Hollanda’nın Lahey kentinde, Uluslararası Sosyal Çalışmalar Enstitüsü (Institute of Social Studies) ve Özgürleştirici Kır Politikaları İnisiyatifi (Emancipatory Rural Politics Initiative) tarafından düzenlenen “Otoriteryen Popülizm ve Kır Dünyası” başlıklı konferans başladı. Konferansa dünyanın farklı bölgelerinden 300 üzerinde akademisyen, araştırmacı, STK temsilcisi ve toplumsal hareket temsilcileri katılıyor. Türkiye’den Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu – Çiftçi-Sen’i temsilen Abdullah Aysu da toplumsal hareket delegasyonunun içinde yer alıyor.
Merhaba, ben Abdullah Aysu, Türkiye’den geliyorum. Çiftçiyim. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu ve Via Campesina’yı temsilen buradayım.
Dünyada çiftçilik ortadan kaldırılıyor, tarım hızla şirketleşiyor. Bu süreç, yanılsama yaratan bir popülizm dili, otoriterlik altında sürüyor. Bunu Türkiye özelinde size aktarmak istiyorum.
Türkiye’de otoriter ve popülist iktidarın inşa edilmesindeki yolu iki temel ayak üzerinden düşünebiliriz. Birincisi, uluslararası ayak ve onun işbirlikçisi olan hükümetler. Diğer taraftan da köylüler, halk yer almakta.
Uluslarası ayağı olan IMF ve Dünya Bankası tarımda yeniden yapılanmayı “tarım reformu” adı altında popülist söylemlerle ortaya koydu. Hükümetler de tarımda yeniden yapılanma ve tarım reformu ile beraber “ürün fiyatları artacak, üretim girdileri ucuzlayacak, istihdam artacak, refah düzeyi yükselecek” diye popülist bir söylem geliştirdi. Ancak işler bu söyledikleri gibi gitmedi. Hükümetlerin tutturduğu bu popülist söylemler, tarımı serbest piyasaya teslim etti. Bir süre sonra söylenenlerin tersinin yapılmasından dolayı halk tarafından tepkiler gelişmeye başladı. Bizim de çiftçi sendikaları mücadelemiz bu döneme dayanmaktadır. Esasında, bu popülist ve otoriter rejimin inşasına karşı bir pozisyon tuttuk. Bu süreçte çiftçiler protesto gösterileri ve mitingler yaptı. Ancak, çiftçilerin örgütlenme ve demokratikleşme taleplerinin önü kesildi. Hükümet, kırsal örgütlenmenin önünü kesmek amacıyla çiftçi sendikalarına kapatma davaları açtı. Bu durum otoriterleşmenin bir biçimi olarak ifade edilebilir.
2007-8 gıda krizinden sonra sermaye kendini üretmek için kırsalda yeni bir saldırı dalgası başlattı. Enerji, turizm ve maden şirketleri, çiftçilerin yaşam ve üretim alanlarını tahrip edecek, ortak varlıklarına el koyacak projelere girişti. Enerji şirketleri hemen hemen her akarsu üzerine nehir tipi HES yapmaya girişmesi sonucunda su ile toprağın ve gıdanın bağı koparılmaya başlandı. Türkiye’nin yüzölçümünün %54’ü için maden arama ruhsatı verildi. Bunun karşısında kırsalda tepkiler gelişti. Bu tepkiler, otoriterleşmeye başlayan iktidarlar tarafından kolluk kuvvetlerince bastırma yoluna gidildi. Hükümetler, bir yandan bürokrasi cephesinde şirketlerin işini kolaylaştırdı, bir yandan sahada şirketlerin kolluk gücü gibi davrandı. Yaşam alanlarını, ortak varlıklarını savunan köylüler baskı ve şiddetle karşılaştı. Aslında bir yanda bu tepkiler otoriterleşmenin sertleşmesine ve hız kazanmasına yol açtı. Kırsaldaki oluşan bu sorun alanlarına yönelik olarak açılan davalar kazanılmasına rağmen otoriterleşen bu iktidarlar tarafından uygulanmadı. Es geçildi, ciddiye alınmadı.
Türkiye’de oluşan bu sorun alanlarıyla ilgili kırsalda 100’ün üzerinde dernek, platform gibi direnç noktaları oluştu. Bu direnç noktalarında oluşan lokal örgütlenmeler, baskı ve şiddetle karşılık gördü, hak arayan kesimler suçlu ve terörist olarak ifade edilerek kamuoyunda itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Halen de öyle devam ediyor. Bu süreçte, AB’ye aday olmuş olan Türkiye, AB uyum yasaları adı altında ve dünya ticaret örgütü normlarıyla sermaye tarafından ciddi biçimde kıskaca alındı. Kırsaldaki bu lokal örgütlenmeler kentten de destek görmeye başladı. Ve burada, destek veren akademisyenler olduğu gibi kösteklemeye çalışan akademisyenler de oldu. Örneğin, sermayeden yana olup da Çevre Etki Değerlendirme projelerine olumlu raporlar veren, sermaye yanlısı akademisyenler vardı. Onun karşısında, onların o tezlerini nasıl çürüteceğine dair çiftçilere bilgi desteği veren sermaye karşıtı ve köylü yanlısı akademisyenler de vardı. Bunun dışında, hukukçular, kentsel ekoloji örgütleri, meslek odaları, öğrenci grupları, kadın hareketleri, desteklerini sundular.
