Kapitalist sistemin kendi çıkmazını aşmak için uyguladığı neo-liberal politikalar sonucunda devlet müdahaleleri en aza indirilmiş, çok uluslu şirketlerin önündeki engeller dünya ölçeğinde kaldırılmıştı. Geçmişte aklımızın ucuna bile gelmeyen her şey artık sermayenin hizmetindeydi; dağlar, taşlar, vadiler, ovalar, nehirler, dereler ve hatta rüzgâr bile. Yani düne kadar piyasanın dışında bırakılmış kullanma hakkına sahip olduğumuz ortak varlıklar bugün sermayenin cirit attığı bir alana dönüştürülüyor. Doğa metalaştırılıyor.
Doğanın metalaştırılmasıyla birlikte kırsal insansızlaştırılıyor, tüm canlıların yaşam alanları yok ediliyor. Kırsalın yoksulları gıda, toprak ve geçim kaynağı haklarından mahrum bırakılıyor. Onlar köklerinden, kültürlerinden koparılmak isteniyor.
Sermayenin yeni ilgi alanı daha doğrusu saldırı alanı kırsal olunca, kırsal alanda yaşayanların ürettiği gıda önemli tartışma konularından biri haline geliyor.
Biliyoruz ki, gıda her canlı için vazgeçilmez olandır. Tabi ki, biz insanlar içinde öyle… Yalnız insanları diğer canlılardan ayıran bir fark vardır ki, o da besin zincirini dönüştürme gücüne sahip olmasıdır. Yani, hoşlandığı, beğendiği, istediği gıdaları üretip geliştirirken, istemediği bir çok türü ve cinsi yok edebilir. İnsanlığın diğer canlılara göre üstünlüğü olarak görülen bu özelliği bir çok problemi ve kaygıyı da beraberinde getirir.
Yaşamımızı sürdürmek için tükettiğimiz gıdalar, acaba sağlığımızı mı tehdit ediyor; hangi gıdaları tüketmemiz gerekir; gıdaları nasıl ve hangi miktarda tüketmeliyiz gibi sorular ardı ardına gelmekte ve tartışılmaktadır. İlaç kalıntısı var mı, hormonlu mu, antibiyotikli mi, hangi tohumla üretilmiş, hazır gıdaysa kullanılan katkı maddeleri neler, vb. sorular günlük yaşantımızın sohbet konuları haline gelmiş durumda. Kentlerin nüfusu artıkça tarımsal üretim süreçleriyle ilgili bilinmezlik artıyor, kaygılar büyüyor.
Oysa insanoğlunun geçmişte bu tür soruları ve kaygıları yoktu. Hangi gıdayı tüketeceğimiz yaşadığımız bölgenin yüzyıllara dayanan kendine has genetik çeşitliliğine ve yörenin bu genetik çeşitliliğine uygun oluşturulmuş mutfak kültürleri tarafından belirlenirdi. Bugün çocukluğumuzdaki tatları aramamızın nedeni de bu kültürlerin tahrip edilmesi ve tarımda yaşanan dönüşümdür. Evlerde üretilerek hazırlanan yiyecekler bile artık endüstriyel olarak üretilmektedir. Yüzyıllara dayanan yeme alışkanlıklarımız bilinçli olarak tahrip edilmekte, küresel gıda ve tarım şirketleri nelerin üretilip, nelerin tüketileceğine giderek daha büyük oranda karar vermektedir.
Endüstriyel tarımın üretim yöntemleri ve yeni beslenme alışkanlıkları doğayı ve insan sağlığını tehdit etmektedir. Doğa hızla bir dönüm noktasına doğru, bir yok oluşa doğru sürüklenmektedir.
Gıdayı tüketenler tükettikleri gıdaların üretim süreçlerini daha düne kadar izleyebilme imkanına sahipken artık gıdanın nasıl üretildiğine dair bilgiden git gide uzaklaşıyor, yani gıdaya yabancılaşıyor. Endüstriyel tarımın bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliğinde uyguladığı yöntemleri tüketiciler duyup öğrendikçe de dehşete düşüyor, tükettiği her gıdadan şüphe duyuyor.
Bu kaygıların artması karşısında tüketicilerin rahatlaması için düşünülmüş bir kavramdır, GIDA GÜVENLİĞİ.
Gıda güvenliği kavramı sağlıklı ve güvenilir gıda ile ilgilidir. Şirketler ve siyasiler gıda güvenliği kavramını herkesin gıdaya ulaşma hakkını ifade eden gıda güvencesi yerine de kullanarak ve üstelik bunu bilinçlice yaparak kavram yanılsama yaratıyorlar.
Oysa her yıl 39 milyon insan açlıktan ölmekte, 1 milyar insan açlıkla mücadele etmekte, 1 milyar insan gizli açlık çekmekte, 2 milyar insan obeziteye bağlı hastalıklarla mücadele etmektedir. (1)
Ne acıdır ki, bu tablonun ortaya çıkmasından sorumlu olanlar gıdanın kontrolünü de ele geçirmişlerdir. Günümüzde gıdanın kontrolü tek taraflı olarak şirketlerin denetimindedir.
