I. BÖLÜM
“Doğanın ortadan kaldırılmasının devindirici gücü bilimin yaratıcı biçim verici projesi değil, doğanın karşılıksız olarak verdiği ve herkesin erişebildiği birincil servetleri yapay ve ticari servetlerle ikame etme yönündeki sermayenin projesidir. Dünyayı metalara dönüştürmek. Sermaye de bu metaların üretimini tekelleştirerek kendini insanlığın hakimi kılar.” Andre Gorz
Tarımın da bir tarihi var, hayatımızdaki diğer herşey gibi. Her tarih anlatısı gibi geçmişimizi oluşturan ve geleceğimizi belirleyen bir anlatı bu. 2 milyon yıl boyunca yabanıl bir şekilde yaşayan insan topluluklarının neden yerleşik yaşama geçtiği ve tarım yapmaya başladığıyla ilgili farklı iddialar olsa da hikayemiz bu soruyla başlıyor. 10 bin yıl önce insanlar ekinin bol ve toprağın verimli olduğu bölgelere yerleşerek avcı-toplayıcı geleneklerini terk ediyor ve yerleşik-toplayıcı olarak yaşamaya başlıyorlar. Bilinen en eski tarım merkezi olan Suriye-Filistin alanında (Bereketli Hilal) yerleşik-toplayıcıların tarıma geçişi 1000 yıldan fazla sürüyor.
Tarım, mülkiyetin doğuşunun vesilesi olarak görülür çoğu kez. Ancak tarımdan önce başlayan ritüeller, lider etrafında toplanmaya başlama, tarımla birlikte mülkiyetin doğuşuna da kaynaklık etmiştir. Mülkiyetin iktidarla ilişkisi, tarımla olduğundan daha açıktır. Şunu da eklemek gerek, hikayemiz tek değil.Aslında bu, en büyük, başka küçük hikayelere yaşama şansı vermeyen, onları da dönüştüren bir hikaye. Avcı toplayıcı olarak yaşamına devam eden insan toplulukları olduğu gibi, bugün Çatalhöyük kazılarıyla ortaya çıkan yerleşik oldukları ve tarım yaptıkları halde hiyerarşik ilişkiler kurmayan topluluklar da vardı. Üstelik tarım yapmaya başlamadan önce insanlar yoksunluk içinde yaşıyordu gibi kaynağı tartışılır görüşler de geçerliliğini yitirmiştir. Sahlins ,Richard Lee’nin, Buşmanlarla ilgili hazırladığı iki rapora dayanarak şu bilgiyi verir; “Görünürdeki anlamıyla değerlendirirsek Buşmanların yiyecek toplayıcılığı, II. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemdeki Fransız çiftçiliğinden daha verimlidir.” Ayrıca Buşmanların tarımcılık yapan komşuları da, kuraklık dönemlerinde ve açlık tehlikesi altında olduklarında avcı-toplayıcılığa dönmüşlerdir. Tarım sadece “verimlilik” düşünüldüğünde dahi tek seçenek değildi. Ancak iktidarın çevresinde örgütlenerek, giderek merkezileşen yerleşik hayat “tarım”ı bir zorunluluk haline getirmişti. Görünen odur ki, insanlar yaşamlarını farklı biçimler altında paylaştılar ve örgütlendiler ama ne yazık ki bizimde dahil olduğumuz bu kötücül hikaye baskın çıktı.
Adına uygarlık dediğimiz kültürel yaratımızın kökeninde bugün anlattığımız tüm hikayelere biçim veren bir etken var; İnsanın doğanın dışında, ona hükmeden, onunla sürekli savaş halinde bir varlık olarak kurgulanması. Yani kağıda bir doğa resmi çizeriz ama bu resimde insan yoktur, insan bu resmin dışındaki “çizen”dir. Örneğin doğada her canlının bir yuvaya ihtiyacı vardır, insanın da. Ancak bu resimde ağaca yuva yapan bir kuş görebilmemiz muhtemelken, kargıları toplayıp, üzerine çamur sıvayarak kendi kulübesini inşa eden insanı görmemiz biraz zordur.
Sahlins, Philippe Descola’dan aktarır; “ Modern Batı’nın doğayı temsil etme tarzı, yaygınlık bakımından dünyada en az paylaşılan şeydir. Gezegenin birçok bölgesinde insanların ve insan olmayan diğer varlıkların, birbiriyle kıyaslanması olanaksız olan dünyalarda, farklı ilkelere göre geliştikleri tahayyül edilmez. Çevre, özerk bir alan olarak nesnellikten oluşmaz, bitkiler ve hayvanlar, ırmaklar ve kayalar, meteorlar ve mevsimler, insanın mevcut olmamasıyla tanımlanan aynı ontolojik düzlemde var olmazlar.”
İnsan kendi ihtiyacı dışında başkalarını da doyurabilmek için ekip biçmeye başladığında ekolojik-sistemde hatırı sayılır bir faktör olarak iş görmeye de başladı. Ancak 10 bin yıl önce başladığı varsayılan hikaye karnımızı doyurmaya yönelikti yani geçimlik tarım yapıyorduk. Avcı toplayıcıyken ektiğimizden bir miktar daha fazla ekiyor, bu ekin bize yetmediği için yabani yemişleri toplamaya devam ediyorduk. İlkel ekonomide üretimin amacı “ihtiyaç duyulan şeyler”in temin edilmesiydi ve bu ‘şeyler’in bir sınırı vardı.
İlkel halklar siyasi bir otoritenin çevresinde örgütlenmeye başladıkça üretimin yoğunluğu artar. Aile içinde gayet mütevazı ölçülerde sürdürülen geçim faaliyetleri, bir liderin denetimi altında artı-ürün sağlanabilecek şekilde çeşitlenir ve yoğunlaşır. Yine de ihtiyaç duyulandan fazla üretim yapmak zenginleşme amacıyla değil, şan ve şöhret edinmek, itibar kazanmak amacıyla yapılır. Çünkü köy veya klan içerisinde bu statüyü edinmenin tek yolu cömert olmaktır. Lider konumundaki kişi cömertliğiyle iktidarını meşrulaştırır ve topluluk üyelerini, daha büyük bir kamusal fayda için fazla çalışmaya teşvik eder. “Siyasal yaşam, üretime yönelik bir uyarıcıdır. Fakat bu işlevini değişen derecelerde yerine getirir. (…) Toplumsal mevkinin ve şefliğin gelişmesi, aynı hızla üretici güçlerin gelişmesi demektir.”
Bitkilerin kültüre alınmasının -yapay seçilim- tarihi de yerleşik-toplayıcıların tarımla uğraşmalarıyla başlıyor. Tarım icat edilmiyor zira tohum ekmek, hasat etmek, bitkileri tanımak zaten avcı toplayıcı grupların becerileri dahilinde. Örneğin bir avcı toplayıcı topluluğu ayrıldığı yere bıraktığı tohumları, ertesi sene yiyerek karnını doyurabiliyor. Bu toplulukların önem verdikleri bitkileri ektikleri de biliniyor, tütün bunlardan biri. Hatta tarımın bu ikinci derecede öneme sahip bitkilerin ekilmeye başlanmasıyla geliştiğini düşünenler de var. Bitkinin defalarca ekilerek yabani halinden uzaklaşmasına “kültüre alma” deniyor. Yabani halinden uzaklaşmasını şöyle açıklayabiliriz, kendiliğinden yetişen bir buğday tanesinde bitkinin bir çok farklı doğal parametreye uyarlanabilmesini sağlayan özellikler mevcuttur. Kimi buğday tohumları geç, kimileri erken çimlenir, kimileri iklim koşulları uygun olmazsa çimlenmeyi erteleme yeteneğine sahiptir. Ürününüzü hasat etmek için tarlaya girdiğinizde çimlenmiş olan ve o hasada yetişen buğday tohumlarını toplar, tohumu da bu toplam içinden seçersiniz. Dolayısıyla tarıma uygun olmayan ama doğada o bitkiye hayatta kalması için avantaj sayılan bir çok özellik elenmiş olur ancak bir çok başka özellik de hayatta kalır ve yayılır. Örneğin bol tane veren başaklar daha fazla ekilir. Mazoyer bize; kültür buğdayının tarihinin ancak bir kaç kuşağı kapsayabileceğini, gerçek bir ıslah için ekilen tohumların sayısının, hasat edilen tohumları kat be kat aşması gerektiği gerçeğini hatırlatıyor. Aslında bu bilgi tüm kültür bitkileri için geçerli. Kabaca 2-3 kuşaktır yaptığımız şeyle, 10 bin yıldır yaptığımız şey arasında devasa bir fark var.
Sahlins, tarımın ortaya çıkmasından Endüstri Devrimi’ne kadar yılda kişi başına yararlanılan enerji, paleotik ve neolitik ekonomilerde aynıdır, insanlık tarihi boyunca da sabit kalmıştır, der. Neolitik Çağ’da (Cilalı Taş Devri) toplayıcı gelenekleri terk edip tarıma geçmeye başladığımız düşünülürse, şu durumda insan toplumunun çalışması ve üretkenlik açısından asıl farkı yaratan tarım değil, Endüstri Devrimi ve sonrası olmuştur. 19.yy’a kadar insan etkinliklerin çevreye etkisi oldukça sınırlıydı. Makineleşme ve fosil yakıtların kullanılmaya başlanmasıyla, endüstriyelleşme etkisi , çok az sayıda canlı ve yaşam formunun dışarıda kalabildiği bir baskı gücüne erişti. Bir örnekle bu etkinin sınırlarını tahayyül edebiliriz; “2003 yılında Avrupa Çevre Komisyonu’ndan Margaret Walström,insan vücudunda biriken kimyasal maddeler sorununun yaşamsallığını vurgulamak için kan testi yaptırmış ve vücudunda, 77 adet insan yapımı kimyasal maddeden 28’ine rastlanmıştı. Bunların içinde 1950’lerle 70’ler arasında tarımda yoğun biçimde kullanıldıktan sonra yasaklanan DDT’de vardı.” Bu bir dereceye kadar akılcılaştırılabilir bir örnek olabilir ama aynı tarım zehiri (DDT) kutuplardaki penguenlerin dokularında da çıkmıştı.
Endüstirileşmeye gelene kadar geçtiğimiz tarım aşamalarını şöyle adlandırır Mazoyer;
- Kesme-yakmaya dayanan geçici tarım sistemleri
- Hafif sabanla yapılan nadaslı tarım sistemleri
- Ağır sabanla yapılan nadaslı tarım sistemleri
- Ilıman bölgelerde nadassız tarım sistemleri (Endüstri Devrimi dönemi. Mazoyer ve Roudart bu dönemi, “Birinci Tarım Devrimi” olarak adlandırıyor.)
