HURİCİHAN İSLAMOĞLU VE ABDULLAH AYSU TARTIŞIYOR: NE OLACAK TARIMIN HALİ?
Buğday, pamuk, tütün, fındık, pancar… Anadolu toprağının pek çok has ürünü, artık üretilmeme tehlikesiyle karşı karşıya. Bunların yerine, kanola, soya, kivi teşvik ediliyor, tarımsal geleneğin canına okunuyor. Arazi ve tapu politikalarıyla küçük üretici yerinden edilirken, teşvik ve kredi çilesi her tür rekabet karşısında Türkiyeli çiftçinin elini zayıflatıyor. Ama, AKP çalışıyor, “havza modeli” ve “üretim haritası”yla tarımın altını üstüne getiriyor. Türkiye tarım politikaları ve üreticinin durumu hakkında geniş kapsamlı bir çalışma yayınlayan Berkeley’de Tarih Bölümü öğretim üyesi Huricihan İslâmoğlu ve Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) başkanı Abdullah Aysu’yla, memleket tarımının halini masaya yatırdık…
Tarım Bakanı Mehdi Eker’le görüştüğünüzü duyduk. Konu neydi?
Huricihan İslâmoğlu: “Türkiye’de Tarımda Dönüşüm ve Küresel Piyasalarla Bütünleşme Süreçleri” başlıklı araştırmamızın sonuçlarının medyaya açıklanmasının yanısıra, Tarım Bakanlığı’nın bilgilendirilmesini bir kamu hizmeti olarak değerlendirdik. Hem bakanla hem de müsteşarla iki uzun görüşmemiz oldu. İkisi de 700 sayfalık çalışmamızı gözden geçirmişti. Bu ilginin bir nedeni, bakanlığın 2000’lerin başından bu yana izlenen serbest piyasa uygulamalarının öngördüğü tarımdaki nüfusun düşürülmesi hedefinin ötesine geçip tarımsal üretime, ürüne eğilme ve böylelikle tarımı dış ve iç sermayenin yatırımları için cazip kılma isteği olabilir. Havza modelini ve üretim haritasını bu bağlamda değerlendirmek yararlı olur. Araştırmamız, tarımda yedi ürünün (ayçiçeği, buğday, pancar, mısır, üzüm, tütün, pamuk) üretim, üretim ilişkileri ve mülkiyet yapısı, sermaye birikimi ve yatırım eğilimlerini, her ürün için 100 olmak üzere toplam 700 çiftçi ve çeşitli kredi kuruluşları, kooperatif, borsa, tüccar, çırçır fabrikası sahipleri ile yapılan derinlemesine mülâ-katlara dayanarak inceliyor.
Havza sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğru tercihler yapılırsa, verimli olabilir. Havza sistemiyle Türkiye’nin üretim haritası oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun çok önceden yapılması gerekirdi. Şimdi bu sayede hangi bölgelerde hangi ürünlerin en verimli şekilde üretilebileceği belirlenip altyapı (örneğin sulama) ve destek sistemlerinin bu doğrultuda yönlendirilmesi öneriliyor. Bunu tarımın bugünkü sorunlarına bir çözüm olarak görmek doğru değil. Söz konusu olan, teknik nitelikte, altyapısal bir düzenlemedir. Bu altyapının diğer bir boyutu, araştırma ve geliştirme (ar-ge) yatırımlarıdır. Bu, üretime ürün düzeyinde bir müdahale veya bir üretim mühendisliği demektir; bunun bugünkü dünya koşullarında rekabet edebilmek için yapılması gerekiyor. Araştırma sürecinde bu tür müdahalelerin eksikliğine çok kez şahit olduk. Örneğin, ürün geliştirmede ve özellikle tütün ve pancar gibi üretimleri kısıtlanmış ürünler yerine üretimi teşvik edilen alternatif ürünlere geçişte teknik destek sağlamaları amaçlanan tarım il ve ilçe teşkilatlarının ihtiyaçlara cevap veremediğini gördük. Bu kuruluşlar genellikle Avrupa projelerinden istifade etmek için oralara üşüşen kesimlerin hareket alanlarına dönüşüyor. Bazı bölgelerde yeni ürün arayışında olan çiftçiler bizlerden bile medet umuyordu. Müsteşar beye tarım ilçe teşkilatları hakkında gözlemlerimi ilettiğimde, sorunun kamu yönetiminde olduğunu belirtti. Bu kuruluşlara atanan kişilerin özendirici bir şekilde ödüllendirilmediklerini vurguladı. Olabilir. Fakat araştırmamızın bulguları ışığında ben sorunun üretim mühendisliği sorununa indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Bu mühendislik gerekli, fakat yeterli değil… Ürün mühendisliği, hangi bölgede neyin, nasıl, ne kadar üretileceğine bakar, ürün ve tohum türleri üzerinde durup üretimi ve üretim koşullarını sermaye ve ürün piyasaları açısından değerlendirir. Bu noktada üretimin iç ve dış sermayenin yatırımları için cazip kılınması, yine üretimin belirli piyasaların ihtiyaçlarına göre yönlendirilmesi önem kazanır. Örneğin havza modeli, ayçiçeği yağı üretiminin ülke ihtiyaçlarını karşılamadığını, ithalata başvurulduğunu işaret ediyor, belirlenen havzalarda ayçiçeği üretiminin yoğunlaştırılmasını öngörüyor. Ne var ki, teknokratik yaklaşım üreticiyi, yani çiftçiyi ve sorunlarını görmekte yetersiz kalıyor. Bu nedenle, araştırmamızda çiftçi ve onun değişen koşulları üzerinde odaklandık. Ağırlıkla, üretim koşullarının kötüleşmesi, maliyetlerin artması ve desteklerin kaldırılmasıyla birlikte hangi çiftçilerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, hangilerinin bir ölçüde ayakta kalabildiği, kredi piyasalarının özelleştirilmesinin ve çiftçinin krediye erişiminin tapulu topraklara sahip olunması koşuluna bağlanmasıyla çiftçinin nasıl bir borç esaretine mahkûm edildiği üzerinde durduk. Çiftçinin içinde bulunduğu koşullara tarım sektöründe istihdam edilen nüfusun düşürülmesini hedefleyen politikaların neden olduğunu gösterdik. Dahası, araştırma sonuçları, bugün tasfiyenin sınırlarına ulaşıldığına ve genel ekonomideki işsizlik sorunları bir yana, kırsal bölgede bulunan kesimlerin göç etmeye, çiftçiliği bırakmaya pek hevesli olmadıklarına işaret ediyor. Ana meselemiz, mevcut çiftçilerin varlıklarının korunarak üretimin en iyi maddî şartlar altında nasıl yapılacağı. Yani, havza modelinin mantığından farklı olarak biz, “üretimin maddî koşulları sağlansın, ondan sonra ürün üreticisini bulur” mantığından hareket etmiyoruz. Burada altı çizilmesi gereken bir diğer husus, meseleyi bir “destek” sorununa indirgemenin yanlışlığı. Asıl mesele, desteği kimin alacağı, desteklerle kimin özendirilmek istendiği. Eğer küçük üreticiler (0-100 dekar toprak işleyen kesim) özendirilmek isteniyorsa, ürün desteklerinin ötesinde, kredi koşullarının da yeniden düzenlenmesi gerekiyor.
Havza modeline niye ihtiyaç duyuldu?
