Bu halk ayaklanması elbette ki Başbakan’ın zorbalığına karşıdır. Ancak aynı zamanda Başbakanın kişiliğinde simgeleşmiş olan kapitalist kalkınmanın zora dayalı birikim politikasına da karşıdır
Tüm dünya şaşkınlık içerisinde. Ekonomi iyi giderken, işler tıkırındayken, yapılan anketlerde Türk halkı mutlu mesut çıkarken ne oldu da böylesi bir halk ayaklanması baş gösterdi? Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan tamam da, ortada kriz filan yokken Türkiye’ye ne oldu? Şimdiye dek bu soruya sol-liberalizmin verdiği yanıt çok rağbet gördü. Kimisi, kültürel devrim, yaşam tarzı direnişi dedi. Kimisi de Başbakan’ın zorbalığa dayalı anti-demokratik yönetim anlayışına karşı topyekün bir isyan olduğunu söyledi. Bu noktada sosyoloji imdada yetişti ve Lukács’ın sosyoloji disiplinine yönelttiği eleştiriyi haklı çıkartırcasına dizi dizi araştırmalar yayınlandı. Anketler yapıldı, direnişçilerin sosyolojik profili çıkartılmaya çalışıldı. İçinden geçmekte olduğumuz şu tarihi günlerde utanç verici sosyolojik analizler türedi. Son yıllarda dünyada eşi benzeri görülmemiş türden bir devlet şiddetine mazur kaldığı halde, inatla direnen bu insanlar medyada iyi çocuklar, sevimli veletler olarak temsil edildi. Radikal gazetesi ÇapulCan, ÇapulNaz tahlili ile sürece ‘katkı’ sunarken, Açık Radyo’da süreci Hanımeli Devrimi olarak nitelendirdi. Hal böyle olunca, söz konusu yaklaşımın, halk ayaklanmasını sürüklediği yer Başbakan’ın insafsızlığı oldu. Bu noktada AKP’lilere “gerzekler” demek de, Başbakan’ı “aklıselime davet etmek” de aynı işlevi gördü. Ben bu yazı kapsamında farklı bir soruyu tartışacağım. O da şu: Ya Başbakan ne yaptığını biliyorsa? Ya halk ayaklanması tam da işler tıkırında gittiği için, önüne geçen herşeyi bir buldozer gibi ezen kapitalist kalkınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmışsa?
İkibinli yılların başından beri Türkiye’nin sermaye birikimi anlamında ciddi bir dönüşüm geçirmekte olduğu defalarca yazıldı çizildi. Bu dönüşümün ilk ayağı ranta dayalı sermaye birikimi oldu. Rant dediğimizde ilk akla gelen İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerin yeniden yapılandırılması üzerinden sağlanan birikim. Bu sadece inşaat sektöründe değil, turizm, finans, ve diğer hizmetler sektöründe de büyüme sağladı. Ranta dayalı birikimin ikinci alanı ise çevre oldu. Yıllardır hidroelektrik santraller adım adım doğayı katletti. Savaş ekonomisini de bu kapsamda ele alıyorum. Sadece Kürt halkına karşı sürdürülen savaş değil, Türkiye’nin Irak ve kısmen Suriye’de oynadığı rol ciddi bir birikimin kaynağı oldu, olmaya da devam edecek gibi görünüyor. Kadın bedeni ise sermaye birikiminin tahakkümünü arttırdığı rant alanlarından bir diğeri. Kadınların doğurganlığı ve karşılıksız çocuk bakım emeği üzerindeki tahakküm el değiştirmeye başladı. İşçileşerek, özellikle tarımda, üretim araçlarından kopartılan ve çocuk edinme konusunda daha az istekli olan erkekler yerine, geleceğin işçi sınıfını yaratmak ve demografik fırsat penceresini olabildiğince açık tutmak için burjuvazi ve devlet geçti1.
