Çiftçi-Sen seçim öncesi küçük çiftçilerin sorunlarına ve isteklerine ilişkin bir broşür yayınladı. Broşürü paylaşıyoruz.
,,,
Seçimler yaklaştıkça siyasi partiler küçük çiftçilerin sorunlarına ilişkin açıklamalarda bulunuyorlar. Ama hiçbirisi çiftçilerin kendi örgütlerine bu konuda fikir sorma gereği duymamaktadır. Bu broşürle bizler kendi sorun ve çözüm önerilerimizi kamuoyuna duyurma gereği duyduk.
Türkiye’de;
Toprak mülkiyeti dağılımı adaletsizdir.
Tarım sektöründe, küçük köylülük, feodal ağalık ve kapitalist işletmeler birlikte yürümektedir.
Çiftçilerin örgütlülüğü yok denecek düzeydedir.
Çiftçiler girdilerde, (tohum-ilaç-gübre- mazot, yem, elektrik, su vd) tümüyle dışa bağımlıdır. Diğer önemli girdilerden olan su ve elektrikteki yüksek vergiler, çiftçilerin belini bükmektedir.
Çiftçiler, girdileri pahalı temin etmekte, ürettiği ürünü ise pazarlarken düşük fiyatla satmak zorunda bırakılmaktadır. Bu nedenle çiftçiler zarar etmekte, çiftçiliği terk etmek durumunda kalmaktadır.
Haller, borsalar ve hipermarketler temelinde oluşturulan pazarlama kanalları ile üreticilerin artı değerine el konulmakta, sömürülmektedir.
Tarımsal desteklerin oranı iyice düşürülmekte, oranı düşürülmüş bu desteklerden sadece şirket tarımcılığı ve büyük toprak ve sürü ağaları yararlandırılmaktadır. Küçük köylü, desteklemelerden en az yararlandırılanlar olmaktadır.
Tarım Bakanlığı ile çiftçilerin bağı koparılmış, Bakanlığın içi boşaltılarak işlevsizleştirilmiş, ithalat ve ihracat bakanlığı gibi çalıştırılmaktadır.
Araştırma enstitüleri ile tarımsal üretme istasyonları tasfiye edilmektedir. Kalanlara ise şirketler için AR-GE çalışmaları yaptırılmaktadır.
Kısacası; Türkiye’de, tarım -girdiden çıktıya kadar- çiftçiler dışlarında belirlenen politikalara bağımlı hale getirilmekte. tarım tahrip edilmekte, çökertilmektedir.
7 Haziran’da yapılacak olan seçimler öncesinde taleplerimizi sizlere iletmek istedik. Saygılarımızla.
ÇİFTÇİ-SEN YÖNETİM KURULU
Bağımsız, Demokratik, Ekolojik, Sosyal Bir Tarım Programı için:
- Örgütlenme
Tarım alanında üç tip örgütlenme bulunmaktadır. Bunlar; hak arama örgütü üretici sendikaları, çiftçilerin ekonomik haklarını koruyup geliştirecek kooperatifler, bir diğeri ise çiftçilerin mesleki örgütü olan Ziraat Odaları’dır.
- Üretici Sendikaları
Yerli ve yabancı gıda, tarım ve kimya şirketlerinin dayatmalarıyla tarımda yaşatılan tahribata karşı çiftçilerin kurdukları ve kuracakları üretici çiftçi sendikaları için iç hukuk düzenlemesi yapılarak etkin hale getirilmelidir.
Çünkü Sendikaların;
- Destekleme alımlarından ve destekleme alım fiyatı açıklamaktan çekilen kamunun yerine çiftçiler için referans fiyatları belirleyip açıklamaları için,
- Tarımsal politikalar belirlendiğinde çiftçilerin haklarını gözeten bir yerden müdahil olup, çiftçilerin çıkarlarından yana politikaların belirlenmesinde etkin olmaları için,
- Çiftçilerin üretim aracı olan toprak ve suyun kirletilmesine karşı etkin hukuksal ve demokratik mücadele vermeleri için,
- Tüccarın vurgunculuğu ve dolandırıcılığına karşı çiftçileri koruyacak mücadeleyi verebilmeleri için,
- Kamunun tarımcıyı koruyucu, çiftçilere öncü, eğitici ve öğreticilik yapmasını sağlamaya yönelik demokratik mücadele yürütmeleri için,
- Çiftçilerin, eksiksiz sosyal güvenceye kavuşturulmaları için,
- Sözleşmeli çiftçiliğe mecbur edilen çiftçilerin adına sözleşme yapmak ve çiftçilerle sözleşme yapan işveren durumundaki sanayici ve tüccarın sözleşme koşullarına uymadığında sendika üyesi çiftçilerin hakkını aramak ve korumaları için, TBMM’de üretici çiftçi sendikalarına ilişkin iç hukuk düzenlemesi yapılmalıdır..
- Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) çiftçilerin mesleki örgütüdür. Ama TZOB, ezelden beri küçük çiftçilerin çıkarını korumaktan çok büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını savunan bir örgüt olarak işlemiştir.
1984 yılında TZOB yasası değiştirilmiştir. Değişikle büyük küçük çiftçi ayırımı yapmadan tüm çiftçilerin mesleki çıkarlarını savunmalarını engelleyecek şekilde yasası düzenlenmiş, Tarım Bakanlığının yan kuruluşu gibi işlevlendirilmiş, yarı resmi bir kuruluşa dönüştürülmüştür.
Kısacası; Ziraat Odaları Birliği’nin yasasıyla, işleviyle ve yönetim yapısıyla demokratikleştirilmesi ve küçük aile çiftçiliği lehine işlemesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
- Kooperatifler
Kooperatifler bilindiği gibi şirketlere alternatif kurulan ekonomik örgütlenme biçimleridir. Kooperatiflere ait yasa 57. Hükümet döneminde değiştirilmiştir. Değişiklik sonrasında kooperatif ve birliklerin işleyiş ve yönetim tarzının şirketlerden farklı, onlara alternatif bir örgütlenme biçimi olduğunu söylemek artık pek olanaklı değil.
Çiftçilerin ekonomik örgütü olan kooperatif ve birlikler hakkındaki kanun çiftçilerin demokratik olarak yönetimlerini oluşturmasına ve yönetmeye uygun değildir. Kanun, serbest piyasa yanlıları tarafından hazırlanmıştır. Doğal olarak çiftçilerin tarımsal üretimden pazarlamaya kadar olan zincirin halkalarını oluşturmamakta, tersine zincirin halkalarını koparıp ayırmaktadır. Şirketleri egemen kılmaktadır.
Kanunun çiftçilerin üretimden pazarlamaya kadar ki halkaların tümüne üretici ve tüketicileri birlikte egemen kılacak biçimde yenilenmeli, değiştirilmelidir.
Kooperatifler Küçük Aile Çiftçiliği İçin Gereklidir
Bilindiği üzere Türkiye’de arazi ölçeği küçüktür. Küçük aile çiftçiliği egemen bir üretim biçimidir. Serbest piyasa yanlıları tarafından arazilerin küçük ölçekliliğinin tarımsal üretimde engel oluşturduğu propaganda edilmektedir. Ama hangi üretim tarzı için engeldir? Tabii ki endüstriyel tarım tarzı için engeldir. Aile işletmeciliğinin ve kimyasalsız üretimin uygulanması için avantaj oluşturmaktadır.