Bu modelin içerdiği anlayış yeni değil. Şimdi söz konusu olan, tarımın bir yatırım alanı haline getirilmesi. Son on yıldır AB Ortak Tarım Politikası doğrultusunda uygulanan politikaların en belirgin sonucu, tarımdaki nüfusun tasfiyesi oldu. 1998-2007 arasında tarımdaki nüfus yüzde 15’e yakın bir oranda düştü ve tarımın istihdamdaki payı yüzde 23’e indi. Ne var ki, küçük üreticilerin tasfiye edilmesine ve büyük işletmeleri (büyük sermayeyi) gözeten kredi ve destek politikalarına rağmen, tarım sektörüne beklenen boyutlarda yurtdışından veya yurtiçinden tarımdışı sermaye akmadı. Bunun bir nedeni, dünya tarım ürünleri piyasalarındaki durum. Bu piyasalarda egemen olan ABD, Kanada gibi bölgelerin ürünleri yüksek oranda destekleniyor. Bu düzeylerde destekleme olmadığından, sermaye Türkiye’de tarıma yatırım yapmakta isteksiz. Havza modeli aslında bir prim politikası ve bu isteksizliği aşma doğrultusunda bir adım olarak görülebilir. Diğer yandan, hem bakan, hem müsteşar, tarımda tasfiyenin sınırlarına ulaşıldığının ve şehirlere göç etmiş olan kişilerin bir kısmının köylerine geri dönme eğiliminde olduklarının farkındalar. Bu bağlamda bakan, tarımda özellikle 100 dekarın altındaki işletmelerin (ki bunlar toplam işletmelerin yarısından fazlasını oluşturuyor) kredi, ürün ve girdi piyasalarına olan açılımlarındaki dezavantajlarının aşılması için bu işletmelerin bir araya gelerek şirket kurmaları yolunda öneriler geliştireceklerine değindi.
Tarım kredileri konusuna değindiniz. Oraya dönebilir miyiz?
2000’lerin başından beri izlenen politikalar çerçevesinde tarım sektöründe tüm açılımlar -kredi, girdi temini, kooperatif üyeliği, sözleşmeli üretim- işlenen toprakların tapusuna sahip olma koşuluna. Daha büyük tapulu toprakları işleyen çiftçilerin bu kaynaklara erişimi daha fazla. Diğer taraftan, bankaların kredi vermek için sadece tarlaların ipotek edilmesiyle yetinmediklerine, çiftçilerden şehirde sahip oldukları gayrı-menkulleri ipotek olarak göstermelerini istediklerine şahit olduk. Şüphesiz bu koşul, tarıma çiftçilerin dışında bir kesimin yatırım yapmasını teşvik edici nitelikte. Öte yandan, banka kredilerine erişimin bu şekilde sınırlanması ve kredi kooperatiflerinden kredi sağlanmasının da yine tapu sahibi olma ve geçmiş borçların ödenmiş olması koşullarına bağlanması sonucu, çiftçilerin tefeciden, tüccardan, çırçırcıdan çok ağır koşullar altında borç almaya zorlandıkları görülüyor. Ayrıca bankalara borçlanabilen çiftçilerin de (örneğin Söke’de pamuk üreticileri) hasattan sonra banka borçlarını ödeyebilmek için yine tefecinin eline düştüklerine şahit olduk. Biz piyasa koşullarında küçük işletmelerin “küçüklük” dezavantajlarının aşılması için 0-100 dekarlık işletmelerden meydana gelen kooperas-yon alanları oluşturulmasını öneriyoruz. Anadolu’da parçalı ve hisseli toprakların yaygınlığı göz önüne alındığında, köy içinde çeşitli “enformel” kiralama ilişkileri ve hisseli toprak kullanımı çerçevesinde çiftçiler arasında kooperasyon zaten mevcut. Ayrıca farklı yörelerde aynı ürünü üreten köyler ve bireyler arasında iktisadî ve sosyal iletişim ağları bulunuyor. Üreticilerin pazarlama ve kredi kooperatifleri etrafında bir araya gelme alışkanlıkları var. Bu kooperasyon alanları kendi içlerinde toprak ve su kullanımını koordine edebilir; çiftçinin ürününün en avantajlı koşullarda pazarlanma-sını, büyük alıcı ve tüccarlar karşısında elinin güçlenmesini sağlayabilir; en uygun koşullarda girdi ve kredi temin edilmesinde rol oynayabilirler. Önemli olan, kooperasyon alanlarının devlet eliyle değil, yerel inisiyatifle oluşturulması. Bunun için büyük bürokratik yapılanmalara gerek yok; varolan muhtarlık yapıları ve genç çiftçilerden oluşacak kadrolar alan işlerini yürütebilir. Araştırma süresince dikkatimizi çeken bir husus, muhtarların önemli bir kısmının genç ve yetkin kişiler olmaları, köylerde dünyaya açık, piyasalara açılmaya hevesli genç kesimlerin bulunmasıydı. Burada söz konusu olan, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin piyasa ortamında varolmayı öğrenmesi; kendi istek ve ihtiyaçlarını yerel organizasyonlarında belirleyip merkezî yönetime götürebilmeleri, merkezî yönetimin tercihlerini etkileyebilme-leri. Tarım sektörünün tarım politikalarını oluşturan mercilerden tamamen kopuk olduklarını gördük. Uygulanan politikalar başka toplumlar veya ortamlar için biçilmiş kaftan niteliğinde, ama Türkiye tarımının koşullarına uydurulması için hiçbir gayret sarfedilmemiş. Bu durumu çiftçiler gayet iyi teşhis ediyorlar: “Tarım politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz” diye sorulduğunda “tarım politikası yok” diyorlar. Haklılar. Uygulanan, bir politika değil, direktifler paketi. Politika olabilmesi için reform paketlerinin oluşturulmasında çiftçilerin de katkısı, katılımı gerekir. Kooperasyon alanı uygulaması, tepeden inme, kolhozvari bir yapı olamaz. Yeni yönetim biçimlerinin yerel koşullara hitap etmesi önemli, yoksa tarım il ve ilçe idarelerinin akıbetine uğrayabilirler. Tarım idareleri, AB öncelikleri ve tarıma dışarıdan gelecek sermaye beklentileri doğrultusunda ortaya çıkmış yerel yönetim yapılarına ve çiftçinin kaygularına çok uzaklar.
Abdullah Aysu: Krediler mülkiyeti muhafazaya yönelik; arazinizi ipotek etmeniz lâzım. Ayrıca, çiftçi 100 dönüm ya da 500 dönüm araziye sahip olsa bile, kredi başvurusunda, kredi miktarının üç katı değerinde kentten ipotek göstermesi zorunluluğu var. Dolayısıyla, küçük çiftçiler krediye erişemiyor. Eskiden, kredilerde imece sistemi vardı: Müteselsil kefil dediğimiz, yedi-sekiz kişinin birbirine kefil olma durumu kolaylık sağlıyordu.
İslâmoğlu: Araştırmada gördüğümüz ana şikâyetlerden biri buydu: “Şehirde bizim nasıl katımız olsun?” Kredi piyasaları açısından önemli olan, kredi alan kişinin gösterdiği ipoteğin sağlam olması. Kırsal gayrımenkul sağlam bir ipotek aracı olarak değerlendirilmediğinden, şehirde bir mülkün ipotek gösterilmesinin istenmesi olağan. Yani kredi piyasaları açısından, kredi alan kişinin niteliği, çiftçi mi, şehirli yatırımcı mı olduğu önemli değil. Gösterdiği ipoteğin sağlam olması önemli. Bu da piyasa ortamında kır / şehir ayrımının giderek ortadan kalktığına, kişilerin kimliklerinin, örneğin çiftçi veya şehirli olarak değil de, piyasa aktörü veya sermayedar olarak tanımlanma eğilimine işaret ediyor.