- Hayvan çekişli araçlarla yapılan tarımın makineleşmesi ve ulaşım devrimi
- Motorlaşma, makineleşme, mineral bakımından zenginleşme – burada yapay gübreden bahsediliyor- seleksiyon, uzmanlaşma ( Modern Çağ İkinci Tarım Devrimi)
Bu yöntemler dünyanın her yerinde eşit bir biçimde uygulamaya konulmadığı gibi bir ardışıklık da izlemeyebiliyor. Bir yöntem, dar bir alanda daha önce uygulamaya konulmuşken, yayılması için başka politik, sosyal gelişmelerin beklenmesi gerekebiliyor. Tıpkı nadassız tarım sistemlerine benzer, bitki ekiminin nöbetleştiği rotasyonların nimetlerinin, Geç İlk Çağ’dan itibaren biliniyor olmasına rağmen ancak Endüstri Devrimi’yle yaygınlık kazanmasında olduğu gibi. Tahmin edilebileceği üzere nadassız tarım sistemleri uygulama alanı bulabildiği ülkelerde köylünün tüm zamanını kaplayan bir iş takvimi yaratacaktır. Bu modelin 5-10 hektarlık bir toprağı olan, diğer ekim araçlarıyla birlikte çekişli bir araca da sahip, yalnızca aile üyelerini çalıştıran orta köylü işletmeleri için uygun olduğunu da söylüyor, Mazoyer. Bu köylü 19. yüzyılın başlarından itibaren geliştirilmeye başlanan tarım makinelerine yatırım yapamadığında, daha küçük bir toprağa veya yeterli aile üyesine sahip olmadığında elenmeye mecburdur. Üstelik köylünün en büyük sorunu bu da değildir. Endüstri Devrimi diye özetlediğimiz süreç sermaye birikiminin koşullarının olgunlaştığı, iktidarın hükümdarlardan, monarşilere oradan da cumhuriyetlere devrinin gündeme geldiği, aristokrasinin yerini burjuvaziye bıraktığı süreçti. Bu süreç ilk meyvelerini İngiltere’de verdi. 16. yüzyıldan itibaren toprak senyörleri kumaş endüstrisinin yün talebine cevap verebilmek için ortak alanları çitle çevirerek, sadece kendi sürülerine otlak veya yemlik ekimi için kullanmaya başladılar. O zamana kadar toprak sahibinin ya da işletmecinin kullanım hakkı, özel, sadece kendisine ait bir kullanım hakkı değildi. Hasat kaldırıldıktan sonra nadasa bırakılan topraklar, hatta meyve bahçeleri ve bağlar bile herkesin ortak kullanımına açık sayılıyordu. Köylüler hayvanlarını bu alanlarda otlatabiliyor, bu topraklardan kereste, odun sağlayabiliyordu. 18. yüzyılda “çitleme hareketi” parlamentonun da desteğiyle yasal bir statü kazanarak yayıldı. Ortak mülkiyetin, özel mülkiyete dönüşmesi sonucu 19. yüzyılın ortalarında toprakların büyük bir bölümü büyük toprak sahiplerinin eline geçti. Görüldüğü kadarıyla toprağın el değiştirmesi Endüstri Devrimi trenine er veya geç atlayan tüm ülkelerde daha çok orta ve büyük işletme/toprak sahiplerinin işine yaramıştır. Küçük köylüler ve topraksız köylülerin büyük bir bölümü içinse kentin yolu görünür. Bu gelişmeler kır nüfusu dışında tamamen kırın olanaklarına muhtaç, sınırsız yiyecek ve hammadde talep eden ve hızla büyüyen bir kent nüfusunun oluşmasına sebep olur. Toprağın kullanımı artık bu “sınırsız” ihtiyaçlara göre şekillenecektir. Kentleşme ve nüfus yoğunluğunun merkezlerde birikmesiyle birlikte, o güne kadar, topraktan bitkiye, bitkiden insana, insandan toprağa geçerek yaşamın devri-daim motorunu çalıştıran denge yokolmaya yüz tutar.
Birinci tarım devrimiyle beraber tarihte ilk kez toplam üretimin yarısından fazlası, ihtiyaç dışı, ticarileşebilir, ürün haline gelir. Elbette bu sonuç, tarımın endüstrileşmesini ve özel mülkiyetle birlikte toprakların ranta açılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu zamana kadar üretilen ürünler insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere iç piyasada tüketilen ürünlerdir, tarım, istikrarlı bir şekilde üretim fazlasına sahip değildir.Yine Mazoyer’in verdiği bilgilere göre, 1900 yılında dış ülkelerle yapılan değiş-tokuşların net bilançosu üretimin %10’unu geçmez. Bu devrimin sonuçları bakımından yarattığı “olumlu/olumsuz” etki ancak Endüstri Devrimi’nin yeşerdiği Avrupa’nın kuzeyinde hayat bulmuş, dünyanın geri kalanıyla arada endüstriyel ve tarımsal açıdan derin bir yarık oluşmasına sebep olmuştur. Bu yarık 2. Tarım Devrimi’yle kısmen kapanacak, ancak devrimin sonuçları açısından endüstrileşmiş ülkelerde tarım nüfusu toplam aktif nüfusun %5’ine düşecektir. Bugün aynı endüstrileşmeyi yaşamamış Türkiye tarım nüfusu da %5’lere çekilmeye çalışılmaktadır.
Köylü yaşamını idame ettirebilmek için üretmesi gerekenden fazlasını üretmek zorunda bırakıldıkça, toprağa büyük toprak sahipleri el koydukça, eşitsiz üretim koşulları serbest ticaret sayesinde “üretim fazlası” yaratarak ucuzlaşan gıda fiyatlarının yükünü köylüye yıktıkça, “yeter” ölçüsüne dayalı tüm hayat biçimleri yokolur. Bu altüst oluşun gerçekleşebilmesi için “yeter” diyen, karnı doyunca daha fazlası için çalışma ihtiyacı hissetmeyen köylünün geçim kaynaklarından yoksun bırakılması, kente yerleşmeye, işçi olmaya zorlanması gerekmişti.Türkiye’de tarım toprakları üzerinde özel mülkiyet hakkı, ik kez 1858’de tanınıyor. “1940’lı yılların başı itibariyle yapılan tahminlere göre, 500 dönümden aşağı olan küçük toprak mülkleri, bütün toprakların “86,34’ünü teşkil ediyor ve mülk başına ortalama 60 dönüm düşüyordu.” Yani topraklarımızın büyük bir bölümünü küçük üreticiler/köylüler işliyordu. 1924’te toplam istihdam içinde tarım kesiminin payı yüzde 89,6 iken, bugün bu oran yüzde 23,6’ya düşmüştür ve milli gelirin sadece yüzde 7,2’sini üretmektedir. Bu derecede düşük verimlilik, tarımdaki emek fazlasının göstergesidir.” Bu emek fazlasıysa, AKP’nin, tarımın altındaki tüm desteği oyan ancak oy deposu olarak köylüye sadakayı da esirgemeyen politikalarıyla taçlandırılır. Kalan köylü nüfusunun genç üyeleri kente göçmeyi tercih ederken orta yaş ve üzeri üretimsizliğe itilmektedir.
Makal, köylünün dünyası üzerine Sarc’ın görüşlerini aktarır; “köylünün görüşleri maddileşmiş olmaktan uzaktır. Çiftçimizin kaide olarak toprağı başında kalmağı, refah seviyesini yükseltmeğe tercih ettiği söylenebilir. Türlü incelemelerden, köyde hayat şartları güçleştiği, mesela toprak sıkıntısı başgösterdiği takdirde dahi, çiftçinin arazisinden ayrılmak istemediği, yüksek ücretlerin onu devamlı surette fabrikaya celbedemediği, kazancı kendisine kafi gelmeyince şehre umumiyetle muvakkaten kalmak için gittiği neticesi çıkmakta ve son 20 yıl içinde sanayileşme yolunda atılan adımlara rağmen memlekette sezilir bir şehirleşme cereyanı göze çarpmamaktadır. (…) Maddileşmemiş olan hayat görüşlerine uygun olarak, bir kısım köylülerde azla iktifa etmek ve mahdut ihtiyaçlarının karşılanmasına yetecek dereceden fazla istihsal etmemek temayyülü mevcuttur.” “Kapitalist birikim yasasına göre sermaye, yeterli birikim düzeyine eriştiğinde bu yaşam biçimlerini öyle veya böyle yerinden edecektir. Köylü elindekinden fazlasını istemek için bir sebebinin olmadığı, henüz şehir ışıklarının, kendisinden başka her şeyi sönükleştirmediği bir dönemde bu yasanın zoruna rağmen direnmiştir. Köylülerin yaşam biçimi, burjuva düşüncesi olan “insan ihtiyaçlarının sonsuz olduğu öncülünden” hareket etmez. Polanyi’nin deyişiyle, liberal virüsten en az etkilenen kesimdir köylüler. Topraklarını koruma isteği, piyasa ekonomisi ortamında, onları, gelenek ve geçmişin koruyucusu rolüne iter. Bu rolleri yüzünden, “özel mülkiyet”in tehlikeye girdiği anlarda, işçilerin karşısına da çıkarılmışlardır. Ta ki devlet ve burjuvazi, kendi polis ve ordusunu sağlama alıp, paramiliter güçlerini oluşturana kadar. Bu aşamadan sonra siyaset sahnesinde, köylü temsili ve sözcülüğü yapmak gereksizleşir. Şunu bilelim, düzenli çalışma eğilimini yaratabilmek için devlet, Milli Koruma Kanunu(1940-1947) aracılığıyla zorla işçileştirme yöntemlerine başvurmuş veya kamu iktisadi teşekküllerini (KİT) kurarak sosyal politikalar (Sosyal konut, gıda ve giyecek yardımı, ücret artışı vb.) yoluyla, köylüyü toprağından ve geçim araçlarından uzaklaştırmanın her yolunu denemiştir.
Bir yaşam biçimini diğerine tercih etmek şart değil. Ancak tarım adına bildiğimiz herşeyi borçlu olduğumuz köylünün neden sonra topraklarından ayrılmaya razı geldiğini, bu toprakların nasıl bir zihniyetle talana açıldığını görebilmek ve artan dünya nüfusundan dem vurup GDO’nun bu nüfusu doyurmaya tek çare olduğunu iddia edenlerin, nüfusun neden arttığını da kimlerden oluştuğunu da sezebilmesi önemli. Bu süreç devam ediyor, dünyanın her yerine yayılan yoksul nüfus işte bu geçim kaynaklarından yoksun bırakılarak yedek sanayi/hizmet ordusuna katılmak üzere kente göçüp şehrin çeperlerinde kendine yer açmaya çalışan kır insanları ve halihazırda kırdan kente göçen kesimin cehennemde gözünü açma talihsizliğine uğramış yeni üyeleri. Nüfus artışının kaçınılmaz bir sonuç olduğunu şöyle anlatıyor Marx; “sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, bu yüzden de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir. (…) emekçi sayısında, nüfusun mutlak büyümesinden bağımsız bir artış olmadan, üretimin boyutlarında genişleme olamaz.”
Bugünümüzü asıl belirleyen, toprağın önce makinalaşma yoluyla, sonra yapay gübre, mineral, ot ve böcek zehirleri, biyoteknoloji uygulamalarına maruz bırakılarak çevresiyle birlikte yoksunlaştırıldığı, toprağın ve hayvanın üretim bandına dönüştüğü, 2,3 kuşaktır yaptığımız uygulamalardır. Bu uygulamalar başlatılana, bunca taraftar toplayana kadar toprak yüz yıllar boyunca edindiğimiz bilginin biçimlendirdiği yeşerdiği ve sınandığı yeryüzü parçalarıydı ve Endüstri Devrimi’ne kadar da ticaretin konusu olmadı. Hala geleneksel yolla işlenen tarlalar var. Köylüler soysuzlaşan bitkilerini yabani türlerle melezlemek gibi bir çok yöntemi kullanarak kendi küçük ölçekleri içerisinde yaşadıklarını sorunları aşmasını da becerebildiler. Ancak yüzyıllar süren bu sınanmadan gerekli dersleri çıkaramadan tarım, ticaretin kurallarına tabi oldu.