Ayrıca kooperatifler; arazilerin küçük olmasının getirdiği dezavantajı dayanışma ile avantaja dönüştürebilme ve tarımın şirketleşmesine de alternatif olma potansiyelini bağrında taşımaktadır.
Bu nedenle kooperatiflerin bağımsız ve demokratik yapılar haline gelmesi için Kooperatifler Yasasının küçük aile çiftçiliğinden yana olacak içerikte yeniden düzenlenmelidir.
- Üretim Modeli
Tarımsal üretim genel olarak iki biçimde yapılmaktadır. Endüstriyel tarım ve küçük aile çiftçiliği şeklinde.
- Endüstriyel Tarım
Endüstriyel tarım, bitkisel üretimde hibrit tohum, bol su, kimyasal gübre ve ilaç gerektirirken, hayvan yetiştiriciliğinde fenni yem, antibiyotik gerektiren tarım modelidir. Bu model insan sağlığı için risk oluşturur. Ekolojiyi tahrip eder. Bu tarım tarzını büyük şirketler ile toprak ağaları tercih eder.
- Küçük Aile Çiftçiliği
Küçük aile çiftçiliği, yerel tohum, kimyasal olmayan gübreler (hayvan dışkısı, kompost, münavebede baklagill uygulaması gibi) kullanır. Buradan elde edilen gıdalar insanlar için risk oluşturmaz. Ekolojiyi tahrip etmez, onarır. Şirketlerin değil, ailelerin tercih ettiği tarım tarzıdır. Bu nedenle küçük aile çiftçiliğinin desteklenmesi öncelikli politika olmalıdır.
Üretim Girdilerinden Vergi Alınmamalı!
Üretim girdileri diğer ülkelere göre çok yüksek. Üretim girdisi olan tohum, ilaç, gübre, mazot, su, elektrik, kredi faizleri, yem, hayvan sağlığı ilaçları, veterinerlik hizmetleri pahalı ve her yıl artmaktadır. Özellikle endüstriyel tarım metodunda kullanılması zorunlu olan kimyasal kullanımı ve mazot fiyatları ürün maliyetini artırıyor. Ürün fiyatları ise düşük belirleniyor. Bu orantısız durumdan çiftçiler zarar ediyor, çiftçilik mesleğini terk etmek zorunda bırakıyor.
Üretimin devamlılığını yeniden doğal yollardan sağlamak ve çiftçiyi sömüren temin edici şirketlerin döngüsünü kırmak için tarımsal girdi desteklerini yerel tohuma yönlendirilmeli. Toprağı besin bakımından zenginleştiren münavebe bitkilerine, hayvan gübresi kullananlara destek verilmeli. Bu süreçte üretim girdilerindeki vergiler kaldırılmalı. Çiftçi üretim girdilerine maliyetlerin üzerinden ucuz erişebilmelidir.
AR- GE Çalışmalarını Kamu Yapacaktır
1980 yılına kadar tarım alanındaki gelişmeler için yapılan AR-GE çalışmaları kamu/devlet eliyle yürütülüyordu. 1980’den sonra çokuluslu şirketler AR-GE çalışmalarını başlattı ve tarım alanında epey de yol aldılar. Tarımdaki genetik “devrim” diye ifade edilen tohumların genleriyle oynama konusunda birçok buluşa imza da attılar.
Genetiğini değiştirdikleri bu tohumların patentini alarak dünya ölçeğinde çiftçileri tohum konusunda kendilerine bağımlı hale getirecek düzenlemeleri yapmaya da giriştiler.
AR-GE çalışmaları elbette yapılmalıdır, fakat şirketler değil, kamu yapmalıdır; ancak kamu aracılığıyla yapılan araştırmaların ortaya çıkardığı olumlu sonuçları tüm toplum kullanabilir. Kamunun yapacağı/yaptığı araştırmalar çiftçileri herhangi bir sermaye gücünün buluşu sonrası gibi fikri mülkiyet adı altında, patentlemede olduğu gibi bağımlılık ilişkileri içine sokmaz. Ama şirketler AR-GE çalışmalarını çiftçilerin üzerinde hâkimiyet kurma, bağımlı kılma, sömürüsünü süreklileştirmek için yapıp, uygulamaktadır. Bu tohum alanında olduğu gibi diğer birçok alanda da sürdürüldüğü bilinmektedir.
Günümüzde bir kamu teşekkülü olan Tarımsal Araştırmalar ve Projeler Genel Müdürlüğü TAGEM, adeta küresel ve ulusal özel tohum şirketlerinin gönüllü AR-GE birimi olarak işlev görmektedir. Kamu kaynakları ile kurulan ve AR-GE çalışmaları yapan bu kurum, ıslah çalışmaları sonucunda geliştirdiği tohumları, yani bu tohumların mülkiyet haklarını özel tohum şirketlerine satmaktadır. Böylece kamu kaynakları ile geliştirilen ve kamuya ait olan bu tohumlar, özel şirketlerin mülkiyetine geçmektedir. Bu yolla, geçmişte çiftçilerin kolaylıkla ve düşük maliyetli erişebildiği ve geniş ölçekte verim artışı sağlayabildiği ıslah edilmiş tohumlara, artık küçük üretici çiftçiler ulaşamaz veya ulaşırsa da yüksek bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. Bu da çiftçilerin üretim girdi maliyetlerini artırarak, zaten iflasın eşiğinde olan küçük üreticilerin tamamen tarımdan tasfiye olmasına yol açmaktadır.
AR-GE çalışmaları laboratuvarlardan çok arazide, çiftçi, bilim insanları birlikteliğiyle gerçekleştirilmelidir. Çalışmalarından sadece çiftçiler yararlanacak biçimde TAGEM’in görev tanımı değiştirilmelidir.
Kısacası, AR-GE kamu eliyle yapılmalı. Olumlu sonuçları toplumun tüm kesimlerinin yararına sunulmalı, bağımlılık ve sömürüyü meşrulaştıran değil engelleyen bir mekanizma ile işletilmelidir. ARGE’ler bilgiyi çiftçiler arasında paylaştıran ve çiftçiler tarafından erişebilen tarzda yaptırılmalı ve yönetilmelidir. AR-GE’ler tarımda bilgeliği geliştirici nitelikte uygulanmalıdır
Tohumculuk Yasası yeniden düzenlenmeli.
2006 yılında 5553 sayılı tohumculuk kanunu çıkartıldı.Bu kanunla birlikte tohum ve gıda şirketleri çiftçilerin nesilden nesile aktarılan kolektif deneyimleri ile binlerce yıl içinde geliştirdikleri ve emek harcadıkları tohum ıslahının sonuçlarını el koymasının önü açıldı. Tohumların üretimi,sertifikalandırma,ticaret ve denetimi uluslar arası tarım şirketlerine bırakıldı.Bin yılların birikimiyle elde ıslah edilen tohumları bu şirketler patentleyerek yerel tohumların bile üretimi ve satışını ele geçirmeye başladılar.Artık köylü kendisi tohum üretip satamayacak.Üretip satanlara da cezai yaptırımlara uğramakta.Bu yasa değişmeli, tohumun serbest üretiminin, dolaşımının önündeki engeller ve patent uygulaması kaldırılmalıdır. ”Tohum Yaşamdır.Yaşam Patentlenemez.”
Su ve Elektrik Maliyetine Verilmeli
Su tarımın en önemli girdilerinden birisidir. Tarımda suyun kullanılması verimliliği artırır. Fakat suyun toprağa ulaştırılması ve bitkiyle buluşturulması elektrik ve mazot kullanmayı gerektirir. Elektriğin ve mazotun çiftçiye maliyeti çok yüksek, suyun fiyatının da yüksek belirlenmesiyle birlikte çiftçiler zor durumda bırakılmakta ve borçlandırılmaktadır.