Bu süreci tarım dışından gelecek sermayedara uygun altyapının hazırlanması olarak yorumlayabiliriz herhalde…
İslâmoğlu: Teorik olarak piyasa ortamında sermayedarın tarım dışından veya tarımdan gelmesi farketmez. Türkiye’de tarımda sermaye birikimi yok denecek kadar az. Araştırma sürecinde en çok rastladığımız durumlardan biri de, en ufak bir yatırımın bile tarımdışı bir faaliyetten -esnaflıktan elde edilen, yurtdışında çalışma sonucu- sağlanan birikimlerle yapıldığı. Görüştüğümüz en mutlu çiftçi, Manisa’nın bir köyünde köyüyle şehir arasında minibüs işleten ve kazancını meyve-sebze üretimine yatıran biriydi. En iyi durumda çiftçi, eğer ürünü prim alıyorsa, prim geldikten sonra başabaş gelebiliyor. Çiftçilerin önemli bir bölümü, son derece ticarîleşmiş bir tarım ortamında ancak “geçimlik” ihtiyaçlarını, o da çok zorlanarak karşılayabiliyor. Görüştüğümüz çiftçilerin en az yarısı geçim sıkıntısı yaşadıklarını, hatta ailelerinin yiyecek masraflarını karşılamakta zorlandıklarını ifade etti. Tabii önemli olan, bu durumun kendiliğinden ortaya çıkmadığını, çiftçinin bu duruma getirilmiş olduğunu unutmamak. Çiftçi bu halde olunca tabii ki yatırımlar dışarıdan sermaye bekler.
Küçük üreticinin tasfiye edilmemesi için kooperasyon alanları yaratılması gerektiği düşüncenize bakanın tepkisi nasıldı?
İslâmoğlu: Bakanlık, tasfiyenin ötesinde, tarımda bulunan küçük işletmelere yönelik olarak ve onların küçüklük dezavantajlarının aşılması doğrultusunda bir şirketleşme modeli önermeyi düşünüyor. Bakan, “şirket’Ter çerçevesinde küçük çiftçileri bir araya getirmek projesinin bizim kooperasyon alanları düşüncemize denk düşebileceğine işaret etti. Önerilerini şöyle özetledi: “Çiftçiye tarlanızı ya bize ya bir başkasına satın ya da şirketlesin denecek.” Çiftçinin payının elindeki toprak miktarına göre belirleneceği bir şirket seçeneği ortaya konuyor ve bu, küçük toprakların bir bütün içinde yer almasını sağlayacak bir çözüm olarak görülüyor. Gözardı edilen, bu “çö-züm”ün 0-50 dekarlık toprakları elinde bulunduran çiftçilerin tasfiyesine yol açma olasılığı… Bakanla ve müsteşarla görüşmemde en çok dikkatimi çeken, kişisel olarak piyasa politikalarının olumsuz sonuçlarına duyarlı görünseler de, örneğin tarımda yeni bir tasfiye dalgasının istihdam sorununda yaratacağı olumsuz etkilerin farkında oldukları izlenimi verseler de, çözüm önerilerine gelindiğindeyine piyasa mantığına dönmeleri. Bu da büyük olasılıkla tarımdan bir kesimin daha tasfiye edilmesi anlamına geliyor. Biz bunun engellenmesi için kooperas-yon alanları üzerinde duruyoruz. Tarım bakanı,
2008’in sonunda, kriz nedeniyle 800 bin kişinin köye döndüğünü söylemişti…
İslâmoğlu: Sanıyorum şirketleşme modelinin bu dönen kişilere de olanak sağlaması düşünülüyor. Örneğin, satılan toprakların dönüş yapanlara satılıp onların üretim sürecine dahil edilmeleri düşünülüyor olabilir. Dönüş, halihazırda oluyor; bu eğilim karşısında hükümet üzerinde kırsal bölgenin bir istihdam alanı olması doğrultusunda bir baskı oluşabilir.
Vahşi piyasa uygulamalarından küçük bir geri adım atıldığı noktasında hemfikir misiniz?
Aysu: Öyle bir eğilim yok bence, adım adım ilerliyorlar, istihdam bürolarıyla da önemli ölçüde hedefe ulaşmış olacaklar. Bilinçli olarak bir yanlış bilgilendirme var havza meselesinde. İlk önce, tarım için çerçeve yasası diyebileceğimiz biyo-güvenlik yasasının çıkması gerekiyordu, ki bu yasaya göre de tohumculuk kanunu çıksın. Yine biyogüvenlik yasasına göre havzalar meselesinin organize edilmesi gerekiyordu. Müsteşarla yaptığımız tartışmada toprak tahlilleri, su varlığı gibi kriterleri dikkate aldıklarını söyledi. Ama toprağın tahlili klasik ph değerleri üzerinden yapılıyor. Biliyoruz ki, bir hektar toprağın altında iki ton civarında canlı yaşar, orada fabrika gibi bir faaliyet yürütürler. Çiftçi esas olarak aracıdır, üretici değildir; üretici oradaki fareler, solucanlar, mikroorganizmalardır. Bunlar toprağı işler, gıda haline getirirler; biz de tohumu attığımızda ürünü alırız. Doğa bugüne kadar kendini şekillendirmiştir. Şimdi tersten başlayarak havzalar yasası, tohumculuk yasası çıkıyor. Oysa tohumculuk ve havzalar yasasının biyogü-venlik yasasına aykırı olmaması, dolayısıyla önce onun çıkması gerekirdi. İkincisi, hep yağlı tohumlar üzerinde duruluyor. Yağlı tohumlardan beş-altı yıldır çok korkar oldum. Bizim yağ açığımız var ama, açığımız aspirle, kanolayla ya da soyayla giderilemez. Buradaki kültürde olmayan bir şekillendirme var. Bunun birkaç adım sonrasının biyoyakıt olmayacağının garantisi yok. Her şey ekonomik gereklilik üzerine kurgulanıyor. Bu yüzden, yağlı tohum konusu tehlikeli.
Havza sisteminin temel hedefi ne?
Aysu: Ana hedeflerden biri, ihracata dayalı üretimin esas alınması. Türkiye, beş-altı yıl öncesine kadar, temel besin maddeleri açısından kendine yetiyordu. Şimdi, ihracata dayalı üretime ağırlık veren, şirketlerin egemen olduğu, küçük çiftçiyi tasfiye eden düzenlemeler yapılıyor. İhraç ettiğimiz ürünleri çiftçiler değil, çokuluslu şirketler belirliyor. Oradan elde edilen döviz de, tarıma yatırılmadığı gibi, fiyatında yine belirleyici olmadığımız petrol gibi alanlara aktarılıyor. Burada bir sürükleniş var. İhracata dayalı bir model bu ülke için geliştirici değil. Öncelikle, temel besin maddelerinde kendine yeterli olmayı sağlamamız lâzım.