Kurbağayı prense dönüştürmek artık GDO’nun işi
Bu başlığı atmamın özel bir sebebi var. Italo Calvino, eğer hafızama doğru kaydettiysem, haritacılığın Venedik’te gelişmesinin sebebini, su sınırının sürekli değişmesine bağlar. Bir düzene sokma, ölçme, hesaplama, doğayı algılama biçimimize de kaynaklık eden unsurlar. GDY(Genetiği Değiştirilmiş Yiyecekler) , doğanın, sermayenin “verimlilik” hedefine uygun olmayan özelliklerini biyoteknoloji yoluyla ıslah etmek amacıyla geliştiriliyor. Temelde GDY’lerle yapılan şey, bitkinin genleriyle oynanarak ya da bitkiye başka bir organizmadan alınan genler transfer edilerek ona daha önce sahip olmadığı bir özellik kazandırmak. GDO’ları tartışmaya başlamamızın tarihi çok eski değilse de 60’ların sonundan beri bitkilerin genetik yapılarıyla oynanıyor. İlk genetiği değiştirilmiş bitki antibyotiklere dayanıklı bir tütün, tarih 1983. Sonra süreç hız kızanıyor ve ilk gen transferi yapılan mısır 1988’de aramıza buyur ediyor.
Sağlıklı beslenme üzerine tartışmalar yapıladursun beslenme alışkanlıklarımızı – kültürel alışkanlıklar dışında- belirleyen üç temel etken var; “Verimlilik, karlılık ve uzun raf ömrü.” Bugün bildiğimiz tüm tarım teknolojileri de, üç etken üzerine şekillendiriliyor. Çok sıkıcı başlıklar olmasına rağmen domatesin neden lezzetli olmadığı ve güzel kokmadığı sorusuna cevap verecek güçteler. Dün“Yeşil Devrim”in* bugün “GDO teknolojisi”nin bir kurtarıcı olarak sunulabilmesinin gerçek sebebi de onlar. Böyle bir temelin üzerine canlı refahı gözetilerek bir bina inşa edilebilir mi, sorumuz bu. Kaçınılmazlık ve risk politikaları tarafından önümüze sunulan iki seçenek var; Ya yeşil devrimin dünyadaki açlık ve kıtlık sorunuyla başetmek gibi ulvi ve az rastlanır bir amaçla önümüze koyduğu zirai zehirler, yapay gübreler, çorbasını içeceğiz, ya da açlık ve kıtlıkla başetme misyonu baki kalmakla birlikte, çeşni olarak artık topraklarımızı yok eden zirai zehirleri eskisi kadar kullanmamız gerekmeyecek de diyen GDY adındaki yemeği. GDY’yle çiftçiye “daha fazla verim, daha çok kar, daha uzun raf ömrü, vaad ediliyor Bize ise “daha vitaminli besin, açlık ve kıtlığa çare”. Herkese verilen havuç farklı. Ama dün verilen havuçla bugün verilen aynı. Halihazırda bu havuçların yaratmış olduğu sorunların aynı havuçları kullanarak çözülebileceğini savunmak masum bir savunma olarak görülemez.
GDO savunucuları GDY’nin tarihini tarımın tarihiyle başlatıyor. “Tarım yapmaya başladığımız anda zaten doğaya müdahale etmeye başladık, GDY’de bir yapay seçilimdir” denilerek bu teknoloji doğallaştırılıyor. Oysa gerçek anlamda ve tüm boyutlarıyla, bitki ve hayvan türlerinin seleksiyonuna, 2. Tarım Devrimi ile başlanır. Bu dönemde, bitkiler, yapay gübreleri emebilme ve verimli kılabilme kapasitelerine, mekanik araçlarla toplanabilmelerine, daha homojen bir olgunlaşma süreci geçirebilmelerine , dağıtım ve tüketim gereklerine, boyut, biçim ve rengine göre seleksiyona tabi tutulur, üretim başından sonuna kadar ekonominin ihtiyaçlarına ve imkanlarına göre düzenlenir. Bitkisel ve hayvansal kökene dayanan çoklu üretim terkedilerek, satışından en çok avantaj elde edilecek ürünler ekilmeye başlanır. Ekonominin belirlediği tarım faaliyetleri, ülke ve bölgeler bazında uzmanlaşmış tarım alanlarının yoğunlaşmasına ve aynı hızda biyoçeşitliliğin azalmasına, toprağın fakirleşmesine neden olur.
Uzmanlaşma ve köylünün yaşam alanlarında barınamayacak duruma gelmesinin biyo-çeşitliliğe faturası ağır olmuştur. Mazoyer ,1999’da yayınlanan “Bitkilerin Tarihi” kitabında FAO yıllığına dayanarak bazı rakamlar verir; yem ve ilaç olarak kullanılanları bir kenara bırakırsak yaklaşık 80 tane bitkinin kültür bitkisi olarak yetiştirildiğini söyler. Bu bitkiler istatistiği yapılan ve geniş ekim sahalarına sahip olabilenlerdir. Hemen arkasından da şimdiye kadar saptanabilmiş 500.000 yabani bitki olduğunu, Aborjinlerin veya Afrikalılar’ın ise yaklaşık 1000 kadar yabani yemişi toplayabilme bilgisine sahip olduğunu belirtir. -kıyaslamalar okuyucuya bırakılmıştır-
GDO’yla yapay seçilimi aynı kefeye koyanlara belki şu örneği vermek bile yeterli olacaktır; Yapay gübreler 19. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmış ancak 1900 yılında bile dünya çapındaki tüketimi 4 milyon tonu geçmemiştir. 1980’li yılların sonlarında ise bu gübrelerin kullanımı 130 milyon tona ulaşmıştır. Toprakla hayvan arasındaki döngü bozulunca yapay gübrelerin kullanımı “kaçınılmaz” hale gelir. Abdullah Aysu, bu döngüyü şöyle anlatıyor; “Buğday yetiştiriyorum ve koyunlarım var. Ekim ayında tarlaya tohumu atarız; buğday seyrek çıkar. Boyu 8-10 santime gelince koyunları tarlaya bırakırız ki buğdayları yesin. Bu sırada yere basarak buğdayları çoğaltırlar. Dışkısını toprağa bırakarak onu zenginleştirir yani aldığı besini iade eder. Haziranda biçim yaparız. Tekrar koyunu salarız tarlaya. Koyunlar bir yandan sapları koparırken yeniden gübre bırakır. Çiftçinin en önemli diğer yardımcısı da leyleklerdir. Biçer döverin arkasında giden leylekler ortaya çıkan süne ve kımılları toplayarak yer. İşte doğanın böyle bir döngüsü var.” Henüz seleksiyondan geçmemiş bir buğdaya, bugünkü buğdaylarımıza attığımız kadar yapay gübre – örneğin azot- atsaydık, büyük ihtimalle ölürdü. Ancak yapay gübrelerin kullanımının 4 milyon tondan, 130 milyon tona çıkmasına sebep olan, yapay gübreler, tarım zehirleri ve GDY’yi öneren yaklaşıma göre toprak da diğer her şey gibi bir metadır, yaşam kaynağı ve sevinci olarak değil sadece üretim faktörü olarak görülür, üretime koşulan bir insana, bir hayvana nasıl davranılıyorsa ona da öyle davranılır, ne eksik, ne fazla.
Bu seleksiyon süreci bitkilerin seçilimiyle tarımı etkilediği gibi, ürün rekoltesindeki artış bitkisel ürünlerin büyük oranlarda hayvan yemi olarak ayrılmasına, bu yem bolluğu da et, süt, yumurta tüketimi için ayrılan hayvan popülasyonunun artmasına sebep oluyor. Ancak bir farkla, hayvanlar artık meralarda değil kapalı çiftliklerde besleniyor. Meralar da orta/büyük ölçekli tarıma veya ticaret sahası olmaya terk ediliyor. Bitkilerde olduğu gibi bu seleksiyon süreci aynı saiklerle hayvanlar için de işletilir. Örneğin bu seleksiyondan geçirilmemiş bir inek yılda 15 kilo kilo kuru ot yiyip 2000 litre süt verebiliyorken, seleksiyondan geçirilmiş inek 5 kilo kuru ot, 15 kilodan fazla konsantre gıda yiyerek 10.000 litre süt verebilir hale geliyor. Elbette inek cinsleri arasından yapılan seçilim, endüstriyel üretime uygun cinsler arasından yapılıyor. Sektörleşen tarım ve arkasındaki bu seleksiyonun neye göre yapılacağını belirleyen uzmanlar kadrosu, besiciliğin verimli olması dışında her şeye kör oldukları için, önerilen cinsler, başka bir çok açıdan sakıncalı özellikler barındırdıkları halde yayılmaya devam eder. Örneğin çok süt verdiği için tercih edilen Hollanda İneği, yerli ineğin bağışıklık avantajlarına sahip olamaz. Gıdasının çoğunu oluşturan 15 kilodan fazla konsantre yiyeceğin ne olduğu ise hiç sorgulanmaz. Bir ineğin beslenme rejiminde mısır ve kemik unu’nun ne işi var, sorusu da üzerinde durulmaya değer bir soru olarak görülmez.
GDO teknolojisi kullanılarak üretilen genetiği değiştirilmiş yiyecekler (GDY) ticari bir model olarak ortaya çıkmıştır. Üretilen her bir tohumun lisansı bir şirkete aittir. Sermaye grupların desteklediği veya bizzat yürütücüsü olduğu araştırma laboratuarlarında, insanlığın ortak malı olan “tohum”, GDO teknolojisiyle “yeni” bir tohum haline getirilip, genelde ihtiyaç duyacağı zirai zehirlerle birlikte paletlenerek satışa sunulur. Yani köylülerin 10-12 bin yıllık deneyime dayanan bilgilerinin sonucunda ıslah edilmiş tohumlar – bu bilginin içine gömülmüş olduğu çekirdek- şirketlerce patentlenerek, yine aynı çiftçilere kısıtlayıcı koşullar altında sunulur. Bu duruma güzel bir isim de verilmiş; Biyokorsanlık. Her biri faaliyetleriyle birer biyokorsan olmaya hak kazanmış, tarımın dünya çapındaki hareketine yön veren 6 şirket var; Monsanto, Dow, Bayer, Du Pont, Sygenta, Basf
Bu şirketlerin amaçları bir kenara bir de şirketlerde çalışan veya akademilerde yine aynı/benzer şirketlerin veya sermaye gruplarının desteklediği fonlar veya siparişlerle araştırmalarını yürüten bilim insanları var. O herkesin önünde saygıyla eğildiği “kıtlık ve açlıkla mücadele” hattı da daha çok bu bilim insanlarının söylemleri ile çiziliyor. Polanyi, kapitalizme geçişi şöyle anlatır; “Son evreye, ‘doğal ceza’nın açlığın uygulanmasıyla erişilmiştir. Bu evreyi başlatabilmek için, bireyin açlıktan ölmeye bırakılmasını reddeden organik toplumun tasfiyesi gerekliydi.” Son evredeyiz, kimimiz açlıkla, kimimiz açlık tehdidiyle terbiye ediliyor. Söylem çok elverişli ve gün sonunda şirketlerin yapıp etttiklerine “kutsal” bir anlam atfedilmesini sağladığı gibi bilimin canlı refahını gerçekten umursayan veya umursama ihtimali olan bir kümesini de kötürüm ediyor, görünmez kılıyor, itibarsızlaştırıyor. Bunun en iyi örneğiSeralini Araştırması‘nın başına gelenler.