Binlerce çiftçi elektrik borcunu ödeyemediğinden icralık olmaktadır. Elektriğin ya maliyetine baktığımızda, aslan payını devletin aldığı vergi oluşturuyor. Yani şirket-devlet birlikteliğiyle vatandaşın elektrik faturası kabarıyor, ödenemez duruma doğru yol alıyor.
Çiftçilerin biriken elektrik borçlarının meblağı da çiftçilere göre büyük ve iflas ettirici. Silinmelidir.
Çiftçinin üretebilmesi için elektriği maliyetine (vergisiz) verilmeli. Devlet zaten zarar etmez, köylü de endişesiz, gönül rahatlığıyla üretebilmelidir.
Üretimde kullanılan Mazottan Vergi Alınmamalı
Çiftçiler üretim yaparken mazot kullanmak zorunda. Fakat mazot çok pahalı. Çiftçilerimiz dünyanın en pahalı mazotunu kullanarak üretim yapmaya çalışmaktadırlar.
Peki, mazotun fiyatını yükselten nedir?
Mazotun rafineri çıkış fiyatı 1 lira 15 kuruş. Bunun üzerine 1 lira 60 kuruş Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ile dağıtıcı- bayi kârı eklenmektedir. Bu eklerle birlikte mazot fiyatı 2 lira 75 kuruşa çıkmakta. Bunların toplamının üzerine bir de Katma Değer Vergisi (KDV) konulmakta. Yani konulan ÖTV vergisinin üzerine ayrıca KDV vergisi yüklenerek mazot fiyatı yükseltilmekte, fiyatı uçurulmaktadır. Çiftçiler mazot fiyatı üzerinden soyulmaktadır.
Çiftçiler üretim sürecinde yıllık toplam 4 milyon ton (4 milyar litre) mazot kullanmaktadır. Bu mazotun her litresi için ortalama 2 lira 30 kuruş vergi vermektedir. Litre başına ödenen 2 lira 30 kuruş vergiyi 4 milyar litre ile çarptığımızda ise yıllık 9 milyar 200 milyon lira etmektedir. Bu demektir ki, devletin sadece mazottan dolayı çiftçiden aldığı vergi 9 milyar lirayı aşmaktadır. Peki, devletin çiftçiye verdiği destek ne kadar? Verilen destekler yıllara göre değişiyor: 2013’de 8 milyar 600 milyon, 2014’de ise 9 milyar 600 milyon lira.
Mazottan dolayı devlete zarar ettirilmemeli. Mazot traktörün deposuna gelene kadar kaça mal ediliyorsa, o fiyattan çiftçilere satılmalı. Mazotun üzerinden alınan vergiler alınmamalı. Mazot çiftçiye maliyetine satılmalı.
Yem
Yem bilindiği üzere hayvan yetiştiriciliğinde en önemli girdidir ve maliyetin yüzde 70’ine tekabül eder.
Hayvanların meralardan koparılıp kapalı alanlara kapatıldıkça ot ile değil hububat ve hayvan leşleri, sakatat, kan tozu, kemik unu ile besleme, vitamin ve antibiyotik ile desteklemektedir. Bu tarz fenni yem ile beslenme değişikliği hayvanların yaşam sistemini altüst etmiş, ucubeleştirmiştir. Hayvanlardaki her şeyin insanlara kolaylıkla geçebildiği bilinen bir gerçekken, şirketler bu yola daha fazla kâr için sapabilmiştir.
Hayvan yetiştiricilerinin bedava yem alanı olan meralar, otlaklar, yaylaklar yeniden ortak varlık olarak köylere verilmesi için Büyükşehir Yasası’nda düzenleme yapılmalıdır. Hayvanların kapalı alanlarda değil, meralardan beslenmesi için destek verilmeli. Kapalı alan hayvancılığını desteklenmemeli. Bu desteklerle hayvan yetiştiricisi küçük aile çiftçilerinin refah düzeyini yükseltilirken, doğa korunmuş olur. Hayvancılıkta yeterliliği sağlamak için damızlıkların satışını/kasaplık olmasını engelleyecek yasal düzenlemeler yapılmalı, üretimin devamlılığı ve hayvan sayısının artması için desteklemelerde damızlıklara ve ıslaha öncelik verilmelidir.
Köylere Elektrik Bedava Verilmeli
Enerji ihtiyacının merkezi enerji üretim ve dağıtım mekanizmalarıyla karşılanması, hem kayıp ve kaçak yoluyla enerji kaybına yol açmaktadır, hem de yüksek fosil yakıt kullanımı nedeniyle gezegenin ve dolaylı olarak tarımsal üretimin geleceğini tehlike altına almaktadır. Gerek merkezi enerji mekanizmasını kırmak, bağımsızlaşmak, gerek gezegenin ve iklim değişikliği yüzünden gıda üretiminin ve tarımsal üretimin geleceğini korumak, gerekse kırsalda geçim sıkıntısı çeken çiftçilerin enerji giderlerini azaltmak amacıyla merkezi yapıdan bağımsız yeni bir enerji kullanım mekanizması geliştirilmelidir. Bu yeni yapıda, her köyün veya birkaç köyün kendi enerjisini yerelden elde etmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla, köylere kamu kaynaklarından küçük ölçekli, yerel rüzgâr ve güneş enerjisi gibi enerji santralleri kurulmalıdır. Bu santrallerden elde edilecek enerji aynı zamanda tarımsal faaliyetlerin enerji ihtiyacını da karşılayacak şekilde planlanmalıdır.
Bu tarz enerji üretme durumunda ticarete konu edilemeyeceğinden, herhangi bir sömürü gerçekleşmemiş, ihtiyaç giderilmiş olur. Doğa demokrasisi için gerekli olduğu kadar insanları enerji temininde şirketlere bağımlı olmaktan kurtarır, özgürleştirir.
Bu yöntemle elde edilen elektrik köylüye parayla satılmamalı. Köylü de elektriği parayla satmaya yetkili kılınmamalıdır. Gerektiği durumlarda söz konusu santraller coğrafi ve iklim koşulları göz önünde bulundurularak, bir kaç köyü ve bu köylerin toplam ihtiyacını kapsayan mikro bölgeler oluşturulacak şekilde planlanmalıdır. Bu planlama kesinlikle hava koridorlarına ve tarım arazileri üzerine kurulmamalı, doğada tahribat yapacak ölçekte/ebatta olmamalıdır.
Kredi Faizleri Yüksek Düşürülmeli, Borcundan dolayı Çiftçinin Toprağı Elinden Alınmamalı!
Küçük ve orta ölçekli çiftçiler, girdilerini sağlayabilmesi ve üretime devam edebilmesi için kredi kullanmak zorunda kalmalıdır. Fakat çiftçilerin krediye erişebilme koşulları ağır olduğu için küçük ve orta ölçekli çiftçiler erişememektedirler. Erişebilenler de kredi faizlerinin yüksekliği nedeniyle iflas etmekte ve toprağına bankalar ve alacaklılar ucuz fiyata el koymaktadırlar. Oysa topraklar çiftçilerin üretim araçlarının başında gelir. El konulmamalıdır.
Aynı şekilde hibelere büyük çiftçiler ile şirketlerin koşulları uyduğu için sadece onlar yararlanmakta ama küçük ve orta ölçekli çiftçiler yararlanamamaktadırlar.