İslâmoğlu: Çiftçilerle yaptığımız görüşmelerde, ihracata yönelik modele pek itiraz etmediklerini, piyasa açılımları aradıklarını gördük. Bu özellikle Batı Anadolu’da, örneğin, tütün üretiminin sınırlanması ile meyve-sebze üretimine yönelmeye çalışan çiftçiler için geçerliydi. Genç bir kuşakla karşı karşıyayız; bu kuşak tarımın kendi kendine yeterli olduğu zamanı hatırlamıyor bile… Diğer taraftan, çiftçi açısından önemli olan piyasaya açılım; tüccar geliyor, ürünü alıyor, malın ihraç mı edildiği, iç piyasaya mı sürüldüğü onun bilgisi dahilinde değil. Burada iç ve dış piyasaların bütünleşmesi meselesi var. Onun için dış-iç sermaye ayrımı o kadar önemli olmuyor. Önemli olan, iç ve dış sermayenin, iç ve dış pazarların bütünleşme eğilimi sonucu ortaya çıkan küresel kapitalizm gerçeği ve bu gerçekliğin karşısında güçsüz kalan işçilerin, küçük-orta büyüklükteki çiftçilerin ezilmesinin engellenmesi. 19. ve 20. yüzyıllarda verilen uzun mücadeleler sonucunda ulusal kapitalist ekonomiler çerçevesinde bu kesimleri koruyan kurumlar (sendikalar, kooperatifler, fiyat ve kredi destekleri) ortaya çıkmıştı; şimdi de küresel kapitalizm çerçevesinde dengeyi sağlayacak yeni kurumların ortaya çıkması için mücadele verilmesi gerekiyor. Tarım kesimi açısından mesele, tasfiye politikaları karşısında çiftçilerin kendilerini idame ettirmelerini sağlayacak kurumsal ortamların yaratılması. Karşımızda, genel çizgilerini ulusötesi sermayenin belirlediği bir piyasa ekonomisi var; küçük ve orta çiftçilerin mücadeleleri, küresel iktisadî düzende bu kesime yönelik politikaların yönünü ve tercihlerini tayin etmekte çok önemli olacak. Bu politikaları belirleme doğrultusunda mücadele vermemiz, baskı yapmamız önemli. Konu bütün sistemi alaşağı etmek değil -zira bu çok uzak bir ihtimal gibi duruyor. Ben güncel olarak kurtarılabilecek alanların önemine inanıyorum.
Aysu: Biz bu sistemin karşısında nasıl tutunuruz çabası içindeyiz. Via Campesi-na’da bunu tartışıyoruz: Yerel üretim ve yerel tüketimi esas alan, üretimden pazarlamaya bütün zincire üreticiyi ve tüketiciyi birlikte egemen kılacak yapıları hayata geçirmek; kendimizi var etmek ve dönüşüm için bir yol gösterebilmek.
İslâmoğlu: Ama yerel model kendi içine kapalılık veya küresel düzlemden çekilme şeklinde mi olmalı? Via Campesi-na’nın önerdiği “yeniden köylüleşme” mi? Kendi kendine yeterli, geçimlik köylü ekonomisi modelleri böyle bir kapalılık mı öneriyor?
Aysu: Tabii ki hayır. Biz tüketiciler için de “yarı-üretici” terimini kullanıyoruz. 24-25 köyde bir faaliyet başlatmış durumdayız. Oralarda ve İstanbul’da kurulan kooperatiflerle üreticiden tüketiciye sağlıklı ürün getirilecek. Bu örnekler arttığında, çiftçi aracılar çıktıktan sonra daha fazla kazandığını gördüğünde, yüzünü bu tarafa çevirecek.
İslâmoğlu: Buna katılıyorum. Ulusal olsun, küresel olsun, piyasa ekonomisinin biçimlenmesinde alttan mobilizasyon, tüketicinin, üreticinin örgütlenmeleri ve yasa koyucu mercilere somut önerilerini götürmeleri çok önemli. Artık bürokratik devletin standart mekanizmaları çalışmıyor. Havza sisteminde ise teknokratik bir anlayışı içeren kurumlarla bu işi en “verimli” şekilde (yani, yatırımı cazip kılarak) yürütme çabası söz konusu. Aysu: Havzalarla destekleme politikalarına yön veriyorlar. Trakya’da “500’den az koyunu olana destek vermeyeceğiz”
Islâmoğlu: Bu arada, AB’de de geri adımlar var. İstenen amaçlara varılamadı. Avrupa’da tarımdan tasfiye edilen kesimin bir kısmı turizm sektöründe istihdam edildi. Fakat bu sektörde görülen dünya çapındaki patlama herhangi bir bölgede turizmin istihdam yaratma potensiyelini sınırladı. Bilgi teknolojilerine dayanan yeni sanayinin de istihdam yaratma potansiyeli sınırlı. Bu nedenle, 2006’dan bu yana AB çerçevesinde küçük ve orta ölçekli çiftçiler desteklenmeye çalışılıyor. 2008’de yayınlanan Dünya Bankası’nın yıllık gelişme raporunda gayet açık bir şekilde büyük işletmelerin desteklenmesinden yüzde yüz dönüş olmadığı, fakat küçük ve orta boy işletmelerin desteklenmesinin de önemli olduğu vurgulanıyor. Özellikle katma değeri yüksek ürünlerde küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesi öneriliyor. 2006’dan beri egemen olan (örneğin, AB’nin Ortak Tarım Politikası) “tarım büyük sanayinin alanıdır, küçük ve orta ölçekli işletmelerin tasfiyesi elzemdir” tavrında yumuşama görülüyor.
Aysu: AB’nin Ortak Tarım Politikası 2013’te değişecek. Örneğin, süte verilen desteğin kesilmesini çiftçilerin kendisi istiyor, çünkü hayvan yetiştiricileri zora giriyor. Süt üretimi yapan büyük şirketlere teşviklerin kesilmesi yolunda bir çaba var; hem örgütler istiyor, hem de AB’nin böyle bir yönelimi var. Islâmoğlu: Çünkü tarım AB bütçesinden yapılan en büyük harcama kalemini (yüzde 40 kadar) oluşturuyor. Yaşanan dünya krizi ve AB’de (özellikle Almanya’da) krizin şiddetle hissedilmesi, tarım harcamalarının kısılması doğrultusundaki baskıların artmasına neden olacak. Aysu: AB’ye yeni katılan ülkelerin de etkisi var; onlara eskisi gibi büyük destek verilmiyor. Avrupa kendi içinde zenginler ve yoksullar diye bölümleniyor.
Islâmoğlu: Burada dikkat edilmesi gereken husus, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden oluşan ve AB’ye 2000’li yılların başında katılan on yeni üyenin Ortak tarım Politikası’nın dışında bırakılmaları. Polonya’nın AB üyeliğinin, tarımdaki kalabalık nüfusu nedeniyle ciddi bir sorun olduğu çok yazıldı, Türkiye’ye çok benzer bir durumda olduğu söylendi. Hakikaten öyle mi? Aysu: Polonya’nın bize benzer yanları çok. AB’ye girdikten sonra, Polonya’da çiftçiler iflas etmeye ve yoksullaşmaya başladı. AB’de serbest piyasa açılımının içselleştirilmesi ağırlıklı olarak Polonya üzerinden yapıldı. Polonya’da uygulanan kırsal kalkınma ajansları Türkiye’ye de dayatıldı. “Bu ajansları kurmazsanız fon vermeyiz” diyerek fonları kestiler; ajanslar kurulduktan sonra, Türkiye’ye AB fonları gelmeye başladı. Tarım bakanının bu konudaki danışmanı da Polonyalıydı. Polonya iyi izlenmeli. AKP’nin de, önceki hükümetlerin de ciddi bir toprak bütünleştirme çabasına girdiğini biliyoruz.
Bu çerçevede mülkiyet dönüşümü nasıl gerçekleşti? Köylü göç hakkında ne düşünüyor?
Aysu: Köylü gitmek istemiyor, “biz burada nasıl varoluruz” diye düşünüyor.
Islâmoğlu: Bizim gözlediğimiz, tarımda bulunan kesimin önemli bir bölümünün orta sınıfa yakın, hali vakti görece yerinde insanlardan oluşması. Fakirleşme var ama, fakir fukara çok sınırlı. Köylere habersiz gittik, hazırlık yapılmadı bizim için. İnsanlarda yırtık pırtık görünüm yok, çocuklarına ilişkin beklentileri çok üst seviyede. Mesela, çocuğu için yerel üniversiteyi düşünmüyor, Bilkent’e gitsin istiyor çiftçilerin önemli bir kısmı. Güngörmüş insanlarla karşı karşıyayız. Diğer taraftan, harcamaların çok kısıldığını gördük. Kahvecilerden sürekli olarak insanların artık kahveye eskisi kadar gelemediklerini, çay parasının bile kendilerine ağır geldiğini dinledik.