Açlık ve kıtlıkla mücadele yöntemine inanmamızı isteyen kişilerin – bilim insanı ve/veya sermaye/bürokrasi temsilcisi- iyi niyetlerinden şüphe duymalı mıyız? İki sebepten evet. Öncelikle çok temel bir ilişkiyi hasıraltı etmenin aracı görevini üstlenmiş bulunuyorlar. Ne yazık ki, GDY ürünleri bir takım iyi niyetli kimselerin kendi imkanlarıyla, evlerinde, mutfak tezgahı üzerinde yaptıkları deneyler sonucunda geliştirilmiyor. İleri teknoloji ürünü olarak kabul ediliyorlar ve milyon dolarlara malolan araştırma süreçlerinin sonucunda geliştirilebiliyorlar. Hatta bu araştırmanın sahibi olan firmalar ileri teknoloji ürünü oldukları gereçekçesiyle başka bilim insanları veya bağımsız kuruluşların tohumlar üzerinde deney yapmasını “mülkiyet hakkı” gerekçesiyle engelliyor.
Kaldı ki böyle bilim insanı sayısının olması gerekenin çok altında olduğu bilgisi de var; “Purdue Üniversitesi’nden Prof. Don Huber: “Genç bilim insanları için GDO’larda toksin bulmanın cezası var. Kariyerlerinde ilerlemek, gelecek araştırmalarına fon bulmak, doğrudan ya da dolaylı baskılar… Genetik mühendislik ürünleri üzerinde ‘mülkiyet hakkı’ kurulabiliyor, ürünün ‘sahibi’ şirketler onlar üzerinde test yapılmasını, negatif sonuçların yayınlanmasını yasaklayabiliyor… Aslına bakarsanız son 20 yılda GDO’ların toksin değerleriyle ilgili uzun soluklu sadece iki araştırmanın yapılmış olması suç kabul edilmeli.”
Eğer bilim insanları keşiflerinin insanlığın malı olmasını istiyorlarsa sermaye grupları veya devletin sunduğu büyük imkanlarla büyük keşifler, büyük devrimler yapıp patentini ellerine vermektense, kendi bilim atölyelerini açıp –biyopunklar** gibi-, küçük keşifler, küçük devrimler yapar, sonuçlarını da tüm insanlığın hizmetine açabilirler. Üstelik bilim insanlarının çok büyük bir bölümü bu araştırmalardaki sorumluluklarını kabul etmezken, biyopunkçılar yaptıklarının bütün sorumluluğunu üstleniyorlar. Manifestolarında tam olarak şöyle diyorlar; “Biyopunklar araştırmalarının sorumluluklarını alırlar. İlgi alanlarımızın saygıya ve iyi muameleye değer canlı organizmalar olduğunu aklımızda tutarız ve biz araştırmamızın çevremizdekileri etkileyebilecek potansiyeli olduğunun kesin bir şekilde bilincindeyiz.“ Eklemekte fayda var; bilim insanların karşılık beklemeden insanlığın iyiliği için yaptığı çalışmalara saygı duymuyor değilim; örneğin çocuk felci aşısını bulan Dr. Jonas Salk kendisine aşının patentinin kimde olduğu sorulduğunda şöyle demişti; “Ne patenti? Güneşi patentleyebilir misiniz?” Denilir ki Salk, bu patenti üzerine almadığı için 7 milyar dolarlık bir servetten olmuştur. İşte bu üzerinde fikir birliğine varabileceğimiz bir iyilik, diğeri daha çok minarenin kılıfına benziyor.
Ekmeği, “GDO/Biyoteknoloji” olan bazı bilim insanları ise doğal olarak içinde bulundukları çerçeveye sadık kalacaklar ve uzmanlıklarının onlara sağladığı arınma lüksünü tepe tepe kullanmakta bir beis görmeyeceklerdir. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Doğal olmayan kendilerine bu çerçeve hatırlatıldığında, çerçeveler dışı veya üstü olduklarını iddia edebilmeleridir. Adorno’nun şu sözü, burada turnusol görevi görüyor; “Matematikçinin katı bilinçsizliği, işbölümü ile arınmışlık arasındaki bağlantıyı kanıtlamaktadır.” Biz teknolojiyi üretiriz, bunu iyi veya kötü kullanacak olan insanlardır” diyebilenler, tarımsal zehirlerin kullanılmasında tüm sorumluluklarını bu zehirlerin üzerine basılan kullanım prospektüslerine havale etmişlerdi. Zehir kutularının üzerinde “kullandıktan sonra imha ediniz, dikkat çok tehlikeli” ibareleri yer alıyor, su kaynaklarına atılmaması, hayvanlardan ve çocuklardan uzak tutulması tavsiye ediliyordu. Köylü bu kutuları, buzluk niyetine – çünkü bir çoğu metaldi- , su içmek için kullandı, tarlasının yanından geçen dereye attı, zehirlenmiş ekine girmeye çalışan köpeğini ayağıyla iteledi – bir daha deneyeceğini bilerek- çocuklarına tekerlek yaptı, zehirin azı ekinine iyi geliyorsa, çoğu belki daha iyi gelir diye fazla fazla kullandı. Bazen kullanacak parası yoksa bile borç harç almak zorunda kalacak kadar başka seçeneği olmadığına ikna edildi. Yediği bitkilerin üzerine sıktığı, döktüğü bir ilacın doğaya nasıl zarar verebileceğini de kafası bir türlü almadı. Hatta bu zehirlerin yıkayınca gidebileceğini düşündü, çocuklarına böyle öğütledi; yıkamadan yeme! Sahlins, Oscar Wilde’ın profesörler için söylediği şu sözü aktarır; “bu kişiler cehaletlerini uzun süren araştırmalarına borçludur.” Gerçi GDY araştırmaları -çoğunlukla- o kadar uzun da sürmüyor ama, ne diyelim; uzmanlaşma arttıkça kısa süreli araştırmalar da cehaleti garantiliyor demek ki.
İkinci sebep de açlık ve kıtlıkla tarım ürünlerinin verimliliği arasında iddia edildiği gibi bir ilişkinin bulunmamasıdır. Kesinlikle bir ilişki vardır ama bu tam da açlık ve kıtlığı yaratan şeydir. Mazoyer ve Roudart’ın da altını çizdiği gibi “tüm politik, biyolojik ya da iklimsel afetler, dünyamızın yalnızca, nüfusun geniş katmanlarının yoksulluktan ve gıda güvensizliğinden etkilendiği ve bu felaketlerle mücadele etmek için yeterli araçlara sahip olmadığı bölgelerinde kıtlıkla sonuçlanıyor.” Nüfusun bu afetlere hazırlıksız olan geniş katmanlarını oluşturan ise – yukarıda belirttiğimiz gibi-zaten köyden kente göçü yaratan koşullar. Kendi kendine yeterlik ülküsüne darbe vuran tarımda makinalaşma ve arkasından Yeşil Devrim’in sonuçları olmuştur, son darbeyi de “biyoteknoloji” vurmaya hazırlanmaktadır. Açlıkla mücadele için geliştirilen politikaların eleştirisini yapan Mazoyer ve Roudart; dünyadaki yetersiz beslenen insanların yaklaşık dörtte üçünün kırsal bölgelerde yaşadığı, diğer yetersiz beslenme mağduru gruba gelince bunların da sefaletin kendilerini sığınma kamplarına ya da kentlerin yeterli geçim araçlarının bulunmadığı sanayileşmemiş periferilerine ittiği eski kır insanları olduğu, bilgisini veriyor. Yaklaşık 60 yıllık bir süre içerisinde yalnızca elaletleriyle tarım yapanlarla en iyi ekipmana sahip tarımcılar arasındaki üretkenlik farkı 1’e 10’dan, 1’e 2000’e yükselmiş. Görünen o ki, Tarım Devrimleri ile vaad edilen verimlilik artışı dünyanın büyük bir köylü nüfusunun gündemine bile girememiş. Canlı refahı gözardı edilerek gerçekleştirilebilen “verimlilik” hedefi, “modern” tarım tekniklerine ulaşma imkanı olmayan, uluslararası piyasada ürün fazlasının yarattığı fiyat düşüşlerinden etkilenen, yani bu devrimin imkanlarından yararlanamadığı halde sonuçlarından zarar gören köylüleri topraklarını bırakıp kent yoksullarına katan şeydir. Bu haliyle bizatihi açlık ve kıtlığın da ana sebebidir. Üstelik endüstriyel tarımın nimetleriyle tanışma şansına erememiş ülkelerin köylüleri için, bu teknolojilerin “sadaka” dışında ne vaad ettiği de tartışma konusu edilmemiştir. Açlık deyince aklımıza hala Afrika geliyor. Bu yüzden örneği oradan verelim; Afrikalı tarımcıların %80’inden fazlası hala el aletleriyle tarım yapıyor. Yapabilirler, sorun bu değil, hatta mümkünse önerim de bu. Ancak bu köylüler, düşen tarım fiyatları karşısında, hiçbir koruyucu yasaya sahip olmadıklarından, kendi tüketimleri için değil satışa dönük üretim yapmak zorunda bırakılıyor. Satış için üretme baskısı, köylüleri, yaşamlarını sürdürebilmek için doğanın tüm kaynaklarını sınırsız ve sorumsuzca kullanmaya mecbur bırakmak demektir. Endüstriyel tarım yapan ülkelerin kendi teknolojilerini gelişmemiş ülkelere satma çabası, bu köylü tarımının daha da sorumsuzca uygulanmasına sebep olur. Örneğin Monsanto Roundup’ı Türkiye’yedeki köylüye de, Amerika’daki çiftçiye de satar. Biri neredeyse zırh sayılabilecek kıyafetlerle ve makinalarla zehiri tarlaya atarken, Türkiye’de ki köylü karışımı eliyle hazırlayıp, çocuklarına attırabilir. Bu bir eğitim veya cahil köylüler sorunu değildir. Köylü kendi haline bırakıldığında o toprakların en iyi koruyucusuyken, katledicilerinden biri rolüne soyunuyorsa bunun sorumluluğu en başta sermayenin toprağın nasıl işleneceğini belirleyen politikalarıdır. Öyleyse sorunumuz daha temel önemde bir sorun. Aksi takdirde henüz bu gelişmelerin onda biri bile söz konusu değilken Marx şunları söyleyemezdi; “Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir.”