Kredi faiz oranlarını piyasadaki kredi faiz oranlarının yarı düzeyine indirilmeli Kredi karşılığında ipotek değil yedi kişinin birbirine kefaleti ile elde ettikleri ürünlerinden tahsil edilmesi yoluna gidilmeli. Çiftçilerin borcunun karşılığında topraklarına el konulmaması, üretime devam edebilmesi için yasal düzenleme yapılmalıdır.
Küçük Aile Çiftçiliği
Endüstriyel tarımın panzehiri küçük aile çiftçiliği olan bilge köylü tarımcılığıdır. Türkiye arazilerinin küçüklüğü ve kimyasallarla az kirlenmiş olması söz konusu sistemi uygulamak için avantaj oluşturmaktadır.
Bilgelik ve deney aktarıcılıkla tarımı sürekli geliştirecek olan küçük aile işletmeciliği; istihdam olanağı yarattığı gibi endüstriyel tarıma kıyasla daha fazla verimlilik sağlamasıyla ile açlığa çözümdür de.
Ayrıca ülkemizde işsizliğin çok büyük bir sorun olduğunu herkes yakın çevresinden bilmektedir. Endüstriyel tarım istihdamı azaltıcı küçük aile çiftçiliği ise istihdamı arttırıcıdır. Bu nedenle tarım sektöründe birçok kişinin çalışıyor olması “geri kalmışlık” değil, artı değer olarak görülmelidir. Ayrıca toprağın, suyun, toprağın, havanın dolayısıyla ekolojinin korunması yoluyla sağlıklı gıda ve tarımın devamlılığı sağlanır.
Ama endüstriyel tarım safsatasıyla ise;
- Aile çiftçiliği yok edilir,
- Toprak az elde toplanır,
- Toplumsal varlıklar şirketlere geçer, üretim tekelleşir,
- Sınaî tarım büyür, tarım fabrikalaşır; üretilen ürünlerin sağlıklılığı tartışılır. (Günümüzde fabrikasyon tavuk ve süt ile et ineği yetiştiriciliğinde yaşanılan sağlıksızlığın tartışılması gibi.)
- Kırsal/kentsel göç biçimlerinde olumsuz değişimlere neden olur.
- Mono ekimi zorunlu kılar,
Mono ekim nedeniyle de;
- Toprak ve su kirlenir kullanılamaz olur
- Yerel ürün çeşitliliği azalır, yok olur.
- İnsan sağlığı için risk oluşturur.
Endüstriyel tarım tarzı genç ve yeni insanların çiftçilikle uğraşmasını teşvik yerine vazgeçiricidir. Ama genç ve yeni insanların çiftçilikle uğraşmasını teşvik eden, daha aktif bir tarım politikası olmadan, çiftçi sayısı azalmağa devam edecektir, bu da; kırın ıssızlaşmasını getirecektir.
Bu şirket yanlısı, küçük köylü karşıtı politik değişimler, kırsal alanda gıda üretimiyle geçimini sağlayan toplulukları günden güne yoksullaştırdı, yalnızlaştırdı. Sonunda doğal zenginliklerini arkalarında bırakıp yoksulluklarını yanlarına alarak dalgalar halinde büyük kentlere göç etmek zorunda kaldılar. Fakat yanlarında beyinlerinde taşıdıkları, modern kentlerin ve kasabaların varoşlarında bir işe yaramamaktadır. Ne yöresel özelliklerin, ne geleneksel üretim biçimlerinin, ne de doğallığın bir değeri gittikleri yerlerde kalmadı.
Kırsaldaki yalnızlığın ve büyük kentlerin çekiciliğinin yarattığı bu topyekün göçü engellemek, yerel potansiyeller üzerinde toplumsal bilinç ve farkındalık yaratmak, geleneği sahiplenmek aidiyet duygularını geliştirmek amacıyla doğal ve toplumsal varlıklar üzerinden sosyal bir köy yaşamını yeniden inşa edilmesi için köylüler ile birlikte ortak politikalar üretilmelidir.
Çiftçiler Kendi İşlerini Yönetmeli, Bağımsız Olmalı!
Çiftçiler üretirken üretimin her aşamasına egemen ve yöneten olmalıdır. Yönetirken de iç ve dış dinamikler karşısında ayrıca bağımsız olmalıdır.
Tarımda desteklemeler kaldırılmakta, destekleme alım yapan kuruluşlar ise özelleştirilmekte, devlet destekleme alımlarının dışına çıkarılmakta, referans fiyat belirle(ye)memekte bu ve diğer finans kuruluşlarının yaptırımlarıyla tarıma dayanak oluşturan devlet kurumları dağıtılmakta ve devletin çiftçiyle bağı koparılmaktadır. Devletin devre dışı bıraktığı tarımsal kurumların yerini ve pazar payını çokuluslu tarım, gıda ve kimya şirketleri almaktadır. Böylece dayanaklarından yoksunlaştırılarak iflas eden/ettirilen çiftçilerin yerini şirket tarımcılığı almakta, şirket tarımcılığı da şirketlere bağımlılığı pekiştiren sözleşmeli çiftçiliği uygulamaktadır. Çiftçiler sözleşmeli çiftçilikle şirketlere bağımlı üretime, kölelik koşullarında çalışmaya zorlanmaktadırlar.
Endüstriyel üretim tarzı/metodu ne yazık ki, yönetenler tarafından şirketler çıkarına belirlenip, uygulanmaktadır. Bu metot kimyasal ilaca, kimyasal gübreye ve genetik tohuma yoğun mekanizasyona dayalı üretim tarzıdır ki; şirketlerin çıkarları doğrultusunda işlemekte/işlettirilmektedir ve toprağı, suyu, biyo çeşitliliği ve insan sağlığını görmezden gelmektedir. Toprak, su, biyoçeşitlilik ve insan sağlığı için tehdit oluşturmaktadır.
Çiftçiler ayrıca üretim yaparken de, iç ve dış dinamikler karşısında bağımsız ve belirleyen olmalıdır. Ancak şu an dış dinamikler (tarım ve gıda şirketleri ile finans kuruluşları) belirlediği üretim metotlarını iç dinamikler (hükümetler) uygulamaya koymaktadır. Çiftçiler bu politikalarla bağımlılaştırılmaktadır. Çiftçiler bağımsızlığı ele geçirilmelidir.
Bu amaçla aile işletmelerinin yeterli olamadığı -ki, genellikle yetersiz kalabilecektir- durumlarda şirketlerin alternatifi olan kooperatif örgütlenmeleri bu yetersizliği giderebilecek potansiyele sahiptir.
Türkiye tarımı için gereken bir esas dâhilinde üretimin her aşamasını çiftçilerin yönetebileceği, bilgiye, bulguya, dayanışmaya, bilgi paylaşımına dayalı küçük köylü tarımına planlı bir geçiş dönemi başlatılmalıdır.
Bu geçiş dönemi esnasında küçük ve orta ölçekli üreticilere mali destek temin edilmelidir.
Geçiş aşamasında:
- Hayvancılık için meraların otlak kapasitesi geliştirilmesine parelel, sanayi tipi hayvancılığın zaman içinde, tedricen, kaldırılmalıdır.
- Bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapılmasına destek olunmalıdır. Hayvan dışkısının tarlada, doğada yetiştirilen bitkiler hayvan yemi olarak kullanarak girdi temin edici şirketlere bağımlılığı asgariye indirilmelidir.
