenir.) Bunların bir bölüğü kapağı Bodrum’a, benzer kıyı kasabalarımıza atmıştır. Oralara başlangıçta sözüm ona, “doğayla iç-içe, güzel güzel, insan gibi yaşamak” özlemiyle gelirler.
Ama bir de bakarsınız, bunu bir kış bile geçmeden çarçabuk unutup, topukları kıçlarına vura vura denizde ve karada, ormanlarda ve sit alanlarında ‘rant peşinde’ koşmaya başlamışlar!
Eminim Bodrum’a yerleşmiş biri olarak- bu ‘karakter’ size hiç mi hiç yabancı gelmiyordur. En büyük eksiği ‘o konuyla ne gibi bir akçeli ilişkinizin olduğunun belirtilmemesi’ olan köşe yazınızda, ‘Balık çiftliği’ meselesine adamakıllı vakıf olduğunuzu ifşa etmişsiniz.
Bundan benim hiç şüphem yok. Okurlar da emin olabilirler. O nedenle -okurlar bilemeyebilir ama- siz mutlaka şunu da bilirsiniz: Bu ilginç insanların bir kısmı (ciddi ve büyük kurumları tenzih ederim) -kokuyu anında alıp balıklama atlayarak- Ankara’nın ‘bürokrasi klanları’yla her daim sürdürülen ‘sıcak ilişkilerini’ kullanıp, yıllar önce ilk izinleri koparan ve durup dururken birer ‘balık çiftçisi’ oluverenlerdir. Bilmem bu uyanık girişimciler arasında tanıdıklarınız var mı?
Bir de, gene siz yazmadığınız için, şunu hatırlatmam kaçınılmaz oldu:
O günlerde (80’li yıllar sonları), o insanların bir kısmı (hem de bu alan, onların ne işleri-güçleri, ne de uzmanlıklarıyken) ‘yasal düzenlemeymiş’, ‘sorumlu kurummuş’ düşünmek hak getire, “istim arkadan gelsin” diyerek kendilerini bu işlere atıverdiler. Hem de uyarı filan dinlemeden, balıklama! Tıpkı mal bulmuş mağribiler gibi!
Ama aradan yıllar geçti, insanlar bu başıboş pervasızlığa feryat etti, bir de baktık, bir Şark kurnazlığıyla, mesela sizin “Batılı kafa yapısı”ndan dem vuran köşe yazınızda “epistemolojik öncelikten” kapı açıldı!
Gene sizin yazınızda “El-alemde bu işin bakanlığı var, biz de bir şube müdürlüğü bile yok” diye yakınılmalar öne sürülüverdi! Pek Uzatmayıp toparlayacak olursam, andığım bu iki olgunun ‘ortak mahsulü’, “doğayı kendi ait bir ‘w işletme’ gibi görebilen” izan yoksunu, tehlikeli bir kafa yapısıdır. Bu kafa dara düşünce, giriştiği zorlamalarla ilgili olarak -esasında kerameti büyük para babaları düzeninin çıkarlarından menkul- öyle ‘akılcılık’, ‘verimlilik’, hatta ‘insanlık’ tezleri uydurur ki, şaşar kalırsınız. Kendi küçük hesapları için kendini kandırdığı yetmezmiş gibi, başkasına da bunları satmaya kalkışır.
Bodrum’da kapının önündeki güzelim denizi satamıyor musun, öyleyse “akılcılık” mavalları uydurup içine eder, kirletirsin! Gittiği yere kadar gider, gerisini sonra düşünürsün. Öyle ya, ağaç değil ki bu meret, gölgesini satamadığın için kesesin! Bu zihniyet öyle zararsız bir oyun gibi, gülüp geçilecek bir şey değildir.
Neticede bir gazete köşesinde tesadüfen okuduğum çiftliklerinin denizin içine ettiği şey için, “buna kirlilik denmez, bulanma denir” kabili, ‘akıllara ziyan’ bir abuklamaya karşı duyduğum, o satırın yazarı olarak size pekâlâ şaşırtıcı gelebilme ihtimali yüksek tepkimin nedeni de özünde budur.
Çünkü, İskender Aruoba bey, doğa, -ağaçlar, denizler, balıklar, vs- ‘gölge satıcılarının’ işletmesine teslim edilmiş bir ‘sermaye ’ değildir. Ve dikkat buyurun, ‘deniz’ denilen o şey, siz dahil, hiç kimsenin ‘babasının çiftliği’ de değildir.
Doğayı emrine verilmiş bir işletme sananların bir gecekondu gibi hesapsız-kitapsızca kuruldukları o kıyılarda “kirletmeyip, bulandırdıkları su” ise, tek tek her bir insanoğlu için vardır. Onu -diyelim ki geçici bir an için bile olsa- ‘bulandırmakta’ bir beis gör/e/meyen; dolayısıyla da başkalarının haklarına alenen ‘saldırgan’ davranan bir tuhaf ‘akıl’dan (bana göre demagoji, yazınızda büyük akıl kavramlar altında bu saldırganlığın gizlenmeye çalışılmasındaydı) koruma görevi de yarın benim torunlarımındır.
Size şu son cümleyi, ola ki bir yerlere değer diye, yüzmeyi küçük yaşta Boğaz’da öğrenmiş ama şimdi akşamları o kıyıda yürürken bazen kahrolan biri olarak yazacağım:
Bir takım insanlar çocuklarına, artık ‘denize girmek’ diye bir şeyin ancak masal kitaplarında okunduğu günlerde yemeleri için, tertemiz denizler yerine, denizden kazanılmış leş gibi suni yem kokan servetler bıraksa ne yazar, bırakmasa ne yazar?
Kaynak : Radikal – 2 Eylül 2010