Kırsalda kurulmuş olan platform ve dernek tipi örgütlenmelere kimi belediyeler ve muhtarlar destek verdiler. Bunun üzerine, iyiden iyiye otoriterleşmeyi önüne koymuş olan iktidar, çıkarttığı “büyükşehir” yasası ile Türkiye’deki köylülerin %48’ini köy tüzel kişiliğini kaldırmak suretiyle, kentlere mahalle olarak bağladı bir çok belde belediyesini kapattı. Böylece kırsaldaki köylülere ait tüm ortak varlıklar ve korunması gereken her şey, bütün yetkiler Erdoğan’da cisimleşen tek kişi iktidarına ve onun kurmay heyetinde toplandı. Bu durum aslında Türkiye’deki otoriterleşmenin ilk sıçramalarından birisi sayılabilir. Erdoğan ve çevresi, bir yandan kendi merkezi-elit iktidarlarını kurarken, aynı zamanda sermaye gruplarının lehine bir pozisyon tutarak otoriter rejimin kimden yana olduğunu çok iyi gösterdi. Yetmedi, yakın zamanda çıkarılan savaş, uygulamaya konulan OHAL ile beraber, hukuk ve demokrasi askıya alındı. Şu an onbinlerce insan cezaevinde; yüzbinlerin üzerinde bilim insanı, memur ve işçi işinden edildi, işsiz bırakıldı.
Otoriterleşme, popülist söylemlerin desteğinde, Türkiye’de hala yükselmeye devam ediyor. Bunun için de yine kır dünyasından bir örnekten söz etmek önemli. 2016 Kasım ayında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncülüğünde, başbakan ve tarım bakanı ortak bir “milli tarım projesi” açıkladılar. Adı üstünde “milli” olan bu projenin Türkiye tarımının sorunlarını çözeceğini, tarıma yerlileşmeye gidileceğini ifade ettiler. Her biri sözlerine başlarken, “bir tarım ülkesi düşünün ki, hayvanını dışarıdan alsın, buğdayını ithal etsin, samanını dışarıdan alsın” gibi popülist söylemleri, bu durumu değiştireceğiz algısı yaratarak bütün kamuoyuna pompaladılar. Güçlü ve merkezi iktidarları, medyası ve sermaye gruplarının desteğini arkalarına alarak kırda yaşayan kesimin desteğini yanlarına çektiler. Halbuki bu ekip 16 yıldır iktidarda ve Türkiye tarımındaki şirket yanlısı en ciddi ve hızlı değişiklikler onların zamanında yapıldı. Daha bu sözlerinin üzerinden bir hafta geçmeden buğday, hayvan ve saman ithali için gümrük vergileri sıfırlandı. Halen, bir yandan bu söylemlerini sürdürken diğer yandan üretimin önüne engeller koyup küresel tarım ve gıda şirketlerinin tarım ve gıdaya egemen olabileceği bir politika izlemekteler. Kırdaki popülist ve otoriter rejimlerinin genel dinamiklerinin bu olduğu söylenebilir.
Bütün bunlara karşın kırda örgütlenme ve mücadele çabalarımız sürüyor.
Çiftçi Sendikaları olarak üretimden pazarlamaya gıda zinciri kurma çabalarına giriştik. Kentlerde tüketici, kırda üretici kooperatifi kurmaya başladık. Kentteki kurduğumuz ilk kooperatif Boğaziçi Üniversitesi Tüketim Kooperatifi oldu. Bu üniversitede çalışan akademisyenler ve çalışanların kurduğu kooperatife üreticiler ürünlerini doğrudan ve aracısız olarak verdiler. Bu çalışma, diğer bir çok semtte kooperatif kurulması için ilham oldu. Yani, bir yandan sokaklarda süren mücadeleye paralel olarak, kır ve kent yoksulları otoriterleşmeye ve popülist söylemler karşısında somut çalışmalar yürütmeye başladı. Bu baskı döneminde, yatay örgütlenme ile başka bir dünya mücadelesi Türkiye’de inşa edilmeye çalışılıyor.
Aynı zamanda, ekoloji, gıda egemenliği, köylü hakları, agroekoloji gibi konularda akademisyen arkadaşlarımızla ortak çalışmalar yürütüyoruz. La Via Campesina ve Çiftçi Sendikaları’na inanan ve destekleyen bu arkadaşlarımız bir “dayanışma grubu” içinde örgütleniyor. Burada, kolektif çalışma grupları içerisinde görüş alış verişinde bulunuyoruz; politika oluşturma ve örgütlenme süreçlerinde kolektif bir çalışma inşa ediyoruz. Dayanışma ve katkı sunmak isteyen araştırmacı ve akademisyen arkadaşlarımız bizimle bu süreci örüyor. Eşit ve katılımcı ilişki kurmaya çalışıyoruz. Bunun da bir çiftçi örgütü ile angaje araştırmacıların bir araya geldiği önemli bir model olabileceğini düşünüyoruz. Örneğin, gıda egemenliği konusunda beraber çalışıyor, kentte ve kırda gıda egemenliğini beraber inşa ediyoruz.
Bütün bu çalışmalardan ve deneyimlerden edindiğimiz tecrübelere dayanarak, popülizmin bir alternatif olarak da tartışılabileceğini ifade edebiliriz. Zira popülizm, örgütlü topluluklardan ziyade dağınık kitleler üzerinde etkili olur ve onları toplar. Bu yüzden, dağınıklık, tüm muhalefet örgütleri için açılan bir fırsat alanı, aralanan bir kapı, başka bir deyişle, imkan da yaratmaktadır. Çözülmüş, dağınık kitlelere dönüşmüş kalabalıklara, somut gerçekliklerimiz üzerinden hitap etmeye zemin sunmaktadır. Ortak sorunlarımız etrafında, ortak maddi gerçekliğimiz olan çiftçilik temelinde, hak temelli alternatif bir popülist politika bu bağlamda birlikte inşa edilebilir.
Teşekkürler.