- Doğadaki tüm canlılar için risk oluşturan, suları kullanılmaz kılan, topraktaki canlıların telef olmasına sebep olan nitratlı gübre kullanımını sınırlandırılmalıdır.
- Hayvan yeminde antibiyotik yasaklanmalıdır.
- Hayvan yetiştiricilerinin nitelikli yem üretmesi için kamu teknik bilgi, eğitim ve ekonomik destek sağlamalıdır.
- Otun baklagillerle karıştırılması sayesinde silo mısırı kullanımı azaltılmalıdır.
- Sulamanın sadece kurak ve yeraltı sularının tükenme tehlikesi olmayan yerlerde, sulamaya ihtiyaç gösteren ürünler için yapılması sağlanmalıdır.
- Ekolojik dengenin korunması gayesi ile kimyasalsız, küçük aile çiftçiliğe desteklerde öncelik verilmelidir.
- Hayvancılık standartlarının hayvan ruh sağlığına uyumlu hale getirilmesi:
- Çok yanaşık düzen tavuk üretiminin yasaklanması,
- Hayvan nakil sürelerinin kısaltılması vs,
- Hayvan hakları gözetilmelidir. Özgür mera hayvancılığına hızla geçilmelidir.
- Hayvanların cinselliğini yaşayabileceği bir yetiştirme ve ıslah sistemine geçilmelidir.
- Bitkiden hayvan, hayvandan bitki yetiştirme sistemine geçmeliyiz.
Çiftçilerin bağımsız üretim yapabilme ve üretim sürecini yönetebilme konusundaki çabaları/politikaları ve eylemselliklerinin önü açılmalıdır.
- Ürünlerin Tüketiciyle Buluşturulması-Pazarlanması
Tarım, iklim şartlarına bağlıdır. Bu nedenle asgari satın alma fiyatı ve toplu pazarlama gibi bazı tamamlayıcı önlemlerin olması gerekmektedir.
Bunun için de;
- Çiftçiler, yerelde ürettikleri ürünlerini işlemeden satmalarını değil, kooperatifleri aracılığıyla yerel ufak gıda işleme tesisleri oluşturmalarını sağlayacak (tesisleri büyük merkezlerde kurmak yerine) ekonomi-politikalar desteklenmelidir.
- Mevzuatlarının demokratik olacak şekilde değiştirilecek kooperatifler aracılığıyla ürünlerin işlenmesi, işlenmiş ürünlerin pazarlanmasından erişilecek olan artı değerden çiftçilere katkıları oranında pay edilebilir kılınmalıdır. Yani çiftçi ürününü ham olarak pazarda satıp piyasadan çekilmemeli. Kooperatiflerde örgütlenerek ürününü örneğin, buğdayını buğday olarak değil, buğdayını una, makarnaya, bisküviye dönüştürerek satacak, buradan elde edilen artı değerden de örgütlülükleri sayesinde kattıkları ürün oranında paylarını almış olacaklar. Böylece üretilen ürünler öncelikle yerelde yani bölgesel ve ulusal tüketim ihtiyacını karşılayacak şekilde planlanmalı ve işlenmiş ürünlerde de kendine yeterlilik sağlamış olur.
- Gıdada yeterliliğin sağlanmasıyla birlikte çokuluslu tarım ve gıda şirketlerine pazar olmaktan çıkılır. Çiftçilerin emeği de çokuluslu tarım ve gıda şirketlerine karşı korunmuş olur.
- Aynı zamanda üreticilerin üretimden pazarlamaya oluşturulacak zinciri ile pazar hâkimiyetleri oluşacaktır. Aracılar ortadan kaldırılır. Çiftçiler ürettiği ürününü nasıl ve ne şekilde satacağı kaygısı da böylece ortadan kalkacaktır.
- Üretici ürününü işleyerek satacağından sanayici ve tüccarın kazanacağı kazanca da sahip olmuş olacaktır.
Kısacası, tarımın bu sosyal ve çok işlevli rolü açısından yerelde üretilmesini, yerel olarak işlenmesini ve pazarlanması teşvik edilmeli. Üreticilerin ve tüketicilerin kuracağı kooperatifleri desteklenerek aracı sistem ortadan kaldırılmalı. Tüketiciler de ürünün nerden geldiğini, nasıl üretildiğini yani ne tükettiğini böylelikle bilmiş olur
Çiftçiler Zarar Ettirilmemeli, Ürünlerinin Fiyatını Çiftçiler Belirlemeli!
Çiftçilerin ürettiği ürünün fiyatı geçmişte devlet destekleme kurumları aracılığıyla kısmen üretici ve tüketici lehine belirleniyordu. Hükümetler, yaptıkları destekleme alımlarıyla piyasayı düzenleniyor, regüle ediyorlardı. Serbest piyasa politikaları nedeniyle devlete ait destekleme alım kurumları özelleştirildi. Çiftçinin ürettiği ürünlerin fiyatını şimdi yalnızca alıcı şirketler belirlemekte.
Üretim girdilerini de şirketler üretiyor, girdi sağlayıcı şirketler her yıl fiyatları artırıyor. Bu da çiftçi maliyetlerinin artmasına neden oluyor. Ürün fiyatlarının maliyetin altında belirlenmesi ise çiftçilere zarar ettiriyor. Zarar eden çiftçiler mesleğini terk etmek zorunda kalıyor.
Çiftçiler, maliyet+%25 kazanç+ insanca yaşam payı üzerinden ürünlerinin fiyatını belirleyebilmeli. Belirlenen bu referans fiyatları uygulanmalı. Ürünlerin referans fiyatları çiftçilerin hak arama örgütleri olan üretici sendikaları aracılığıyla belirlenerek ve uygulanmalıdır. Çiftçiler artık zarar etmemeli ettirilmemeli.
Tarımsal Destekler AB Destek Düzeyine Çıkacak
Çiftçilere verilen destekler yetersiz, küçük ve orta ölçekli çiftçiler destek ve hibelerden daha az yararlandırılıyor. Tarımsal destek ödemeleri çiftçiye-üretene değil de ağırlıklı olarak şirketlere ve büyük toprak sahiplerine verilmesi, tarımsal ürün fiyatlarının maliyetlerin altında belirlenmesi, tarımsal kredi faizlerinin yüksek olması, tarımdan destekleme alımlarının kaldırılması tarımsal üretim yapan çiftçilerin dengelerini bozdu. Mesleğini terk etmek zorunda bıraktı.
Serbest piyasanın her şeyi belirlediği, dayanışmanın yerini rekabetçiliğin aldığı günümüzde sanayi kesimi artık eskisi gibi istihdam yaratamıyor. Kentler barınak sağlayamıyor. Kırsal kesime ihtiyacın bulunduğu da apaçık ortada. Fakat desteklerin şirketlere ve zengin çiftçiye verilmesi köylerdeki çiftçi sayısını azaltıyor. Bu nedenle desteklemeleri haklı göstermek olanaksızdır.
Başlangıçta en az gayri Safi Milli Hasıla’nın %1’i düzeyinde çiftçilere destek verilmeli. Fakat bu yetmez. Süre içerisinde Avrupa Birliği destek düzeyini çiftçilerimize uygulanmalı. Destekler küçük köylü üretimi yapanlara, yerel tohum, mera hayvancılığı, sığırdan önce ekolojimize uygun olan koyunculuğa, ekolojik üretim yapan çiftçilere yönlendirilerek istihdam artışı sağlayacak, doğayı koruyacak, çiftçiler sağlıklı gıda üretecek, tüketiciler sağlıklı gıda ile beslenecek biçimde yeniden belirlenmelidir.