Gıdanın kontrolünü yapanlar;
- Üretim sürecinin herkes tarafından bilinebilir olmasını,
- Üretim sürecinde kullanılan yöntemleri,
- Toprak ve suyun kirletilmesini, doğanın katledilmesini,
- Gıdaların besin bakımından yoksullaşmasını umursamaz.
Onlar açısından gıda güvenliği sadece, kendi deyimleriyle tolere edilebilir kalıntı ve katkı maddeleri olup olmadığı, hijyenik koşullara uyulup uyulmadığıdır. (2)
Örneğin, tabağınızdaki bir et parçasını gıda güvenliği açısından inceleyenler için, hayvanın hangi koşullarda yetiştirildiği, hangi işkenceler altında olduğu, yetiştirilme sürecinde hangi yemlerle beslendiği, kullanılan antibiyotikler, büyüme hormonları önem taşımaz. Yeter ki, onlar için kendi belirledikleri kodekse uygun, hijyenik koşullara uyulmuş olsun.
Görüleceği gibi esas problem, temel bir hak olan gıdanın, gıda olmaktan çıkarılıp bir meta haline dönüştürülmesidir. Meta haline gelmiş gıda, kar için kimi zaman tabağımızda kaygıyla tükettiğimiz besin, kimi zaman endüstriyel çiftlikler için hayvan yemi, kimi zaman arabalar için biyoyakıt olur. Dünyada üretilen tahılın 1/3’ü hayvan yemi ve biyoyakıt için kullanılır.
Sorumlusu ise, geniş ölçekli, endüstriyel temelli şirket tarımıdır. Tarımın liberasyonuyla beraber toprağın merkezileşip, küresel tarım ve gıda şirketlerinin eline geçmesidir.
Çiftçi Sen’in de üyesi olduğu La Via Campesina’nın (ÇİFTÇİ YOLU) endüstriyel, kar amaçlı, petrole bağımlı, gıdanın üretiminden pazarlanmasına kadar az sayıda elde toplanmasına karşı çözümü GIDA EGEMENLİĞİDİR. La Via Campesina, küçük çiftçilerin, köylülerin gıda üretimi için gerekli tüm kaynaklarının (toprak, tohum, su gibi) gasp edilmesine, küçük çiftçilerin köylülerin karar alma süreçlerinin dışında bırakılmasına karşı mücadele eden küçük çiftçilerin, köylülerin en önemli küresel tarım örgütüdür.
1996 yılında Roma’da yapılan Birleşmiş Milletler Tarım Ve Gıda Örgütü (FAO) ‘nun Gıda Güvenliği zirvesinde La Via Campesina sağlıklı ve güvenilir gıdalara herkesin ulaşabilmesinin yolunun gıda egemenliği olduğunu belirterek, ilk defa bu kavramı kullanır.
23-27 Şubat 2007’de Mali’de La Via Campesina ve müttefikleri bir araya gelirler, Gıda Egemenliği tartışılır ve bir deklarasyon yayınlanır, adına Nyeleni Deklarasyonu denir. Nyeleni Afrikalı bir ailenin doğan tek kız çocuğudur. O nedenle aile ve Nyeleni aşağılanır. Nyeleni erkeklerle tarımsal üretimde hep yarışır, büyük başarılar elde eder ve Afrika’ya bir çok tohum kazandırır, bu tohumlar kuraklık dönemlerinde bir çok insanın açlıktan ölmesini engeller. Her Afrikalının saygıyla hatırladığı efsane bir kadının yani Nyeleni’nin Gıda Egemenliğini ifade edebilecek en iyi simge olduğu düşünülür.
Gıda Egemenliği,
Piyasaların ve şirketlerin taleplerini değil, gıdayı üretenleri, gıdayı dağıtanları, gıdaya ihtiyaç duyanları merkezine koyar.
Halkların kendi kültürlerine uygun, ekolojik tarım ve gıda sistemlerini belirleme hakkına sahip olduğunu savunur.
Gıdanın tüketicilere ulaşmasında önceleyin yerel ve ulusal pazarlarda olması gerektiğine inanır.
Gıda ve beslenme üzerinde kontrol hakkının şirketlerde değil, gıdaya üretenlerde, gıdaya ihtiyaç duyanlarda olması gerektiğini söyler.
Gıda Egemenliği, gıdanın şirketlerin denetiminden çıkarılıp, halkın egemenliğine geçirecek, topraklarımızı, bölgelerimizi, sularımızı, hayvanlarımızı, biyo çeşitliliği koruyacak bir toplumsal projenin adıdır. Köylülerin, aile çiftçilerinin, balıkçıların, yerli topluluklarının, topraksızların, kır işçilerinin, göçmenlerin, orman köylülerinin, kadınların, gençlerin, tüketicilerin, çevre ve kent hareketlerinin, çobanların, göçerlerin vb. mücadelelerini ortak bir mücadeleye dönüştürecek projedir.
Vandana Shiva- İnadına Canlı
Abdullah Aysu- Gıda Krizi
Mukavemet, Sayı:1, Mart 2017