Son aylarda Türkiye de tam bir savaş hali yaşanıyor.
AKP Kürt coğrafyasını bir baştan, bir başa savaş alanına çevirmiş durumda.
Bir yandan ülke sınırlarında yoğun operasyonlar yapılırken, öte taraftan Irak Kürdistanı’na günlerdir bomba yağdırılıyor. Şimdi de kara operasyonu yapılması bekleniyor. Yani kısaca savaş giderek tırmanıyor. Türkiye bütçesinin aslan payı silaha, savunmaya yatırılıyor.
Ne var ki tüm bu gelişmeler yaşanırken, yeni bir küresel ekonomik krizin kapıda olduğunu konunun uzmanları söylüyor.
Kuşkusuz yaşanacak sermaye krizinin etkileri eskilerine oranla daha ağır olacaktır. Yaşanacak yeni kriz; ekonomide durgunluk işsizlik ve yoksullaşma yaratacak. Elbette bu krizin yükü de halka fatura edilecektir.
Geçmiş sermaye krizlerinin etkileri henüz aşılmamışken, yürütülen silahlanma ve savaş politikaları, emekçiler açısından güvencesizlik, ücretlerin düşmesi, yoksullaşma, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesi anlamına gelecektir. O halde tüm toplumsal kesimlerin, özellikle de emek örgütlerinin artık şapkalarını önlerine koymalarının zamanıdır. Bu politikalara dur denilmelidir. Bu örgütlerin savaşa karşı, barış mücadelesini yükseltmek gibi bir sorumlulukları vardır. Çünkü emekçilerin kirli savaştan çıkarları söz konusu değildir.
Kaldı ki otuz yıllık çatışmalı süreç, soruna çözüm üretmediği yaşanarak görüldü. Nitekim Türkiye işçi sınıfı ne kaybettiyse, bu savaş üzerinden kaybetti. Yıllardır dile getirildiği gibi… Özelleşmeler, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi bu savaşın bir sonucudur.
Keza son dönemlerde gündeme getirilen Kıdem Tazminatı, kiralık işçi büroları, bölgesel asgari ücret (eğer ciddi bir cephe örülemezse) bu savaşın girdabında gasp edilecektir. O nedenle en asgarisinden bir emekçi tavrı bile, savaş ve imha politikalarına karşı olmayı gerektirir. Devletin bile (el altından da olsa) Kürt sorununun çözümünü konuştuğu bir dönemde, emekçiler daha cesaretle bu konuyu konuşmalıdırlar. Fakat bırakın bazı konfederasyonların barış mücadelesi yürütmelerini, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi işbirlikçi sendikal yapılar son zamanlarda adeta hükümeti savaşa kışkırtıyorlar.
26 Ağustos 2011 de TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu yayınladığı mesajda; “(…)Terör örgütü kan dökerek hedefine varmak istemekte, ancak döktüğü her damla kanın kendi sonuna doğru bir yolculuk olduğunun farkına varamamaktadır” diye imha politikalarına destek vermektedir.
Yine, Şeker-İş kolundaki özelleştirme ve tasfiye politikalarına sessiz kalan, tarımın tasfiyesine karşı hiçbir mücadele geliştirmeyen Şeker-İş Sendikası Başkanı, Çukurca eylemi sonrası sınır ötesi harekat istemekte ve BDP’yi hedef göstermeyi kendisine bir görev olarak seçmektedir.
HAK-İŞ Kürt sorununu ülkenin ‘istikrarını bozan’ ‘(…) terör sorunu’ olarak görmektedir.
Kuşkusuz sendikaların bu yaklaşımlarına baktığınızda bunların sendikacı mı, yoksa savaş ağası mı olduğunu karıştırıyorsunuz.
Bir emek örgütünün görevi, acaba daha fazla acıdan yana olmak mıdır? Ya da sırf bir siyasi partiyi farklı düşünüyor diye tasfiyesini istemek midir? Anlamak güç…
Emekçiler bir yandan sermaye politikaları sonucu uçurumun dibine itilirken… Sendikalar hak gasplarını, emek mücadelesini bir tarafa bırakarak, sınır ötesi operasyon istemesi, ırkçı-militarist politikalara teslim olmak değil de nedir? Kaldı ki otuz yıldır 40 bin insanın canına mal olan bu savaş, artık ziyadesiyle yetti.
Pratik yaşam bize savaş üzerinden Kürt sorununun çözülmeyeceğini göstermiş durumda.
O halde bir emekçi örgütünün görevi savaşı kışkırtmak olmamalıdır. Aksine halkların kardeşliğinin harcı olmalıdırlar. Nitekim ırkçı kışkırtmalardan emek örgütlerinin uzak durmaları etik ve ahlaki bir sorundur da aynı zamanda.
Buradan Türk-İş tabanına, muhalif on sendikaya ve diğer emek örgütlerine sesleniyorum.
Sendikalarda açığa çıkan anlayış kesinlikle hastalıklı ırkçı ve faşist bir anlayıştır. Dolayısıyla bu ırkçı anlayış her alanda teşhir edilmeli, emekçiler bu faşist anlayışla mutlaka hesaplaşmalıdır.
Kaynak : Özgür Gündem – 19 Eylül 2011