Herkese Sağlıklı Gıda Sağlanmalı
Türkiye’deki tarımda hedefler anlatılırken sürekli kaliteden bahsedilmektedir. Ama izlenen endüstriyel tarım politikaları toprak, su ve biyoçeşitlilik ile insan sağlığı açısından risk oluşturduğu bilinmektedir. Bu bilinmişliğe karşın çokuluslu tarım ve gıda şirketlerinin yaptırımıyla tarım kesimine yönelik sürdürüleni ekonomik, politik öncülük ve yön vericilik endüstriyel tarım tarzının sürdürülmesinden yana kullanılmaktadır. Üstelik sağlıkla ilgili yaşanılan –BSE, deli dana hastalığı, Kuş gribi- panik dalgalarına rağmen.
Ayrıca “kaliteli” addedilen ürünlerin tüm halk için üretilmesi politikası güdülmeyerek kaliteli gıdalar daha çok parası olanlar için üretilmekte, sağlıklı ürünler-gıdalar, parası olmayanlar için vitrinlik mal olmaktan öteye gidememektedir.
Bu iki taraflı ve iki ayrı sınıf ürün neticesi doğuran politika, herkese kalite ve gıdada güvenlik temin edemiyor. Dev tarım ve gıda şirketlerinin dayattığı politikalar “Gıda Egemenliği”mize saldırıyor.Ancak, gözden kaçırılmaması gereken şudur ki; tarım kesimine herkes vergileriyle katkıda bulunmaktadır. Bu nedenle tarım kesimine yönelik politikalar oluşturulurken ülkede yaşayanların tamamının çıkarını ve gıda güvenliği ile yeterli gıda almasını gözeten politikaları üretip, uygulanmalı “Gıda Egemenliği”mize sahip çıkılmalıdır.
Bunun için de;
- Gıda üretimi, işlemesi ve ithalinde, genetik olarak değiştirilmiş unsurlar yasaklanmalı.
- Hayvan yemi olarak kabul edilebilir ürünlerin bir listesini çıkarıp, terkip ve menşeine dair etiketleme sistemi geliştirilmelidir.
- Dioksin, nitrofüran, ağır metal ve antibiyotik gibi zehirli maddelerin gıdadaki mevcudiyeti, daha yakından takip edip, bunları uzun vadede yasaklanmalıdır.
- Entegre gıda işleme tesislerinin, uygulandığı sanayi işlemlerinin insan ve hayvan sağlığıyla, ekolojiye olan etkileri hakkında, hem hukuken hem de mali açıdan sorumlu hale getirilmelidir.
- Kalite standartları, kitle pazarlamacılarının talebine göre değil, tüketicilerin sağlığı ve çıkarını esas alan tarzda üretim belirlenmeli. Örneğin; kolay taşınması açısından köşeli karpuz ya da ürünlerin sağlıklılığından çok, büyük ve güzel renkli olmasına yönelmenin önüne geçilmelidir.
- Yerel ve yerli tohumlarla yapılan bitkisel üretim teşvik edilmelidir.
- Tarladan sofraya kadar bütün üretim süreci çiftçilerin ve tüketicilerin örgütlerinin denetiminde olmalıdır.
TOPRAĞIN KORUNMASI
2014 yılında değişikliğe uğratılan “Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu” ile birlikte tarımsal araziler yasal olarak 20 dönümün altına düşürülememektedir.Kaldı ki yasa da bu sınır bile mutlak değildir, Bakanlık asgari tarımsal arazi büyüklüklerini günün koşullarına göre artırabilmektedir. Yasa ““Asgari tarımsal arazi büyüklüğü, bölge ve yörelerin toplumsal, ekonomik, ekolojik ve teknik özellikleri gözetilerek Bakanlık tarafından belirlenir.” diyerek asgari sınırın belirlenmesini yönetmeliklere bağlamıştır.
Yasa toprağı ve üreticiyi korumamakta tarım arazilerinin merkezileşmesini hedeflemektedir. “Toprağı Koruma Kanunu” adı altında mirasçıların kendilerine kalan tarım arazilerini yasa zorbalığıyla tarım şirketlerine satmalarını zorunlu kılarak arazilerin şirketlerin eline geçmesini hızlandırmaktadır. Parası olan kişi veya şirket istediği kadar bir araziyi satın alabilmektedir.Çünkü toprağa sahiplikte herhangi bir üst sınır getirilmemiştir. Oysa arazi ölçeğinin kontrolsüz büyümesi toprağı korumaz aksine zarar verir. Şöyle ki tarımsal üretim yapılan arazi büyüdükçe istihdam düşer, kimyasal gübre ve ilaç kullanımı zorunlu hale gelir.Kullanılan kimyasal ilaç ve gübre topraktaki milyonlarca canlının yok olmasına sebebiyet verip, toprağın toprak olma özelliğini ortadan kaldırır.
Tarımın,toprağın korunması isteniliyorsa öncelikle toprakta yaşayan ve üretilen ürünlere besin ve lezzet katan milyonlarca canlının yaşamını yok etmeyecek tarzda bir tarımsal üretim yapılması gerekmektedir. Öncelikli olarak parçalı arazilerin toplulaştırılması hedeflenmeli.Sonra da arazi ölçeğinin bir aileyi rahatlıkla geçindirecek olan ortalama büyüklüğe eriştirilip dondurulmasını sağlanmalı.Bu toprağı işlemek için kurulacak kooperatifler aracılığıyla kolektif üretim, makine parkı, katma değer sağlayacak işletmelerin oluşturulmalı, ürünlerin aracısız pazarlanmasını sağlanmak için kooperatifler kurulması teşvik edilmeli ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Toprağı korumak için küçük aile tarımının yok edilmesi değil, desteklenmesi gerekir. Çünkü küçük aile tarımı ile ekolojik zincir tahrip olmaz, doğadaki denge korunur.Bu kanun yeniden yazılmalı toprak sahipliğine üst sınır getirilmeli,küçük aile tarımının yapılabileceği bir miras ve toprak koruma kanunu çıkarılmalıdır.
Türkiye kırsalında yaşayan 900 binin üzerinde topraksız köylü bulun maktadır. Ama bir çok bölgede tek ailenin tassarufunda 100 bin dönüme yakın araziler bulunmaktadır. Yine GAP Bölgesi topraklarının yüzde 41’i 18 ailenin elindedir. Rakamlara bakıldığında toprak reformunun halen ihtiyaç olduğu görünmektedir. Ama yalnız toprak reformu toprağı olmayanlara toprak verme anlamına geldiği için tek başına savunmamaktayız. Üretimden pazara çiftçilerin egemenliklerini kurabilecekleri tarım reformu ile birlikte bir reformu gerçekleştirilmelidir.
Türkiye tarımı ve çiftçileri için halen önemini koruyan toprak reformunu tarım reformu ile birlikte yapılması sağlanmalıdır.
Tarım Toprakları Amaç Dışı kullanılamamalı, Kirletilmemeli
Toprak yenilenemeyen doğal kaynağımızdır. 2-3 cm.lik kısmı dahi yaklaşık yüz yılda oluşmaktadır.