Rant dışında, Türkiye’nin kapitalist kalkınma anlamında geçirdiği ikinci dönüşüm alanı ise elbette ki artı-değere dayalı sermaye birikimi. IMF’ye verilen niyet mektubu ile hayata geçirilen tarıma ilişkin politikalar, ikibinli yıllardan bu yana tarımın çözülmesini hızlandırdı. Tarımda proleterleşme bir kez daha süratlendi. Ancak en büyük dönüşüm, işgücünün esnekleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi oldu. Sürekli 1980 darbesi sonrası işgücüne yönelik saldırıların arttığından bahseder dururuz. Oysa ki, söz konusu saldırılar ikibinli yıllarla birlikte yeniden derinleşti. Sadece sanayi değil, kentlerdeki hizmet sektörü çalışanları da büyük bir esnekleşme, güvencesizleşme dalgasından geçti. Taksim Gezi’de direnenlerle anket yapan sosyologlar, öğrencilere mezun olduktan sonra ne tür bir iş bulacaklarına dair tahminlerini, çalışanlara son beş yılda kaç defa iş değiştirmek zorunda kaldıklarını, gelir düzeylerini, haftada kaç saat çalıştıklarını, ev sahibi, ya da emekli olabileceklerine inanıp inanmadıklarını sorsalar, eminim bambaşka bir profil çıkacaktı. Ama, elbette görmek istedikleri resme pek uymazdı bu profil. Direnişi Gezi, Kuğulu ve Alsancak ile sınırlayıp, işçi mahallelerine yayıldığını da görmek istemediler zaten. Oysa ki, TÜİK verilerine göre son on yıldır, kişi başı çalışılan saat endeksi sürekli artıyor. Buna karşılık, örneğin sanayi sektöründe enflasyondan arındırılmış kişi başı reel ücretler, büyümeye rağmen son on yıldır hiç artmadı.
Son olarak, kadın emeği de yaşanan dönüşümün önemli bir parçası oldu, ve bu anlamda ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Bir yandan artan sayıda kadın, özellikle hizmet sektöründe esnek, güvencesiz işlerde istihdam edildi. Bu durum, kadınların ücretli/ücretsiz emek kıskacı yükünü daha da arttırdı2. Tüm bunların sonucunda, Türkiye gerek ranta, gerekse artı-değere dayalı sermaye birikiminde ciddi bir dönüşüm yaşamaya devam ederek, Ortadoğu Afrika bölgesinde adına dilerseniz alt-emperyal, dilerseniz bölgesel güç deyin önemli bir konuma sahip olabildi.
Sözkonusu dönüşüm süratli ve zora dayalı olarak gerçekleşti. Şehircilik, çevre, kadın bedeni ve savaşlar üzerinden sağlanan ranta dayalı birikim ve işgücünün esnek ve güvencesizleştirilmesine, tarımdaki çözülmeye, kadınların ücretli/ ücretsiz emek kıskacına dayanan sermaye birikimi şimdiye dek hep zora dayandı. Bir buldozer gibi hepimizi ezdi, geçti. Başbakan’ın on yılı aşkın süredir geliştirdiği kişilikte bunun da payı var. Geçenlerde bir arkadaşımın Özal’ın bile daha insani olduğunu hatırlatması üzerine, Özal’ın arkasındaki ordu desteğini konuştuk. Bugünün koşullarında bir darbe ihtimalinden bahsedemeyiz. Dolayısıyla, kendisinin nasıl bir insan olduğundan bağımsız olarak, son on- onbeş yıldır o koltukta oturmuş olan hemen her Başbakan, az ya da çok, benzer bir kişiliğe bürünmek zorunda. Elbette ki Başbakan’ın zorbalığı gözümüze çarpan ilk görüngü. Hepimizi canından bezdiren şey. Ancak bu zorbalığın, yaşadığımız sermaye birikiminin zora dayalı yapısını dolayımlamak suretiyle sakladığını tartışmanın zamanı geldi artık.
Sokaklara dökülen insanlar içerisinde kentlerdeki yeni hizmet sektörü çalışanları olan eğitimli ancak yoksul gençler ya da öğrenciler olduğunu yadsıyamayız. Güçlenen ve güçlendikçe baskılara karşı sesini duyuran kadınların varlığı da gün gibi ortada. Otuz yılı aşkın süredir kendilerine karşı verilen bir savaşın içinde sabırla varolma mücadelesi veren Kürtlerin varlığı da inkâr edilemez. Kentin rant merkezli olarak yeniden şekillendirilmesine, doğanın yok edilmesine itiraz eden insanların bu ayaklanmadaki yeri aşikâr. Bu halk ayaklanması elbette ki Başbakan’ın zorbalığına karşıdır. Ancak aynı zamanda Başbakanın kişiliğinde simgeleşmiş olan kapitalist kalkınmanın zora dayalı birikim politikasına da karşıdır. Ve bu ayaklanmayı şiddetle bastırmak Başbakan için elzemdir.
1 Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: http://www.sosyalistfeministkolektif.org/feminist-gundem/feminist-gundem/kurtaj/519-dogurganlikartti
2 Daha ayrıntılı bilgi için KEİG tarafından hazırlanan raporlara, Feminist Politika dergisinin ilgili sayılarına ve Mutfak Cadıları kitapçıklarına bakılabilir.
Kaynak : Sendika.org – 20 Haziran 2013