2. Tarım Devrimi’ni anlattığı bölümün sonunda Mazoyer, bu teknolojilerin iyi ve ehil ellerde güzel sonuçlar vereceğini söyler ve sorar; “bugün üretimde kullanılan o çok güçlü araçlar ve o inanılmaz yöntemler bilinçli ve toplumsal olarak denetlenebilir olmadıkça, kim bilir ne kadar zararlı olacaktır” Oysa az önce, ülkeler ve bölgeler arası eşitsizliklerden bahsetmiştir. 20. yüzyıl sonrası girilen tarım krizini ve genel krizi ülkelerin politik aktörlerinin körlüğüne, doğru politikaları geliştirememesine bağlamakta ısrar eder. Bu muhteşem araçların yapılma sebebinin -en azından kapitalist sistemde- insanların iyiliği, sıhhati, güzelliği olamayacağını, kapitalizmin bu eşitsizliklerin üzerine basarak ve onları üreterek varolduğunu söylemeye gerek duymamak güzel olurdu. Kitapta da örneğini verdiği, tarıma çok yüksek korumacılık uyguladığı halde gelişebilmiş refah sembolü ülkelerden biri; İsviçre’nin varlık koşulu, dünyanın diğer bir yarısındaki açlık ve yoksunluktur. Marx, bir yerdeki sermaye birikiminin ne anlama gelebileceğini daha çarpıcı bir ifadeyle anlatır; “Bugün, Birleşik Devletler’de doğum belgesi olmaksızın ortaya çıkan sermayenin çoğu, daha dün İngiltere’de sermayeleştirilmiş çocuk kanı idi.” Hatta büyük ihtimal bu kan, muhteşem araçlara da sıçramıştır. Dolayısıyla denetim mekanizmalarıyla kötü senaryolardan kurtulabileceğimizi düşünmek, iyi niyetle söylersek sadece safdillik olabilir. Ancak etkisiz oldukları ve toplumsal öfkeyi masedebildikleri müddetçe bu denetime izin verilecektir. Yöntemlerin bilinci ise sermayenin bilincidir.
II. BÖLÜM
Bitmeyen taş basamaklar
Şu ana kadar GDO’nun kendisinden önceki tarım devrimleriyle ilişkisini, “verimlilik” hedefinin tüm yaşam biçimini dönüştürerek doğayı nasıl terbiye ettiğini, bu etkenlerin köylülerin yaşamı üzerine etkisini anlatmaya çalıştım. Belki biraz da bilimsel araştırmalar ve bu araştırmaların kaynak ve sonuçlarına değindim. Bunlar dışında GDO’nun insan ve doğa üzerindeki spesifik etkilerine de değinmek gerekiyor. Birçok bilimsel/uzmanlaşmış bilgi arasında bu etkilerin neler olabileceğine dair güvenilir kaynak bulmak zor ve sonunda yorgun düştüğünüz bir mesaiyi ayırmayı gerektiriyor. Bilgi hem çok hem de yok. Uzmanlaşma, aynı zamanda, ürettiği sınırsız sayıda bilgi parçacığıyla, bu hikayenin içindeki insanın, kendini tahayyül edebilmesini zorlaştıran başlıca etken. Bu anlamda yaşamın nasıl örgütlendiğini anlamak, bu hikayedeki insanı, hayvanı, toprağı göstermek GDO’nun spesifik etkilerinden daha önemli göründü gözüme. Yaşamı bütünsel olarak kavramak, içindeki döngüyü görebilmek, bugün GDO, yarın başka bir teknoloji hakkında sözümüz olabilmesini sağlar. Söz önemlidir, doğa üzerine yürütülen büyük deneyler sıradan insanın bilgi alma hakkını hiçe sayarken, aynı zamanda onu deneyinin öznesi kılar. Bu deneylerin öznesi biziz. O halde bütünsel etkiyi yansıtmak birinci amacım olsa da, GDO’nun kendi ortamına yani bir labovatuara küçük bir ziyaret şart. Bunun için “Türkiye Biyogüvenlik Bilgi Değişim Mekanizması” adını taşıyan, biyogüvenlik konusunda, kamouyunu bilinçlendirme hedefiyle, devlet tarafından kurulmuş sitede yer alan raporlardan birine göz atmanın uygun olacağını düşündüm. Bu raporlar ithalatçı firmanın veya kurumun, GDO’lu gıda veya yem ithal etmeden önce kurula sunduğu belgelerin, başka bilgi ve araştırmalar ışığında incelenmesi amacıyla kaleme alınıyor. GDO’nun tek tek olası zararlarını açıklamaktansa bu raporlardan bazı bölümler paylaşarak hem gdo’lu bir yem bitkisinin ithal edilebilmesi için hangi kurallara uyması gerektiğini, hem de yemlik veya insan gıdası olarak gdo teknolojisinin, ancak parmaklıklar ardında tüm parametreleri insan tarafından kurgulanmış ve sonuçları kontrol altına alınmış bir dünyaya uygun ürünler olduğunu görebilmiş olacağız.
GDO teknolojisi kullanılarak üretilen T45 adındaki Kolza çeşidi ile ilgili, Risk Değerlendirme ve Sosyo-Ekonomik Değerlendirme adında iki rapor hazırlanmıştır. İki raporda da ürünün yem bitkisi olarak ithal edilmesine onay verilmemiş olmasına rağmen, 31 Temmuz 2010 tarihli bir haberde T45 Kolza çeşidinin ithal edilmesine izin verildiği bilgisi var “GDO’lu 25 ürün Türkiye’de”Dolayısıyla raporda değinilen ancak haberde hiç değinilmeyen tehlikelerin bu gözle okunmasında da fayda var.
Raporlarda verilen bilgileri mümkün olduğunca basitleştirerek, bazı teknik ayrıntıları atlayarak aktaracak, arada ufak girdiler yapacağım. Terminoloji, umarım okuru metinden uzaklaştırmaz. İlgili olmayanlar “Genel sonuç ve değerlendirmeler” bölümüne atlayabilir. Merak edenler kaynaklar bölümündeki linkten tüm raporları okuyabilir. Ve diliyorum ki herkes merak etsin.
Raporlar, raporlar, raporlar
Risk raporunda amaç şöyle tanımlanmış; “T45 kolza çeşidine ve bundan üretilen gıda ürünlerine ait bilimsel risk analiz ve değerlendirmesi; bu çeşidin geliştirilmesinde kullanılan gen aktarım yöntemi, aktarılan genlerin ve ürünlerinin moleküler düzeyde tanımlanması, çeşidin muhtemel alerjik ve toksik etkileri ile çevre ve biyolojik çeşitlilik üzerine olası riskleri dikkate alınarak hazırlanmıştır.”
Öncelikle Kolza’nın nasıl bir bitki olduğunu tanıtmakta fayda var. Kolza, çok sayıda yabani bitkiyle melezleşebilme potansiyeline sahip, küspesinden hayvan yemi, yağından biyoyakıt edildiği gibi, gıda maddesi olarak veya sabun, boya, vernik imalatında kullanılmaktadır.Türkiye’de 1960’lı yıllarda ekimine başlanmış ancak yağında insan ve hayvan sağlığına zarar veren maddeler bulunması sebebiyle 1977’de yasaklanmıştır. Kanadalı üreticiler 1970’lerin sonlarına doğru, ıslah çalışmalarıyla bu zararlı yağların oranını azaltarak – %2’nin altında erusik asit ve küspesinin her gramında 30 mikromol’ün altında glukozinolat – bitkiyi ıslah etmiş bu yeni çeşide kanola adını vermişlerdir.
Rapora konu olan, Bayer firmasının ürettiği kolza ise; “T45 kolza çeşidi sürekli olarak ifade edilen pat genini içermekte olup bu sayede glifosinat amonyum içeren herbisitlere toleranslıdır (EFSA, 2008). “ Yani bu kolzanın ekildiği tarlada “glifosinat amonyum” içeren yabancı ot zehirleri (herbisit) kullanılacak ancak kolza bundan olumsuz etkilenmeyecektir. Sosyo-ekonomik raporda ise şöyle deniyor; “Bu herbisitler, (…) yabancı otların üremesini engelleyerek çiftçiye başta işgücü ve ekonomik anlamda büyük faydalar sağlamaktadır. Ancak; bu durum, herbisitlerin çiftçiler tarafından yoğun olarak kullanımına sebep olduğundan çevre kirliğine neden olmaktadır. Glifosinat türevi herbisitler tüm dünyada yaygın olarak kullanılmakta olup nehirler için en önemli kirliliğe sebebiyet veren maddelerdir(Cox, 1998). Bu herbisitin pat, gox, bar ve epsps genlerini taşıyan transgenik soya ve mısırla beslenen hayvanların et ve ürünlerinde kalıntı yaptığı bilinmektedir (EFSA 2009). Transgenik bitkilerin farklımemeli hayvanlarda akut ve kronik semptomlarının ortaya çıkması için toksikolojik testlerinin de uzun süreli yapılması (2 yıl) ayrı bir önem arz etmektedir. Sıçanlarda yapılan 90 günlük bir çalışmada 3 GD mısır çeşidinde (NK603, MON810 ve MON863) sağlık risklerine sebep olacak kadar pestisitlerin (böcek zehiri-vurgu bana ait) bulunduğu bildirilmiştir (De Vendomois ve ark. 2009). Bazı yemlerde 400 ppm kalıntıya izin verilmektedir (Gasnier ve ark. 2009). İnsan hücre hatlarında yapılan bir çalışmada glifosinat herbisitinin hücrelerde toksik etki gösterdiği bildirilmiştir (Gasnier ve ark. 2009). Aynı çalışmada, 5 ppm glifosinat konsantrasyonunun hücrelerde DNA’ya zarar verdiği bildirilmiştir. Kanada’da 2011 yılında yapılan bir çalışmada hamile olmayan kadınların serumlarında glifosinata rastlanıldığı bildirilmiştir (Aris ve Leblanc, 2011). Yapılan bu çalışma, herbisit kullanımının ne derece önemli ve yaygın olduğunu ve halk sağlığı açısından risk olabileceğini göstermektedir. “
GDO’lu (transgenik) Kolza ekim için değil, yem olarak ithal edilmek isteniyor. Yine de taşınma sırasında tohumların su kenarlarında boy göstermesinin mümkün olduğu veya gelen yemlerden tohumluk ayrılabileceği raporlarda vurgulanıyor.Türkiye’de her ne kadar GDO’lu tohum ekimi yasaksa da bu konuda bir denetleme yapılmıyor.Hadi eğri oturup doğru konuşalım; denetleme yapılmaması da gdo’lu tohumların yayılmasına veya yasadışı yollarla ekilmesine destek olmanın bir yolu. Belki bir gün gelecek gdo’lu pirincin zaten yayıldığı dolayısıyla gdo’lu tohum ekmemize bir engel kalmadığını öğrenivereceğiz. Böyle süreçler Türkiye’de yasal olmayanın devlet eliyle yasallaştırılmasının acısız yöntemleri olarak uzun süredir yürürlükteler.