Ekilebilir topraklar yalnız tarımın değil, uygarlığın temelidir. Toprak kaybı ise, uygarlığın karşılaştığı en ciddi tehlikedir. Petrol rezervlerinin tükenmesi durumunda uygarlık devam eder ama toprağın üst tabakasının kaybıyla uygarlık hayatta kalmaz, silinir…
Tarım arazilerinin rant hırsı ile amaç dışı kullanılması her geçen gün artmaktadır. Bunu yasal düzenlemeler yaparak engellemesi gereken kamu yasal düzenlemeler yapmayarak dolaylı destek vermektedir. Akarsular Nehir tipi hidrolektrik santral (HES) adı altında boru ve tünellerin içine alınarak toprakla bağı koparılmaktadır. Bazı tarım arazilerine konut, otel ve fabrikaların yapılması, altın madeni çıkarılması,yüzlerce jeotermal kuyusu açılması, jeotermal elektrik santralleri yapılması,Termik santrallerin yapılması, Güneş ve Rüzgâr Enerji Santrallerinin Kurulması, gibi faaliyetler için kullanılmasına izin verilmektedir. Tarım arazilerinin bu amaç dışı kullanımı sadece işlenecek tarım arazisinin miktarını azaltmamakta doğaya verdiği zararla da işlenebilen arazilerdeki üretimi de zarar vermektedir.Örneğin Termik Santrallerin çevre kirliliği , ”Siyanür linç yöntemi”yle çıkartılan madenlerdeki siyanür havuzları,jeotermal kuyuları açılırken suya ve toprağa bırakılan ağır metaller,jeotermal elektrik santrallerini yarattığı nem ve sıcaklıkların atmosfere etkisi, HES’ler nedeniyle hapsedilen suların yarattığı kuraklık,kayagazı ve kayapetrolü çıkartılırken zehirlenecek olan yer altı suları v.b birçok zararı sayabiliriz.Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı sadece kullanıldığı alanı etkilememekte ,bütün bir yaşamı etkilemekte,ortak yaşamı tehdit eder hale gelmektedir. Toprağı korumak için mutlaka ve mutlaka tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının önüne geçilmesi bu konuda yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
Toprakların amaç dışı kullanılmasına asla müsaade edilmemelidir.
6063 sayılı Büyükşehir/Bütünşehir Yasası
Köylerin nüfusu kente göre daha azdır. Toplumsal çevreden çok, doğal çevreye yakındır. Ekonomik yapısı tarımsal üretime dayalı olan yerleşimlerdir. Bu yerleşimlerde çiftçiler yaşar ve üretim yaparlar. Tarımsal faaliyet yürüten bu çiftçiler, kendilerini besledikleri gibi, kentte yaşayanları da beslerler.
Tarım politikalarındaki yanlış ve eksiklikler tarımı ve üretici köylüyü çökertti.Tarım ve gıda sistemi sayıları onu geçmeyen uluslararası büyük tarım, gıda ve ecza tekellerinin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmekte Tarım endüstrileştirilmekte, çiftçiler tarım ve gıda tekellerinin boyunduruğu altına girmeye zorlanmaktadır.Bu şekilde sadece üretici çiftçilerin değil, tüketicilerin de gıda güvencesi ve sağlıklı gıda tüketme hakları gasp edilmektedir. Tüketiciler de, artık ne yediğini ve ne yiyeceğini bilemez duruma hızla gelmektedirler.
Çıkarılan Büyükşehir/Bütünşehir Yasası ile köylülere başka bir darbe daha indirilmiştir.2012 ‘de çıkarılan 6063 sayılı “Büyükşehir Yasası” ile değişim adı altında kırsalda yeni bir yıkım gerçekleştirilmiştir.Yasayla birlikte 1085 belde ve 16.562 köy, mahalleye dönüştürüldü. Ayrıca 51 il kapsamındaki 559 belde de köy yapıldı. Bir başka ifadeyle köylerin yüzde 47’si halka sorulmadan ortadan kaldırıldı; nüfusun yüzde 90’na yakını “şehirli yapıldı”.Bu yasa ile birlikte Türkiye’de köy nüfusu 6,5 milyon daha azaltıldı. Yüzde 22,7 olan kır nüfusu bir gecede yasayla yüzde 10’a indirilmiş oldu. Köy sayısı 34.283’ten 18.446’ya düşürüldü.
Köyleri köy yapan, otlakları, meraları, yaylakları, çayırları, harman yerleri ve diğer toplumsal ortak varlıklarıdır.Türkiye’nin toplam, tarım, orman, çayır ve mera alanı 641.639 km2’dir. Yüzölçümü 407 bin km2’ye çıkarılan 30 büyükşehrin 270 bin km2 yakın bölümü tarım, orman, çayır ve mera alanıdır. Yasayla birlikte köylülerin köy statüsündeyken sahibi oldukları ortak varlıklar mahalleye dönüştükten sonra ellerinden alındı. Bu alanların tasarrufunda köyler dışlandı. Mahalleye dönüştürülen köylerin toprak, harman yeri, mera ve yaylakları gibi ortak varlıkları belediyelerin tasarrufuna geçti.Yasa kır nüfusunun refahına, kültürüne, adet ve geleneklerine, köylülerin ortak yaşam alanlarına yeni ek yükler getirdi. Köylüler yaşam ve iş alanları üzerindeki haklarını kaybetmeye başladılar. Köyleri mahalleye dönüştüren Büyükşehir Yasası köylülerin üretme haklarının yanı sıra demokratik yönetim olanaklarını da ellerinden aldı.
Geçmişte Yol Su Elektrik (YSE) ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü köye hizmet götürme işi bu kuruluşların kapatılmasından sonra ağır aksak da olsa Özel İdareler tarafından yürütülüyordu.Yasa ile Özel İdareler kaldırılarak hizmet götürülmesi yükümlülüğü Belediyelere verildi. Uygulamalarda artık belediye mevzuatları geçerli olmaya başladı.
Ancak ”Jeotermal ve doğal mineralli sular ruhsatına ilişkin yetki ve görevler, maden üretim faaliyetleri ile bu faaliyetlere dayalı ruhsat sahasındaki tesisler için işyeri açma ve çalışma ruhsatına ilişkin yetki ve görevleri, valiliklere” devredildi. Büyükşehir belediyelerinin bulunduğu illerde Valiliğe bağlı kurulacak olan “Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı” (Madde 28/A) kuruldu. ”Yatırım izleme ve koordinasyon başkanlığının sevk ve idaresi, vali veya vali tarafından görevlendirilecek bir vali yardımcısı tarafından yerine” getirilmektedir, ”Bakanlıklar ve diğer merkezi idare kuruluşları kaynağını aktarmak şartıyla illerde yapacakları her türlü yatırım, yapım, bakım ve onarım işlerini bu başkanlık aracılığıyla” yapabilmektedirler. Yatırım izleme ve koordinasyon başkanlığının “merkezi idarenin adli ve askeri teşkilat dışında taşradaki tüm birimlerinin hizmet ve faaliyetlerinin etkinliği, verimliliği ve kurumların stratejik plan ve performans programlarına uygunluğu ile ilgili hazırlanacak rapor, valinin değerlendirmesiyle birlikte Başbakanlığa ve bu kurumların bağlı veya ilgili olduğu bakanlığa” gönderilmektedir. Valilikler “Gerektiğinde, kadro, yer ve unvanlarına bakılmaksızın ihtiyaç durumlarına göre uzman, sözleşmeli personel ve memurları bu başkanlıklarda görevlendirmeye” yetkilidirler. Kısacası “seçilmişler” yerine “atanmışlar” bütün kararları vermeye başlamışlartır.Bu kanunla her şey Başbakan’a ve zincirleme bir şekilde atayacağı kişilere bağlanmıştır.Artık Yatırım ve izleme koordinasyon başkanlığının kararları esas alınmaya başlandı. Bu durumda köyün ortak varlıklarıyla birlikte kıyı alanları tüzel kişilikler tarafından korunamayıp talan edilmesi kolaylaştı.