Aysu: Bu da iktidar için tehlikeli bir durum arzediyor.
Tarımsal istihdam yirmiotuz yıl içinde yüzde 70’ten yaklaşık yüzde 23’e düşmüş. Doğal sınıra gelindi mi?
Islâmoğlu: Bu toplum bunu nasıl kaldırdı diye sormak gerekiyor. Son 1015 yıl içinde köyden şehirlere göç edenlerin sayısının çok yüksek olduğu göz önünde tutulduğunda, şehirlerde ortaya çıkan asayişsizliğin her şeye rağmen tahammül edilemez düzeylere vardığı söylenemez. Örneğin, İstanbul bir Sâo Paulo veya bir New Mexico olmadı.
Aysu: Kırsalda göğüs göğüse bir mücadele durumuna gelindi. Hali vakti görece yerinde olanlar o yaşamdan kopmak istemiyor. Bunlar mücadeleyi göze alabilecek, kafa tutabilecek kesimler. Uçbeş dönüm arazisi olan yoksullar zaten toprağı işleyemiyordu, gittiklerinde arkalarından gözyaşı dökülmedi, beceremediler diye algılandı. Ama kalanlar öyle değil, toprağın dilinden, tohumdan anlayan, ürününü satma becerisinde olan insanlar. Bu güçlerini kaybetmek istemiyorlar. Zaten gidecek yer de yok artık…
İslâmoğlu: Çiftçiler bunun bilincinde. Abdullah beye katılıyorum. Köylerde hali vakti yerinde kesimlerle küçük veya hisseli toprakları işleyen ve göç etmemiş çiftçiler arasında ciddi bir gerilim var. Birkaç kez bu gerilimin kahvelerde şiddetli münakaşalara dönüştüğüne şahit olduk. Bu gerilim daha çok buğday ekilen yerlerde veya örneğin tütünden meyve ve sebze gibi ürünlere geçilmekte olan daha verimli alanlarda yaygın. Buralarda belli olanaklara sahip (örneğin yurtdışından kaynaklara açılım) kişilerin zenginleşme şansları var. Diğer taraftan, zaten küçük işletmelerin egemen olduğu ve kıraç topraklarda üretim yapılan salt tütün köylerinde (Bafra’da ve Tokat’ta dağ köylerinde) böylesi bir gerilim görülmüyor. Kısacası gerilim, servetin olup da dağılımın eşitsiz olduğu yerlerde var. Yalnız fakirzengin bütün çiftçiler göç etmeye hevessizlik konusunda birleşiyorlar. Bu hevessizlik “gitmeye kalksak, bulacağımız en iyi iş kapıcılık, ki o da yok” şeklinde ifade ediliyor. Diğer taraftan, bir azınlığın dışında çiftçilerin önemli bir kısmı buna 100500 dekarlık toprakları işleyenler dahil fiyat/maliyet kıskacının baskısını hissediyorlar. Daha hali vakti yerinde olanlar piyasalara açılım talep ediyorlar, fakat kendilerine yol gösteren yok. Birtakım gençler (Manisa’da tütünden dönen çiftçiler arasında özellikle bunu gördük) internet aracılığıyla İtalya’dan, İspanya’dan tohum, fide getirtip deniyorlar… Bu kesimin gideceği bir yer yok, ayrıca tarımı bir istihdam alanı olarak görüyor ve gitmek istemiyorlar.
Aysu: Köydeki eğitimsiz, tarımı bilmeyen insanlar elendi. Kente gelip okul bitirenler tarlalarına dönmek zorunda kaldılar; onlar yaşananların farkındalar. Emekli olmuş, ailesinden kalan toprağa dönmüş, kentte biriktirdiği parayla köyde evini yapmış, oraya tutunmuş insanlar var. Bu insanlar dönüştürücü bir nitelik taşıyor. Herkes onlara danışıyor, onlar araştırıyor ve dünyayla ilişkileniyor. Almancıların etkisi de var…
Islâmoğlu: Almancı faktörü, yurtdışında çalışmış olmak veya orada çalışan bir yakının olması çok önemli. Yakın zamanda herhangi bir yatırım yapmış olan veya yatırım yapmak niyetinde olanların bu tür bağlantıları olan kişiler olduklarını gördük. Bu tür bağlantıları olmayanlar veya tarım dışında bir uğraşları olup birikim yapmayan kişilerin salt tarımdan elde ettikleri gelirlerle birikim sağlamaları, yatırım yapmaları mümkün değil. Pamukta görüldüğü gibi, prim alan ürünlerin üreticileri primler sayesinde sadece başabaş gelme şansına sahipler. Yeni prim yapılanması bu birikimi sağlamaya yönelik olacak mı, bu ciddi bir mesele. Yine pamuktan vereyim örneği: Bizde pamukçuya halihazırda verilen prim 10 cent’lerde, ABD’de 80140, Yunanistan’da 7080 cent civarında. Havza modeli çerçevesinde verilecek primler bu primlerle rekabet edebilecek mi? Rekabet sorununu ciddiye alıyorum, çünkü insanların böyle bir beklentileri var, piyasalara açılmak istiyorlar.
Aysu: Piyasayı üretici lehine regüle edecek hiçbir mekanizma kalmayınca, “elimdeki ürünü en iyi nasıl satarım” diye düşünüyorsunuz, çünkü tüccar en ucuza nasıl kapatırım diye bakıyor. Köylü de “başka ne üretirsem daha kazançlı olurum ve eski refah düzeyimi yakalarım” diyor.
Islâmoğlu: Evet, bir de tüccarın eline düşme sorunu var. Şu anda tarımdan en çok kazananlar, tüccarlar. Piyasaya açılım kendiliğinden yarar sağlamıyor, hangi koşullarda piyasalara açılındığı önemli. Özelleşmiş olarak tarım satış kooperatifleri önemlerini korusalar da, alıcı rolünde tüccarların giderek önem kazandığını görüyoruz. Bu önem, çiftçilerin formel kredi kurumlarına olan açılımlarının sınırlanmasıyla daha da artıyor. Örneğin, çoğu kez çiftçiler yüksek girdi fiyatlarını karşılamak için tüccardan, çırçırcıdan borç almak zorunda kalıyor, böyle olunca da hasat vakti geldiğinde ürünlerini borçlandıkları tüccardan başkasına satma şansları olmuyor. Bu yüzden hasattan sonraki aylarda giderek yükselen ürün fiyatlarından istifade edemiyorlar. Çiftçilerin tüccarlarla olan ilişkilerinin düzenlenmesi açısından sözleşmeler önemli. Çoğu kez sözlü nitelikte olan sözleşmeler çok yetersiz. Üreticilerin bize gösterdikleri sözleşmelerde tüccarın mükellefiyetlerine dair bir kayıt bulunmuyordu. Oldukça tipik bir yazılı sözleşme metninde çiftçinin tüccara satmakla yükümlü olduğu ürün miktarı ve çiftçinin imzası dışında hiçbir şey yoktu. Tüccarın ne imzası ne de malı alma taahhüdü ve ödeyeceği fiyat yer alıyor. Buna rağmen çiftçilerin sözleşmeleri, mümkünse yazılı sözleşmeleri tercih ettiklerini gördük. Ne olursa olsun, sözleşme sınırlı da olsa hasat sonunda malını alacak bir merci olduğunun ve de malına karşı borç alabileceğinin bir göstergesi.