– Yapılan gen aktarımının kararlı/stabil olup olmadığı
Risk raporunda şöyle denilmektedir; “EFSA (2008) tarafından ortaya koyulan moleküler çalışmalarda T45 çeşidinin yeterli güvenliğe sahip olduğu ve yeterli stabiliteyi gösterdiği ifade edilmiştir. Ancak yabancı DNA’nın, aktarıldığı organizmaya kendi DNA’sı gibi entegre olup stabil bir biçimde etkinliğini sürdürebilmesi tartışmalı bir konudur. Transgenlerin stabil olmadıklarına ilişkin doğrudan ve dolaylı kanıtlar ileri sürülmekte ve bunlardan elde edilen çeşitlerin gerçek ıslah çeşitleri olmadıkları vurgulanmaktadır (Pawloski ve Somers, 1996). Transgenik bitkinin döllerinde, rekombinant DNA’nın stabilitesi ile ilgili olarak; moleküler yapıya, aktarılan genin genomdaki yerine ve aktarımdan sonra genlerin yeniden düzenlenmesine ilişkin bilgilerin yetersiz olması, bu konuda belirsizlik yaratmaktadır. Aktarılan genler, transgenik bitkinin gelecek kuşaklarında ilgili genin protein sentezini durdurabilmekte ya da gen tümüyle kaybolabilmektedir (Srivastava ve Anderson, 1999). Arabidopsis’e vektör aracılığı ile aktarılan ve herbisit toleransı sağlayan genlerin ileri kuşaklarda kaybolma olasılığı, aynı genin mutagenez ile elde edilenine oranla, 30 kat daha fazla olduğu belirlenmiştir (Bergelson ve ark. 1998). Transgenik bitkilerde stabilite; bitkinin fizyolojik durumuna, ışık kalitesine, su ve besin maddelerinin durumuna, sıcaklık, hastalık, zararlılar gibi stres faktörlerine bağlı olarak değişim gösterebilmektedir (Craig ve ark. 2008). Dolayısıyla aktarılan genin uzun yıllar boyunca izlenmesi ve nesiller arasında herhangi bir değişikliğe uğrayıp uğramadığının takip edilmesi gerekmektedir.”
Yukarıdaki paragrafta geçen “mutagenez”le ilgili de bir girdi yapmak gerek. Mutagenez adı verilen yöntemle bitkiler iyonize radyasyona maruz bırakılarak gen dizilimlerinin değişikliğe uğratılması hedefleniyor. Bu çalışmalar 1928’den başlamış ve 1959’dan beri de yoğunluk kazanmış bulunuyor. GDO savunucularının, “doğallaştırma”söylemlerinden biri de mutagenezle zaten bitkilerin genlerinde değişiklik yapıldığı savıdır. Ancak mutagenez genlerin deforme edilmesiyken, bugün genetik çalışmalarında farklı organizmalardan yapılan gen transferleri söz konusudur. Ve bu transferlerin uzun vadede nasıl sonuçlanacağına dair “fayda” temelinde bir savunma oluşturulamamıştır, “zararsız” söylemleri ise kısa süreli araştırmalara dayanmaktadır. Şunu da eklemek gerek ki üretimin tek güdüleyicisi “verimlilik” olduğunda, gdo veya mutagenez fark etmez, yöntemler ne olursa olsun çıktı aynı olmaktadır; doğamızın yoksullaşması.
– Kimyasal Bileşim ve Tarımsal Özelliklerin Değerlendirilmesi
Amaç ve yöntem şöyle açıklanmış; “T45 kolza çeşidinin elde edilme amacı temelde tarımsal performansın artırılmasıdır. Tarımsal verimlilik arttırılırken kolzanın yem amaçlı kullanım özelliklerinin değiştirilmesi amaçlanmamıştır. Kimyasal kompozisyon ve tarımsal özelliklerin risk analizi bu mantık üzerinden yapılmıştır.”
–Kimyasal Bileşim
Bu başlık altında GDO’lu kolza çeşidiyle, olmayanlar kimyasal içerikleri açısından kıyaslanmıştır. Sonuç olarak şöyle denmektedir; “Bitki genomlarına yeni bir genetik materyal aktarıldığında, aktarılan bölgedeki değişiklik nedeniyle bitkinin fenotipinde ya da kimyasal yapısında beklenmeyen değişiklikler görülebilmektedir (Cellini ve ark., 2004; Latham ve ark., 2006; Rischer ve Oksman-Caldentey 2006). T45 kolza çeşidi, tane olarak içerdikleri kimyasal maddeler bakımından diğer kültürler ile karşılaştırıldığında, artışlar ya da azalışlar şeklinde istatistiksel olarak önemli farklılıklar belirlenmiştir (EFSA, 2008).
EFSA (2008) yapmış olduğu değerlendirmede ise kullanılan girdilerin bir takım eksikler gösterdiğini ifade etmiştir. Genetik modifikasyondan dolayı meydana gelen biyolojik içerik değişikliği hakkında yeterli bilgi sunulmadığını belirtmiştir.”
–Tarımsal Özellikler
“Genetiği değiştirilmiş T45 kolza çeşidi, transgenik olmayan AC Excel ve iki ticari çeşide ait (Cyclone ve Legend) agromomik ve fenotipik değerlendirmeler 1995, 1996 ve 1997 yıllarında Kanada’nın farklı alanlarında kurulan tarla denemeleri sonucunda yapılmıştır. Bitki boyu, tohum verimi, yatmaya dayanıklılık, hastalığa direnç, bitki gelişimi ve olgunlaşma gün sayısı değerlendirmede kullanılan karakterlerdir. Yapılan ölçümlerde T45 kolza çeşidinin diğer genotiplere oranla daha geç çiçeklendiği ve olgunlaştığı görülmüştür. EFSA (2008) agronomik karakterler bakımından T45 kolza çeşidinin transgenik olmayanlardan ayrılmadığını ifade etmiştir.”
– Toksisite Değerlendirmesi
Yapılan gen aktarımın etkisini ölçebilmek için dişi sıçanlar üzerinde deney yapıldığı bilgisi verilmiş. Herhangi bir toksisiteye rastlanmadığı söylenmiş (EFSA 2008), ancak deneyin ne kadar sürdüğü bilgisi verilmemiştir. Bununla birlikte; “farklı hayvanların transgenik tohumları tüketmesi durumunda mide ve bağırsakta nasıl bir tepkimeye gireceğine dair bir çalışma yürütülmemiştir. Örneğin Chowdhury et al. (2003) yapmış olduğu çalışmada Cry1Ab proteinlerinin domuz mide ve bağırsak sisteminde tamamiyle sindirilmediğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla deneme ortamları ile gerçek ortamlar arasında farklılıklar olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.” denilmektedir.
Uygarlığımız geliştikçe hayvanların iyiliğini düşünmekten uzaklaşıyoruz, tıpkı toprağın, insanın iyiliğini düşünmekten uzaklaştığımız gibi. Bilim insanlarının ve bu bilimin meyvelerini tüketenlerin hiç tartışmasız en soğukkanlı davrandıkları başlık; “hayvanlar” GDO teknolojisinin şu anda devam eden deneylerle becermeyi umduğu şeylerden biri de hayvanları donör olarak kullanarak insanlar için organ üretimi yapmak. İşin ilginci aynı bilim insanları, hayvanların acı çekebildiğini, öğrenebildiğini, sosyal yaratıklar olduğunu, iletişim kurduğunu, konuştuğunu vb. kanıtlayan araştırmalarını önümüze boca ediyor. Şu durumda acı çekebilen, konuşabilen, düşünebilen canlıları sadece kendi refahımız için öldürmekte, deşmekte, işkence etmekte bir sakınca görmüyoruz demektir. Bilimin yargısız ve tarafsız olduğunu düşünenler yanılıyor. Bilime baktığımızda hayvan deneylerinin yapılması gerektiği yargısının fosilleşmiş halini görüyoruz. Bu yargıyı alt edebilme araçlarını ona sunabilecek olan sermaye, hayvanlara bir makinenin vidası gibi davrandığı için aksi yönde bir çabaya da girilmiyor. Bu yüzden tekrar yöntemlerin bilincinin sermayenin bilinci olduğunu hatırlatmakta fayda var.
– Alerjenite Değerlendirmesi
Aktarılan genin alerjik durumu olmadığı söylenmekle birlikte “EFSA (2008) Brassica rapa ve Brassica napus türlerinden izole edilen proteinlerin çocuklarda atopik deri yanmasına neden olduğuda bildirilmektedir (Poikonen et al. 2006; Puumalainen et al. 2006).”denilmiştir.
Bu başlık altında verilen genel bilgilerse şunlardır; “Genetik yapısı değiştirilmiş ürünlerin potansiyel alerjen olması iki şekilde açıklanmaktadır. Birincisi, transgenik üründe sentezlenen yeni protein, yeni bir alerji kaynağı olabileceği gibi, diğer alerjenlerle etkileşime girerek duyarlı kişilerde etkili olabilir. İkinci olasılık ise, genetik yapısı değiştirilmiş ürünün aslında var olan alerjenitesi, bu genetik değişiklikle farklı biçime dönüşebilir (Kleter ve Peijnenburg, 2006; Prescott ve Hogan, 2006). Her yeni proteinde olduğu gibi genetik yapısı değiştirilmiş ürünlerde de ayrıntılı biçimde alerjenite testleri yapılmalıdır. Aktarılan yeni genin kaynağının alerji ile ilgili geçmişi irdelenmeli, bu genin oluşturduğu proteinin biyokimyasal yapısı bilinen alerjenlerle karşılaştırılmalıdır. Ürünü kullanacak olanın alerji ile ilgili sorunu biliniyorsa, genetik yapısı değiştirilmiş ürünün tüketilmesi durumunda, potansiyel alerjenite mutlaka dikkate alınmalıdır (Kleter ve Kok, 2010).”
– Genetik Değişiklikten Kaynaklanabilecek Beklenmeyen Etkiler
“Hayvan beslemede ortaya çıkabilecek etkilerin incelenmesi amacıyla 42 gün boyunca T45 kolza çeşidine ait tohumlar yem olarak tavuklara verilmiştir. Üç ayrı grup yapılarak ilaçlanmış ve ilaçlanmamış T45 ile transgenik olmayan çeşidin tohumları tavuklar tarafından tüketilmiştir. Yapılan gözlemlerde ağırlık, yeme alışkanlığı, karkas ağırlığı gibi özelliklerde istatistiki olarak fark görülmemiştir (EFSA 2008). Ancak bu deneme başka hayvanların bu bitkiyi tüketme ihtimali üzerine yapılmamıştır. Buna ilaveten Avrupa Birliği Komisyon raporunda (2009) bu denemenin uzun süreli örneğin fareler üzerinde de yapılması gerektiği savunulmaktadır. Tek bir hayvan türü ile yapılan denemelerin sonuçları yeterli olmamaktadır. Ayrıca yapılan denemelerde özellikle immun ve endokrin sistemlerinin incelenmesi gerekmektedir (Pusztai and Bardocz 2006).