Kırsaldaki köylerin ve beldelerin ihtiyacı; küçük üreticiyi demokratik ve mali açıdan daha da güçlendirmektir. Köylerin idaresini daha da kolektifleştirecek ve özgürleştirecek, yaşadıkları alanlarda söz ve karar sahibi kılacak idari yapıya kavuşturmaktır. Köyleri mahalleye dönüştüren 6063 sayılı Kanun ne yazık ki bu ihtiyaca cevap verecek öze sahip değildir.Çünkü Kanun, demokratik değil, kâra odaklıdır. Her şeyi merkezde toplayan yönetim modelidir. Köylerin yarısına yakınını tasfiye etmekte, ortak varlıklarına el koymaktadır. Küçük çiftçiliği ortadan kaldıracak olan, köylüyü işsiz bırakacak, tarım ve gıdaya şirketleri egemen kılacak, doğanın dengesini bozacak, demokratik olmayan bir toplum tahayyülüdür
Büyükşehir/Bütünşehir yasası değiştirilmeli köylerin tüzel kişilikleri ve mal varlıkları iade edilmeli ,köylüleri yaşadıkları alanlarda söz ve karar sahibi kılacak bir idari yapının oluşması için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
ZEYTİNLİK ALANLAR
Zeytinlikler, çiftçiler tarafından bakılan, devlete ek yük getirmeyen, her dem yeşil meyveli ormanlardır. Karbonu yutar, oksijeni üretir
Maden arama ve çıkartma ,termik santraller gibi doğaya zarar veren birçok faaliyete zeytinlik alanların açılması için Enerji Bakanlığı tarafından “Zeytinciliğin ıslahı ve Yabanilerin Aşılattırılması Hakkında 3573 sayılı Kanun’da Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” hazırlandı.Bu kanunun TBMM’ nde görüşülmesi seçim sonrasına bırakıldı.Değiştirilmek istenen kanunun 20. Maddesi “Zeytinlik sahalara 3 kilometre yakınlıkta,zeytinlerin üremesine ve gelişmesine zarar verecek kimyasal atık ,toz ve duman yayan tesisler hiçbir şekilde kurulamaz” diyerek zeytinliklere bir tür dokunulmazlık getiriyordu.Bu nedenle de zeytinlik alanların yakınında doğayı kirletici yatırımlara itiraz edilip mahkemeye verildiğinde mahkemeler maden ve enerji şirketlerinin doğayı talanına DUR diyen kararlar vermek zorunda kalıyordu. Tarım arazisini korumakla görevli Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarım arazilerini maden,enerji ve inşaat şirketlerinin talan etmesini kolaylaştırmak için yönetmelikler çıkardı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu ise verdiği kararla bu yönetmeliği iptal etti.Şimdi ise Yasa çıkartılmak isteniyor ve yasa taslağını da tarımla hiçbir ilgisi olmayan bir bakanlık Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı hazırladı.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da hazırladığı yeni yasa tasarısında maden,enerji ve inşaat şirketlerinin talanlarına devam edebilmeleri için elinden geleni yapmakta.Zeytincilik Kanunu’nda değişiklik yaparak 25 dekar altındaki zeytinliklerin zeytinlik olmadığını kanunla tescilleyerek doğanın talanını kolaylaştırıcı bir rol üstlenmeye çalışmaktadır. Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı da bu durumu desteklemektedir.Türkiye’deki zeytinliklerin ortalama büyüklüğü zaten 12 dekardır. Bu değişiklikle zeytinliklerin yüzde 70’i yok sayılacak.Görülüyor ki zeytinlik alanların tümüne yakını gözden çıkarılmıştır.
Zeytini ve Zeytinlik Alanları Koruma Kanunu yok edilmemeli aksine koruma kalkanı güçlendirilmelidir.
Su Kaynakları ve Su Yollarının Korunması, “Su Hakkı”, “Suya Erişim Hakkı”
Dünyada ve ülkemizde su tüketiminin yüzde 75 e yakını tarımsal amaçlı olarak kullanılmaktadır. Tarımsal sulama, her ne kadar ülkemizde önemi kavranamasa da, dünya nüfusunun artması ve su kaynaklarının kirlenmesi ile birlikte trilyonlarca dolarlık bir rant kaynağına dönüşmüştür. Bu nedenle de uluslararası tekellerin av konularından birini oluşturmaktadır. Küçük aile tarımı ve köylü tarımının korunma ve devamlılığının garantisini sağlamak ve de kırsal kesimden kentlere göçü engellemek için sulama işlemi esas unsurdur.
“Su hakkı” ve “suya erişim hakkı” bir özel mülk hakkı değildir, bütün canlıların kullanım hakkını içerir. Bu kullanım hakkı, ortaklaşa alınan kararlar doğrultusunda her çeşit kullanım için adil bir dağılıma izin vermelidir ve yaşamsal ihtiyaçlar ve gıda konusunda öz-yeterliliğe sahip olabilmek için suya ücretsiz erişimi garanti etmelidir. Tüm canlıların ortak varlığı olan su ekonomik bir boyutu olmasına karşın, ticari bir mal (meta) değildir. Ancak TBMM’ndeki tüm partilerin kabuluyle 22 Mart 2011 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve ‘Sulama Birlikleri Yasası’ ile Su Birlikleri, Mahalli İdare Birlikleri kapsamından çıkarılarak özel bir işletmeye dönüştürüldü. İl Özel İdareleri ile örgütsel bağı koparıldı ve Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün bütçelerini onama ve yeni yatırımlara izin vermesi ile sınırlı bir vesayetine bırakıldı. Su varlıklarının büyük bir bölümün kullanıldığı sulama suyunun özelleştirilmesini düzenleyen “Sulama Birlikleri Yasası”, özellikle küçük çiftçiler açısından büyük önem taşımaktadır. Sulama suyunun özelleştirilmesiyle birlikte kullandıkları suyu da daha pahalıya almaya başlamışlardır.
Bunların yanı sıra sürdürülen HES projeleride gerçek bir suyun özelleştirilmesi projesidir. Sular hapsedilmektedir.Artık toprağın,hayvanların ve insanların suya erişimi hakları ellerinden alınmaktadır.Suya erişememekten kaynaklı olarak biyolojik çeşitlilik üzerindeki olumsuz etkiler gözle görülebilirken, hidrolojik döngülerdeki değişim, bölgelerin tüm agro-ekolojik dengesini tehlikeye atmaktadır.
Yer altı ve yerüstü su kaynaklarını kirletecek ve tüketecek olan bir başka tehlikede kayagazı (shale gaz) ve kayapetrolü (shalepetrolü) dür. Milyonlarca ton su,kimyasal ve kum karışımının yeraltına enjekte edilerek çıkartılan bu gaz ve petrol yerüstü ve yer altı su kaynaklarımızın tüketilmesine ve kirletilmesine yol açacaktır.Temiz su bulmak imkansız hale gelecektir.
Dünya’nın yok olmasını önleyebilmek,gelecek nesillere yaşanabilir bir Dünya bırakmak için su kaynaklarını ve suyu korumak siyasal iktidarların ve insanların asli görevi olmalıdır.
Olması gereken temiz,kullanılabilir bir suya erişim ve kullanma hakkının tüm canlıların hakkı olduğunun kabul edilip Uruguay’da olduğu gibi “Su Hakkı”nın anayasal güvence altına alınmasıdır.