Aysu: Sözleşmeye tâbi ürün ürettiğiniz tarlada bir başka ürün üretemiyorsunuz. Sözleşme demişken, bir fiyat örneği vermek istiyorum. Tekel alımlardan çekilene kadar, devlet “tüccarlar fiyat açıklasın” diye beklemezdi. Çiftçi arkadaşımız Tekel bayiine gider, 70’lik rakının fiyatını öğrenir, bakan da usûlen gelir, o fiyatı açıklar, giderdi. Tekel piyasayı düzenleme işlevini bıraktıktan sonra, şirketlerle aynı koşullarda bir fiyat anlaşması yapamıyorlar. Geçen yıl, birinci kalite tütün için 5.7 lira fiyat verilmişti; 70’lik rakı ise 21 lira civarındaydı. Bu süreçte tütünde dörtte üç oranında gelir kaybı oldu. Tütün, pamuk ve buğdaydaki ciddi gerilemenin nedenleri ne?
Islâmoğlu: Herhangi bir ürünü tarladan sofraya taşıyan sürecin (veya tedarik zincirinin) küresel ekonomi çerçevesinde yeniden düzenlenmesi söz konusu. Bu süreç eskiden ulusal ekonominin tercihlerine göre düzenlenirken, şimdi küresel piyasalardaki aktörlerin tercihleri doğrultusunda düzenlenme eğilimi gösteriyor. AB Ortak Tarım Politikası bu eğilimin yansıması. Tedarik zinciri ulusal ekonominin ihtiyaçlarına göre düzenlendiğinde, kooperatifler en iyi fiyata alıcı, en düşük fiyata satıcı rolünü oynuyorlardı. Bu da tüketicinin düşük tarım ürünleri fiyatları sayesinde gelirinin önemli bir bölümünü ulusal sanayinin ürünlerine harcayabilmesini sağlıyordu. Böylelikle ulusal sanayi de destekleniyordu. 2000’li yıllarda kooperatiflerin küresel ekonominin ihtiyaçlarına göre düzenlendiğini ve artık onlardan çiftçinin malını piyasa fiyatlarında satın alan bir tüccar gibi hareket etmelerinin beklendiğini görüyoruz. Aynı zamanda kooperatif üyelikleri işlenen topraklarda tapu sahibi olma koşuluna bağlanıyor. Kooperatife ödenmesi taahhüt edilen aidatlar ödenmediği veya satılması taahhüt edilen ürün miktarı karşılanamadığında kooperatif hizmetlerinden yaralanamamak söz konusu. Çiftçilerin büyük bir kısmı, geçmiş borçlarını ödeyemedikleri için tarım kredi kooperatiflerinden de borç alamadıklarını söyledi. Dolayısıyla çiftçi ürününü satmak, girdi temin etmek için ya tüccara ya da yine tüccar gibi hareket etmeye zorlanan kooperatiflere gitmek zorunda. Sonuçta tüm çiftçilerin düşük piyasa fiyatları ile yüksek girdi maliyetleri arasında kaldıkları görülüyor. Bu genel bir durum. Pamukta prim uygulaması var, ancak prim miktarları dünya piyasalarında bu ürüne verilen desteğin çok altında. Türkiye’de üretilen pamuğun dünya piyasalarında rekabet etme şansı yok. Ayrıca son yıllarda yerel tekstil sanayiinde pamuk ithali görülüyor, bu da üretimde düşüşe neden oluyor. Örneğin Çukurova’da, pamuk üretiminden ayçiçeği gibi özellikle iç piyasada talebi yüksek olan ürünlere yönelme var. Diğer taraftan, Söke’de üretilen uzun elyaflı pamuk türüne dünya piyasalarında bir talep mevcut, bu talebe cevap verebilecek bir prim politikasına ihtiyaç var. Fakat hikâye bununla bitmiyor. Arztalep mekanizmalarının ötesinde, Türkiye’de güçlü bir ithalat sektöründen söz etmek gerekiyor. Bu kesimin, Türkiye’de artık süreklilik arzeden carî açıktaki sorumluluğu hepimizin aşina olduğu bir konu. Pamuk ve buğday üretiminin önündeki engelleri değerlendirirken, ithalat sektörünün tarım politikaları üzerindeki etkilerini değerlendirmek önemli. Tütüne gelince, üretimde görülen yüzde 90’a varan düşüş, yani Türkiye’de şark tütünü üretiminin katledilmesi, onunla birlikte “zanaatkâr” üretici türünün ortadan kaldırılması, dünya piyasalarında Virginia tütününden imal edilen sigaraların egemen olması doğrultusunda dev sigara şirketlerinin uzun dönemli politikalarının sonucu. Bu politikaların tarihi, küreselleşmenin ilk işaretlerinin görüldüğü ’60’lı, ’70’li yıllara uzanıyor. Tütün üretiminin alenen kotalar aracılığıyla men edildiğini gördük. Üreticilere piyasalarda mücadele etme şansı bile tanınmadı. Geri kalan yüzde 10 kadar üretici, sözleşmeli olarak sınırlı da olsa üretimlerini sürdürmeye devam ediyor. Bunlara Bafra’nın ve Tokat’ın dağlarında rastladık. Tütündeki mücadele aynı zamanda yüksek oranlarda desteklenen ve siyasî olarak ABD iç politikasında önemli bir varlık oluşturan Virgina tütünü üreticilerinin şark tütünü üreticilerine karşı bir egemenlik mücadelesi.
Aysu: Kooperatiflerle ilgili bir örnek vereyim. Bize zarar veren dört madde belirlemiştik: Yeniden yapılandırma kurulları, “kamu bankalarından kredi verilemez” maddesi, üç yıl içinde entegre tesislerin özelleştirilmesi, hepsi bizim zararımıza maddeler. Bir de yeni düzenlemeyle “kooperatifler banka kuramaz” diyerek Tarişbank’ı elimizden aldılar. Islâmoğlu: Evet, kooperatifllerin alanlarının ciddi bir şekilde sınırlanması, şirketleştirilmeleri söz konusu. Diğer taraftan, görece büyük çiftçilerden oluşan Trakya Birlik gibi kooperatiflerin, “şirketleşme” ortamına, küçük çiftçilerden oluşan Pankobirlik gibi kooperatiflerden daha iyi uyum sağladıkları görülüyor.
Kooperatiflerin ve tüccarların inisiyatif alanlarını sınırlayan diğer bir faktör de, re dönüştürürseniz, borçlarınızı sileriz” dendi. Bu, o kooperatifin işlevsizleştirilmesi demek. Bu yüzden bu kurullara karşı çıktık. Bu borç bizim değildi, çünkü biz yönetmiyorduk kooperatifleri.
İslâmoğlu: Borç nasıl oluştu?
Aysu: Bizatihi devletin yürüttüğü politikalar sonucunda oluştu. Bizim kooperatifler Massey Ferguson traktörlere, kömür ocağına, daha bir sürü ilgisiz yere ortak olmuştu. Hangi şirket batıyorsa bizi oraya ortak etmişlerdi. Hatta İstanbul Bankası ve Hisarbank, batacakları esnada, üretici kooperatiflerinden aktarılan paralarla kurtarılmışlardı. Bildiğim kadarıyla, 38 ortaklığımız vardı. Bu konuda yetkili olan da genel müdür. Zarar altından kalkılamaz noktaya geldiğinde, borcu silmek için “entegre tesisleri anonim ortaklığa dönüştürün, size 1 milyar dolar vereyim, siz de bunları özelleştirin” dendi. Güçlü kooperatifleri piyasa aktörü haline dönüştürdüler, diğerlerini de tasfiye ettiler. Kavgamızın sebebi buydu. Tayyip Erdoğan “çizik attım” demişti. Tansaş’lar bizimdi, sattırdılar. Fiskobirlik’in elindeki malları sattırmak için yükleniyorlar. Bunlar, üretimden pazarlamaya olan zincirde çiftçiyi dışlayan düzenlemeler. Kooperatifler yeniden düzenlenirken “bizi yok eden bu maddeler kalksın; çalışalım, rekabet edelim, bizden daha iyi ürün verebiliyorlarsa bizi tasfiye etsinler” dedik. Ama biz daha sahaya çıkmadan tasfiye edildik; rekabet sonucu değil, yasa eliyle ortadan kaldırıldık.