Genetik yapısı değiştirilmiş bitkilerde, aktarılan hedef genlerin oluşturduğu özellikler dışında, geliştirildiği anacından farklı olarak meydana gelen fenotipik, tepkisel ve yapısal değişikliklere, “beklenmeyen etkiler” denilmektedir. Wahl ve ark. (1984), transgenik organizmanın genomuna eklenmiş olan DNA’nın kromozomun yapısını bozacağını, kromozomların yeni bir düzenlemeye gitmelerine neden olabileceğini ve gen fonksiyonlarının etkilenebileceğini açıklamışlardır. Bu açıklama, bir organizmaya başka bir organizmadan aktarılan genetik materyalin mevcut genetik materyallerle allelik olmayan gen interaksiyonlarına girmesi durumunda önceden kestirilmeyen birtakım sonuçları da zaman içinde ortaya çıkabileceğine işaret etmektedir. Beklenmeyen etkilerin bazıları tahmin edilebilmekle birlikte, genellikle önceden tahmin etmek mümkün değildir (Cellini ve ark., 2004; Kleter ve Kok, 2010). Beklenmeyen etkiler, genetik yapısı değiştirilmiş ürünün güvenliğini yakından ilgilendiren bir olaydır. Önceden tahmin edebilmek için, gen aktarılacak bitkinin genomik yapısının bilinmesi kadar, aktarılan DNA’nın moleküler yapısının bilinmesi de büyük önem taşımaktadır (Craig ve ark., 2008). Bu etkiler sonucu ortaya çıkan yeni özelliklerin insan sağlığı bakımından risk oluşturmadığı bildirilmektedir (OECD, 2000; FAO/WHO, 2000; Jonas, ve ark., 2001; Van den Eede, 2004). Genetik yapısı değiştirilmiş bitkilerde modifikasyonlar arttıkça beklenmeyen etkilerin oranı da artmaktadır. Yapılan genetik değişikliğin karmaşıklığı beklenmeyen etkileri teşvik etmektedir (Kleter ve Kok, 2010).”
– Çevresel Risk Değerlendirmesi
T45 kolza çeşidiyle ilgili başvuru, yem amaçlı ithalat için yapılmıştır. Dolayısıyla çevre ve biyoçeşitliliğe ilişkin risk analizleri, taşıma ve yem amaçlı işleme sürecinde istem dışı çeşitli yollarla çevreye yayılma ile sınırlı tutulmuştur. Gen geçişinin potansiyel kaynakları tohum ve çiçek tozu olarak bilinmektedir. Kolza tohumlarının doğaya istem dışı taşınmalarının depolama, gıda işleme ve nakliye gibi süreçlerde ya da hayvanlar aracılığıyla gerçekleşebileceği düşünülmektedir.”
–Hedef dışı organizmalara etkisi
Bazı bölümleri olduğu gibi alıyorum;
“Kolza genel olarak kendine döllenen ancak yüksek düzeyde yabancı döllenme gösterebilen bir bitkidir (Legere 2005). Ayrıca oldukça fazla sayıda tohum meydana getirebilmektedir. Tohumlar oldukça sağlam olup yıllar boyunca toprak altında canlı kalabilmektedir (OECD 2003; Lutman ve ark. 2005). Kolza aynı zamana bir yabancı ot gibi farklı ortamlarda kolonize olabilmektedir.
İstenmeyen şekilde tohumların yayılması ve polen vasıtasıyla gen kaçması transgenik kolzanın kültürel ya da yabani türlerle melezlenmesine neden olabilir (Devos ve ark. 2004; Pessel, 2001). Hasat sırasında oluşabilecek kayıplar gen kaçışını arttırmaktadır (Legere 2005). Yapılan çalışmada türler arasında gen geçişini gösteren bir kanıt bulunamamıştır. Dolayısıyla bu çeşidin gen kaçışı ile herhangi bir agronomik ve çevresel etkiye neden olmayacağı ifade edilmiştir (Ammitzboll ve ark. 2005; Crawley, 1993; Crawley ve ark. 2001; EFSA 2004; EFSA 2005). Ancak hedef dışı organizmaların potansiyel olarak hangileri olduğu bu başvuruda açıkça belirtilmemiştir. Yabancı döllenme nedeniyle çevrede bulunan tüm Brassica türleri potansiyel melezlenebilme durumundadır ve ortaya çıkabilecek bir yabancı döllenme durumunun nasıl takip edileceği konusunda endişeler bulunmaktadır.
Buna ilaveten;
– Gen kaçışı durumunda diğer populasyonlarda meydana gelebilecek agro-ekolojik riskler dikkate alınmamıştır, – Gen kaçışı durumunda genetik çeşitlilikte olası bir değişikliğin etkileri incelenmemiştir.
– Gen kaçışının çevresel etkileri ve bu durumda uygulanabilecek biyogüvenlik adımları belirtilmemiştir.
– Polen vasıtasıyla gen kaçışının yanında vejetatif organlar vasıtasıyla gen kaçışıda mümkündür. Ancak sunulan raporda bu duruma dair bir bilgi verilmemiştir.
Ayrıca transgenik olmayan kolza yetiştiriciliğinde tarla etrafında bulunan bütün böcek populasyonu dikkate alınmamıştır. Son zamanlarda transgenik bitkilerin arı populasyonu üzerinde olumsuz etkilerinden söz edilmektedir (Amos 2008). Fakat sunulan raporda arı populasyonunun yaşam döngüsü hakkında bir bilgi verilmemiştir. Buna ilaveten hedef dışı organizmalara geçişi önleyebilmek için alınacak önlemler firma tarafından belirtilmemiştir. Avrupa Birliği Komisyon raporunda (2009) transgenik tohumların taşınması, saklanması ve işlenmesi konularında endişesini belirtmiştir. Ayrıca transgenik ürünlerin nasıl bir etiketleme işlemine tabii tutulacağı da firma tarafından açıklanmamıştır.”
– Bitkiden bitkiye gen geçişi
“T45 kolza çeşidi tarım amaçlı kullanılmayacağından, bitkiden-bitkiye gen geçişleri riski,taşıma ve gıda amaçlı işleme esnasında istem dışı çevreye yayılma ile sınırlı tutulmuştur. Bitkiden bitkiye gen geçişlerinin potansiyel kaynaklarının tohum ve çiçek tozu olduğu bilinmektedir. Kolza tohumlarının doğaya yayılması gıda işleme ve nakliye süreçleri sırasında da gerçekleşebilir.
Avrupada kolza bitkisi yabani populasyonlar şeklinde gelişebilir ve özellikle Brassica rapa başta olmak üzere diğer Brassica türleriyle ya da yakın türlerle doğal olarak melezlenebilir. Bu da türler arasında gen kaçmasına neden olur (OECD 1997; Chevre 2000; Ford ve ark 2006; Heenan 2007; Jenczewski ve ark. 2003; Landbo 1997; Wilkinson ve ark. 2003). Dolayısıyla tohumların yayılması ile transgenik bitkiler farklı bölgelerde yetişebilir ve melezler meydana getirebilir. Özellikle yabani türler ile meydana gelebilecek melezlemeler çok farklı indikasyonların meydana gelmesine sebep olabilir. Bu durum yabani türlerin yok olmasına da neden olabilir. Gen kaçması sonucunda sahip olunan genin uzun yıllar muhafaza edilmesi bu durumun en önemli sebeplerinden biri olarak gözükmekte olup, Kanada’da yapılan bir çalışmada yabani Brassica rapa türünde glifosat toleransının sürdürüldüğüne dair bazı indikasyonlar görülmesi bu duruma önemli bir kanıt olarak gösterilebilir (Warwick 2007). Kolza (Brassica napus), Brassica rapa ve Brassica oleracea genomlarının birleşmesiyle oluştuğundan dış tozlanmada aynı türe giren bitkilerin %30’u ile tozlaşabilmekte, Brassica rapa, Brassica juncea, Brassica carinata, Brassica nigra, Diplotaxis muralis, Raphanus raphanistrum ve Erucastrum gallicum ile de tozlaşma potansiyeline sahip olduğu, gen kaçışının çoğunlukla Brassica rapa ve diğer kolza varyeteleriyle, bazen de diğer türlerle olabildiği bildirilmektedir (Tzotzos, 2009). Yapılan bir çalışmada glifosinat’a dayanıklı transgenik kolzadan yabani Brassica juncea’ya gen kaçışının yüksek olduğu tespit edilmiştir (Song ve ark., 2010).
Avrupa Birliği yayınlamış olduğu çevresel gözlemleme raporunda T45 (ACS-BNØØ8-2) çeşidi için en büyük sorunlardan birinin hedef dışı organizmalara gen kaçışı olarak bildirmiştir. Transgenik tohumların ithalatı sırasında büyük limanların veya nehir kenarlarının kullanılmasının bu riski daha da arttıracağını ifade etmektedir. Yabani bitkiler bazı tarla koşullarında, yol kenarlarında iyi bir şekilde yetişebilirler (Saji ve ark. 20005; Yoshimura ve ark. 2006). Taşınma ya da tüketme sırasında meydana gelebilecek tohum kayıpları tohumların istenmeyen bölgelerde çimlenmesine neden olabilir. Dolayısıyla ekstrem ortamlarda yaşayabilme ihtimali yüksek olan yabani türlerle meydana gelebilecek doğal melezleme oldukça muhtemeldir. Ayrıca sanayi bölgelerinde tohumların ezilmesi sırasında tohumların yayılması ve o tohumların gelişmesi sonucunda yine diğer Brasssica türleriyle meydana gelebilecek doğal melezlemelerde önemli bir risk oluşturmaktadır.”
– Bitkiden bakteriye gen geçisi
“Yapılan çalışmalar ve sahip olunan temel bilgi (EFSA 2004; EFSA 2007) transgenik bir bitkiden bir mikroorganizmaya gen geçişinin oldukça zor bir ihtimal olduğunu göstermektedir(EFSA 2008). Bu durum sadece mikroorganizmalar arasındaki homolog rekombinasyonlar ile meydana gelebilir (EFSA 2008).
T45 kolza çeşidinin kazayla çevreye salınması ya da yetiştirilmesi durumunda, meydana gelebilecek doğal çürüme ile transgenik bitkinin yeşil aksamı ya da polenlerin toprağa karışması ile mikroorganizmalara transgenik DNA geçişi olabilir. Transgenik bitkinin gıda ve yem ürünleri de yapısında transgenik DNA bulundurabilir. Dolayısıyla insan ve hayvan sindirim sisteminde yer alan organizmalar da transgenik DNA’ya maruz kalabilir. pat geni toprak mikrobial populasyonlarında sık rastlanan bir gen olarak bilinir. pat geninin orijini ve doğası ele alındığında ve bağırsak sisteminde seçici yapının olmayışı nedeniyle dikey gen geçişinin olması ihtimali düşük bir ihtimaldir. Ancak bazı çalışmalarda genetiği değiştirilmiş bitki türlerinden bakteriye gen geçişinin gerçekleştiğine dair kanıtlar da elde edilmiştir (Pontiroli ve ark., 2009, Nielsen ve ark., 1998).”
GDO savunucularının diğer bir “doğallaştırma” yöntemi “yatay gen transferleri” konusu. Yeni yapılan bilimsel araştırmalarla kanıtlandı ki, doğada zaten böyle gen transferleri olabiliyor. Ancak ne şimdilik bu geçişlerin mekanizmasının tüm bilgisine sahibiz ne de bu geçişler insan dünyasında olduğu gibi “verimlilik”, “raf ömrü” gibi hedeflerlere tabi.
GENEL SONUÇ ve ÖNERİLER
Risk değerlendirme Komitesi;
Glifosinat amonyuma toleranslı T45 kolza çeşidinde, bir gen için gerçekleştirilen transformasyon ve sonrasındaki integrasyonun stabil olduğu aktarılan DNA parçalarının yapılarının bozulmadan genomda yer aldığı,
T45 kolza çeşidinin genetiği değiştirilmemiş ticari kolza çeşidi ile benzer yemlik özelliklere ve bileşime sahip olduğu, ancak herbisit uygulamasına bağlı olarak farklı çevre koşullarının etkili olabileceğinin göz ardı edilmemesi gerektiği,
T45 kolza çeşidi sahip olduğu yabancı protein nedeniyle potansiyel olarak toksisite meydana getirebilme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla T45 bitkisinin tohumlarını tüketme ihtimali olan tüm hayvanların immun ve endokrin sistemlerinin incelenmesi gerektiği,
T45 kolza çeşidinin sıçanlar üzerinde etkisinin olmadığı belirtilmiş olmasına rağmen tarla etrafında bulunması mümkün olan bütün canlıların hedef dışı organizma olarak dikkate alınmadığı,
Genetik modifikasyondan dolayı biyolojik içerikte değişikliklerin meydana geldiği belirtilmesine rağmen bu konuda yapılan çalışmaların oldukça yetersiz olduğu,
Bir organizmaya başka bir organizmadan aktarılan genetik materyalin mevcut genetik materyallerle allelik olmayan gen interaksiyonlarına girmesi durumunda, önceden kestirilmeyen birtakım sonuçlarında zaman içinde ortaya çıkabileceği; allelik olmayan gen interaksiyonları ve çevre ile olabilecek interaksiyonlar nedeniyle yeni genotipin patojenlerle ilişkileri ve çeşitli kimyasal savaşım araçlarına olan tepkimelerinde de değişiklik olabileceğinin göz önünde tutulması gerektiği,
Kolza yabancı döllenme özelliği nedeniyle hedef dışı organizmalara istem dışı yollarla gen geçişlerinin olabileceği, kullanım amacının yemlik olması nedeniyle bu konunun ikinci planda kalabileceği, fakat çeşitli deney hayvanların endojen ve transgenik DNA parçalarını çeşitli yollarla doğaya salabilecekleri,
Kolza yabancı döllenen bir bitki olması nedeniyle polenlerin arılar ve böcekler ile taşınabilmesi oldukça yüksek bir ihtimaldir. Ancak yetiştirme alanında yaşayan böcek populasyonlarının yaşam döngülerinin dikkate alınmadığı,
T45 tohumlarının taşınması sırasında meydana gelebilecek tohum kayıpları nedeniyle transgenik bitkilerin doğada kolaylıkla salınabileceği,
Yabancı döllenme nedeniyle yabani türlerle doğal melezlemelerin meydana gelebileceği ve genetik çeşitliliğin negatif olarak etkilenebileceği,
Yabani türlerin korunmasına dair herhangi bir biyogüvenlik altyapısının olmadığı,
Yukarıdaki açıklamaların ışığında genetiği değiştirilmiş T45 kolza çeşidinin ‘yem olarak’ kullanılmasının “uygun olmadığına” oy çokluğuyla karar verilmiştir.”
Sosyo-ekonomik degerlendirme komitesi;
Sosyo-ekonomik değerlendirme komitesi T45 kolza çeşidinin yem olarak ithal edilmesi için izin talebi başvuru dosyası hakkında gerekli bilimsel araştırma ve değerlendirmeleri yapmıştır.
Kolza tarımının Türkiye’de geliştirilebilme imkanları yüksektir. Şöyle ki;
Kolzanın rejenerasyon kabiliyetinin yüksek olması
Özellikle diğer kültür bitkilerinin büyük bir kısmının yetiştirilemediği marjinal alanlarda yetiştirilebilmesi
Başta Trakya Bölgesi olmak üzere özellikle son yıllarda tarım alanlarının artmasına paralel olarak çiftçiler tarafından tanınan bir bitki olması
Tarımının hızla artması ile ekiminden hasadına kadar birçok kültürel işlemlerinde kullanılan alet ekipman altyapısının ülkemizde var olması
gibi nedenlerle genetiği değiştirilmiş kolza ithalatı yerine, ülkemizde klasik ıslah yöntemleriyle geliştirilmiş tescilli kolza çeşitlerinin tarımının yapılarak, ihtiyacımızın karşılanabilir olduğu kanaatindeyiz.
Bu araştırma ve değerlendirmeler ışığında, Türk tarımını ve ekonomisini sosyo-ekonomik açıdan olumsuz etkileyeceği nedeniyle ithalat izni talebinin reddedilmesine oy birliği ile karar verilmiştir.”
Sahibinden son söz
Bazı bölümlerini paylaştığım iki raporda da olası tehlike ve risklerin birbirinden farklı bir çok parametreye bağlı olduğu ve tüm bu parametreleri yönetebilecek yeterlilikte bir oluşumun henüz vücuda getirilemediği/getirelemeyeceği umarım görülmüştür. DNA’nın eş kaşifi James Watson, kendisine yöneltilen tanrının işini yapmaya çalıştığı eleştirilerine Tanrı’yı biz oynamazsak, kim oynayacak?”diye cevap vermişti. Gerçekten de, bizim de içinde olduğumuz doğanın iradesini ezmeye, yoketmeye yönelik bu heves ancak tanrılarınkiyle kıyaslanabilir.Yine de zamanında parasızlıktan “Sarı Kız”ı mezbahaneye götüren köylünün tanrısı, o ineği, tam midesine inen bir boruyla beslemeyi düşünecek kadar merhametsiz değildi.
Raporda anılan araştırmalar kimilerince eksik, hatalı veya yetersiz görülebilir. Ancak gerçekten konumuzla ilgili değiller. Bizi kaygılandıranın “kanser” olmadığı umarım anlaşılmıştır. Konu, raporda da vurgulandığı gibi, bilim insanlarının, geri dönülemez zararlar söz konusu olduğunda inceledikleri nesne/öznenin tüm bilgisine vakıf olup olmadığıdır. Genetik biliminin gün geçtikçe geliştiği ancak henüz DNA’nın yapısıyla ilgili olarak “Tanrı” kadar deneyim ve bilgi sahibi olmadığımız düşünülürse riske atılanın ne olduğu üzerine dilediğimiz kadar soru sorma hakkına sahibiz.
Olanın, olacak olanın tek sorumlusu kar, statü, güç için herşeyi yokedecek kadar şeytani, birtakım karanlıkgüçler değil elbette. Güçler karanlık ama gayet insani, modern, uygar, nezih, steril, rahat, bilgili, kültürlü, arzulu, hırslı, kariyerli. Kırmızı, parlak ve şekerli elmalardan gözlerini alamıyorlar, kurtlu kirazları görmeye bile dayanamıyorlar, simetriyi çok seviyorlar, hayallerindeki dünyaya parmaklıkların ardından yem atıyorlar. Dolayısıyla bu laf ve görüntü kalabalığı içinde hayatın günoğlu örgütlenişinden başka bir şey görmek mümkün olmuyor. Bu örgütlenmeden zorla iyilik çıkarmaya çalışanlar, insanları üreticiler ve tüketiciler olarak ayırıp, endüstriyel faaliyetleri ıslah etmeye meylediyor ama nafile. Hayat, tecimsel bir faaliyet olarak değil geçimlik bir faaliyet olarak kurgulanmadığı, ihtiyaçların doğal sınırı yeniden keşfedilmediği takdirde bulunan çözümler ancak zevahiri kurtarmaya yarayabilir, o da bazen. Sahlins’in de dediği gibi ihtiyaçlar, ya çok üreterek ya da az şey arzu ederek karşılanabilir. Çok üretmenin ihtiyaçlarımızı karşılamaya yetmediğini gördük, artık diğer yolu deneme zamanı.
———————–
I. Bölümde yararlanılan kaynaklar ve açıklamalar;
*Yeşil Devrim: “II. Dünya Savaşından sonra büyük özel Amerikan şirketleri tarafından finanse edilen uluslararası tarım araştırma merkezleri (Ford, Rocfeller..) fazla miktarda gübre ve iyileştirici ürün gerektiren yüksek randımanlı soya, mısır, buğday ve pirinç çeşitlerini seleksiyondan geçirdi ve bu çeşitlere denk düşen tarım yöntemleri önerdi. (…) Bu yöntemlerin yayılma hareketi “Yeşil Devrim” adını aldı.” Mazoyer- Roudart
**Biyopunk: Kelime olarak “biyoteknoloji” ve “punk” kelimelerinden meydana gelen biyopunk kendisi ile ilişkili bilim-kurgu türünde biyoteknolojiyi odağa alıyor.(…) Biyopunklar genetik bilgiye açık erişimi; biyoteknolojinin katı kurallar ve bürokrasilerle işleyen büyük kurumlara bırakılmamasını çünkü bu kapalı kapıların bilimin halka ulaşmasını yavaşlattığını, bütün olan bitenin ilgilenen herhangi biri tarafından erişilebilir olması gerektiğini savunuyorlar.
Seyit Zor, “Biyopunk ve Kişisel Biyoteknoloji”
– Marshall Sahlins, “Batının İnsan Doğası Yanılması”, “Taş Devri Ekonomisi”
– Karl Polanyi, “Büyük Dönüşüm”
– Karl Marx, “Kapital”
– Ahmet Makal, “Ameleden İşçiye”
– John Zerzan, “Gelecekteki İlkel”
– Marcel Mazoyer, Laurance Roudart, “Dünya Tarım Tarihi”
– Jean Marie Pelt, Marcel Mazoyer, Theodore Monad, Jacques Girardon, “Bitkilerin En Güzel Tarihi”
– Andre Gorz; “Maddesiz”
– Korkut Boratav, “Orta Gelir Tuzağı”
– Arundhati Roy; “Kapitalizm: Bir Hayalet Hikayesi”
– Ayşe Bereket; “Monsanto’nun Bilim Dünyasına Müdahalesi: Seralini Araştırması Yayından Kaldırıldı”
– Şahin Artan; “Transgenik Tarım: Doğaya Son bir Darbe” ve aynı şahsın konuyla ilgili diğer yazıları
– Ezgi Başaran; “GDO’larla İlgili Yoğun Bilimsel Sansür Var”
– Abdullah Aysu’nun konuşması; “Bir Hamburger İçin Ne Kadar Toprak Lazım”
– GDO’ya Hayır Platformu Basın Açıklaması
– Biyopunk Manifestosu
– Heinrich Böll Stiftung Derneği Yayını, “Et Atlası”
– Ağaçlar.net’te “Roundup”ın tartışması; http://www.agaclar.net/forum/yabanci-otlarla-mucadele/22371.htm
– Herhangi bir ziraatçi sitesinde Roundup’ın tanıtımı ve kullanımı anlatılıyor;http://www.ekimticaret.net/urunler/zirai-ilaclar/herbisitler/117-roundup
2. Bölümde yararlanılan kaynaklar
Kullanılan kısaltmalar;
EFSA: Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi
OECD: Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
FAO: Gıda ve Tarım Örgütü
– T45 Kolza Risk Değerlendirme Komitesi Raporu;http://www.tbbdm.gov.tr/Files/arsiv/yem/kolza/risk/T45.pdf
– T45 Kolza Sosyo-Ekonomik Değerlendirme Komitesi Raporu;http://www.tbbdm.gov.tr/Files/arsiv/yem/kolza/sosyo/T45.pdf
– Kolza/Kanola yağı ile ilgili bir yazı; Kanola: Mucize mi, balon mu?