Raporunuzda, doğru uygulamalarla, pamuk, tütün, ayçiçeği, pancar ve hatta buğdayda bile küçük işletmeci piyasada yer alabilir diyorsunuz…
Aysu: Rapor bizi çok umutlandırdı, biz de böyle düşünüyoruz, çiftçilere kahvelerde bunu anlatmaya çalışıyoruz. Eksik kaldığımız yerleri kooperatifçilik aracılığıyla tamamlayabileceğimizi anlatıyoruz. Onun için birlik olmak gerekiyor.
İslâmoğlu: Birlik olmak ve somut düşünmek gerekiyor: Nerede hangi ihtiyaç var, uygulamaları nereye yönlendirmeli? Bunu Ziraat Odalarının yapması lâzım, yapmıyorlar. 1960’tan bu yana yaşanan askerî darbeler silsilesi genel olarak çok pasif bir toplum yapısının ortaya çıkmasına neden olmuş. 50’li yaşlardaki insanlara “tarıma, çiftçiye karşı büyük bir haksızlık yapılıyor, sesiniz çıkmazsa kimse bu politikaları değiştirmez” dediğinizde, “o konuları hiç açma, buralarda çok hapis yatan oldu” diye yanıtlıyorlar. Sindirilmiş bir toplumla karşı karşıyayız. Örgüt, örgütlenme laflarını telaffuz ettiğiniz anda bir sessizlik çöküyor kahveye… Aysu: Ziraat Odası, 1984’te çıkan bir kanunla Tarım Bakanlığı’nın yan örgütü haline geldi: “Herhangi bir örgütle birlikte bir bildirinin altına imza atamaz, birlikte panel düzenleyemez, miting yapamaz” deniyor. Tekirdağ’da yıllar önce çok kalabalık bir miting yapılmıştı, odanın beş yöneticisi görevden alındı. Oda başkanlarından biri konuşmacı olarak Fransa’ya gidecekti, izin verilmediği için yurtdışına çıkamadı. Ziraat Odaları TOBB’un içinde, ama diğer odalar kadar özgür değiller. Özal döneminde çıkan yasa “sadece Tarım Bakanı’nın verdiği görevleri yapar, yarıresmî kuruluştur” diyor.
İslâmoğlu: O dönemin sendika yasaları gibi. Dişini çekiyor örgütlenmenin.
Aysu: Biz sendikayız, biraz daha özgürüz, ama bizi de sürekli kapatmaya uğraşıyorlar. Yayılmacı, kapsayıcı bir politika izliyoruz. Yayın yapıyoruz, 10 bin çiftçiye ulaştırıyoruz, her yeri dolaşıyoruz. 1980’den bu yana hangi kanunun hangi iktidar tarafından çıkarıldığının ve yarattığı tahribatın dökümünü çıkaran bir doküman hazırladık. Değişmesi gereken maddeleri belirledik. Şu anda, yedi saniyede bir çiftçi iflas ediyor. Bunun nedenlerini bir broşürde çok basit bir şekilde anlattık ve köylere dağıttık. Sorunun onu yaşayanlar tarafından sahiplenilmesi için çaba harcıyoruz. “Siz yapın, yardım istediğinizde biz gelelim, yanınızda duralım, ama biz sizin adınıza hiçbir şey yapmayacağız” diyoruz.
Araştırmaya başlarken hiç aklınızda olmayan, sizi şaşırtan durumlarla karşılaştınız mı?
İslâmoğlu: Tarımın kendisiyle ilgili şaşırtan bir şey olmadı. Ama, kırsal bölgede, köylerde şahit olduğumuz TürkKürt gerilimi şaşırtıcı ve üzücüydü. Bu gerilim büyük ölçüde tarımda olup bitenle ya
kından ilişkili… Çiftçilerin gelir krizi, bankalardan ve kooperatiflerden aldıkları borçları ödemekte zorlanmaları, tefecilerin eline düşmelerine neden olmuş. Bize tefecilerin önemli bir bölümünün Batı
Anadolu’da, özellikle de turizm bölgelerine yakın alanlarda eğlence sanayinde bulunan Kürtler olduğu söylendi. Örneğin, Didim’de, Kuşadası’nda eğlence sektöründe etkin olan Kürtlerin tefecilik
yaptıkları söyleniyor. Söke’de, Manisa’da çok kuvvetli bir Kürt karşıtlığıyla karşılaştık. “Temiz köy” deniyor, “Kürt yok” anlamında… Diğer taraftan, Kürtlük meselesine ilişkin olarak Adıya
man’da çok farklı bir anımız oldu. Burada tütünün desteklendiği dönemde yarıcı olarak tütün üretmiş olan çiftçilerle görüştük. Bu dönemde destekler ürüne verildiğinden hem yarıcı üreticiler hem de
toprak sahipleri kazanmışlar. Yarıcı kesim, güngörmüş bir kesim; aralarında muhakemesi kuvvetli, belagatli kişiler var. Bugün düştükleri durumu ve tütün üretimine getirilen kısıtlar sonucu mev
simlik işçiliğe mecbur kalmalarını anlatırken, çok hırpalandıklarını söylediler, ama “Kürt olduğumuz için kötü muameleye maruz bırakılıyoruz” demediler. Onların derdi tütün politikaları… Tütün Yasası çıktığında, 500 kişi TBMM’ye gitmişler. Meclis birbirine girmiş “Kürtler geldi” diye, bunları derdest edip bir spor salonuna götürmüşler. Ellisi de sendikaya gitmiş. Orada da yine “Kürtler geldi”diye bodruma tıkmışlar. Hikâyeyi anlatan çiftçi, “hocam, bizi böyle böyle Kürt ettiler” diyerek bağladı. Anlatılandan benim çıkarttığım, “bizim derdimiz tütün, onların derdi Kürtlük” şeklindeydi. Batı bölgelerinde genel olarak etnik gerilim yaygın. Doğuda, örneğin Adıyaman’da bu tür bir gerilim hissetmedik. Adıyaman
dünyanın çok özel yerlerinden biri şehrin kozmopolit niteliğinin çok eski zamanlara dayandığını sezmek için asırlar boyunca ticarî yolların kesişme noktasında yer aldığını bilmeniz gerekmiyor. Adıyaman’a ramazanın ortasında gittik, sokaklar erkekli kızlı gençlerle cıvıl cıvıldı. Tütün üretiminin bitmesiyle gençler şehirdeki tekstil sanayiine akıyorlar. Burada bir istihdam olanağı var, dolayısıyla daha iyimser bir tablo ortaya çıkıyor. Madalyonun diğer yüzünde ise, tütünden kopup mevsimlik işçi olarak Karadeniz’e, Antalya’ya meyve toplamaya gidenler var. Bu gençler aşağılanarak Kürt kimliklerini keşfediyorlar.
HAVZA MODELİ NE DEMEK?
Tarımın geleceği
Tarım sektörünün havza modeli çerçevesinde yeniden yapılandırılması aslında yeni bir mevzu değil. 2004 yılında çıkan ve tarım sektörünün genel hatlarını çizen 5262 sayılı kanunun 14. maddesinde “Tarımsal üretimin kendi ekolojisine uygun alanlarda yoğunlaşması, desteklenmesi, örgütlenmesi, ihtisaslaşması ve entegre bir şekilde yürütülmesi için tarım havzaları, Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu’nca belirlenir. Havza faaliyet ve işleyişi ile ilgili esas ve usûllerinin düzenlenmesine ilişkin yönetmelik, Bakanlık tarafından yürürlüğe konulur” denilerek bu uygulamanın yolu zaten açılmıştı. Ne var ki model ancak Tarım Bakanlığı konuya ilişkin yönetmelikler için hazırlıklara başladığında tartışmaya açılabildi.
Tarım sektörünün havzalar halinde düzenlenmesine ilişkin bakanlık tarafından sıralanan gerekçeler hayli genelgeçer bir nitelik taşıyor: Biyolojik çeşitliliğin, toprak ve su kaynaklarının korunması, verimliliğin ve üretici kârlılığının artırılması, arztalep dengesinin sağlanması. Ancak asıl murad edilen, tarımı daha yönetilebilir, planlanabilir ve öngörülebilir kılmak, bu amaçla destekleme programlarını Türkiye’nin AB ve Dünya Ticaret Örgütü gibi alanlarda verdiği taahhütlere uydurmak şeklinde özetlenebilir. Havza modelinin içerdiği destekleme paketleri, söz konusu hedeflerin daha da iyi anlaşılmasını sağlıyor: Tarımsal ürün alımlarından doğan kamu finansman yükünün azalması ve ihracata yönelik üretim yapılması, havza modelinin desteklemeye ve tarımın finansmanına ilişkin öncelikli hedefleri arasında yerini alıyor. Modele ilişkin tanıtım çalışmaları şimdilik “havza modeli ile çiftçiye fazladan 5.3 milyar TL aktarılacak” türünden, tarımın malî boyutlara indirgendiği haberler aracılığıyla yapılıyor.
Tarım havzaları programı Tarım Bakanlığı’nın TOBB, Boğaziçi ve Ege üniversitelerinin de katkısıyla hazırladığı “Havza bazlı destekleme modeli” çerçevesinde yerleştirilecek. Bu yıl uygulamaya konulması beklenen bu sistemde, teorik olarak Tarım Bakanlığı her bir coğrafyada en verimli şekilde yetiştirebilecek ürünleri tespit edip yalnızca bu ürünleri primle destekleyecek. Böylece her bir havza birkaç üründe uzmanlaşılacak. Seçilecek ürünlere prim verilirken, diğer ürünlere yalnızca mazot ve gübre desteği sağlanacak. Böylece üreticinin desteklenmeyen ürünlerden vazgeçmesi sağlanacak.
Havzaların belirlenmesinde iklim, toprak ve topografyaya ilişkin veriler kullanılacak. Tarım Bakanlığı’nın belirlemelerine göre, şu anda bu şekilde belirlenebilecek 190 tarım havzası bulunuyor, ancak bu havzalar yönetilebilirlik meselesi göz önünde bulundurularak 30’a kadar indirilmiş durumda. Bu havzalarda şimdilik 16 ürüne uygulanan prim destekleri kullanılarak model yerleştirilmeye çalışılacak. Bu 16 ürün ise şöyle: Aspir, kanola, soya, arpa, ayçiçeği, buğday, çavdar, çay, çeltik, kuru fasulye, mercimek, mısır, nohut, pamuk, yulaf ve zeytin…
Sorular ve sorunlar
Havza modeli aslında genel olarak 1990’larla birlikte küresel ölçekte şekillenmeye başlayan (AB Ortak Tarım Politikası ve özellikle kriz sonrasında gelişmekte olan ülkeler için önemlice bir tuzak olduğunun farkına varılan Dünya Ticaret Örgütü antlaşmaları, bunun yanısıra serbest ticaret anlaşmaları NAFTA, GATT vb. aracılığıyla yerleştirilmeye çalışılan) tarım piyasalarının coğrafî olarak uzmanlaştırlması eğiliminin devamı olarak görülüyor. Bu eğilim, petrol yerine geçebilecek yağlı bitkilere verilen stratejik önemle de ivme kazanıyor. Nitekim Türkiye’de uygulanacak havza temelli destekleme modelinde aspir, kanola ve soya üretiminde yüzde yüze varan bir artış hedeflenmesi de bu tespiti doğrular nitelikte. Özellikle gıda sektörü aleyhine yağlı tohumlarda görülebilecek bir coğrafî genleşme, bu bitkilere yatırım yapan çiftçiler için kısa vadede kârlı, ancak uzun vadede genel olarak tarım ve gıda sektörü açısından pahalı olabilecek bir dönüşümün habercisi. Öte yandan havza modelinin gerekçelerinde tohum güvenliği, ekolojik denge gibi herkesin üzerinde uzlaştığı kaygılar dile getirilse de, modelin bunu ne şekilde sağlayacağına yönelik herhangi bir ayrıntı en azından şimdilik görünmüyor.
Bir başka sorun da havza modeliyle ilgili düzenlemelerin yönetmelik düzeyinde kalması. Bu durum, bu denli önem verilen bir dönüşümün bile kurumsal ayağının zayıf kalmasına neden olabilir. Öte yandan Tarım Bakanlığı’nda tarımsal bilgi ve yöntem desteği konusunda ciddi bir atalet söz konusu. Manzaraya çiftçi örgütlenmelerinin bir türlü üstesinden gelin(e)meyen güçsüzlükleri de eklendiğinde, bu denli uzmanlık bilgisi gerektiren bir modelin nasıl işletileceği konusunda ciddi bir boşluk bulunduğunu söylemek mümkün.
Havza modelinin en büyük sorunu ise, iki yıl kadar önce terk edilen Doğrudan Gelir Desteği’nin en ölümcül hastalığını devralmış olması. Doğrudan Gelir Desteği’ni sorunlu kılan başlıca özelliği, kayıtlı çiftçiye toprak büyüklüğü ölçüsünde destek vermesiydi. Havza modeli ürün primlerine dayanıyor gibi görünse de, birim topraktaki verimliliği değil, beyan edilen ürün miktarını temel alıyor. Dolayısıyla DGD’deki “büyük toprak sahibine büyük destek” mantığından kurtulabilmiş değil. Dahası, DGD’nin sakatladığı tarımsal kiracılık ilişkilerini düzeltmeye, dolayısıyla mülk sahibini değil, üreticiyi desteklemeye yönelik bir adım da atmıyor.
Araştırma hakkında
2006 yılında TÜBİTAK desteğiyle başlatılan “Tarımda Dönüşüm ve Küresel Piyasalarla Bütünleşme Süreçleri” adlı araştırmada Huricihan İslâmoğlu’nun yanısıra Elvan Gülöksüz, Alp Yücel Kaya, Ulaş Karakoç, Derya Nizam, Göksun Yazıcı ve Ayşe Çavdar çalıştılar. Araştırma kapsamında her bir araştırmacı belirlenen ürünlere odaklanarak, üretim alanlarındaki köylerde yaşayan çiftçilerle derinlemesine görüşmeler yaptı. Pamuk, buğday, ayçiçeği, mısır, pancar, üzüm ve tütün üreticileriyle 700 kayıtlı, yüzlerce destekleyici görüşme yapıldı. Ayrıca “bölgedeki kooperatifler, tarım il müdürlükleri vs. ziyaret edildi” deniyor. Esas olarak, çiftçi nüfusu tırpanlamaya yönelik bir sistem bu; AB’nin talebi olan tarımsal nüfusu yüzde 10’a getirmeye yönelik bir öz taşıyor.
Kaynak : Express Dergisi