Son günlerde hava döndü, işçiden esiyor yel. Binlerce işçi, emekçi üretimden gelen gücünü kullanarak sermayeye, patronlara biz varız; buradayız mesajı veriyor ve hakları olanı talep ediyor. Temel çıkış noktası fırlayan enflasyon karşısında, ücretlere yapılan zamların göstermelik kalması. Yapılan zamlar bırakın insanca bir yaşamı, temel ihtiyaçları karşılamaya dahi yetmiyor. Bu ihtiyaçların başında da temel insan hakkı olan beslenme ve gıda hakkı geliyor. Tüketici enflasyonunun üstünde bir gıda enflasyonuyla karşı karşıyayız. Kışlık ürünlerin fiyatlarında yaşanan artışın, daha çok pazarlama kanalında çiftçi dışındaki aracıların maliyetlerindeki artıştan kaynaklandığını düşündüğümüzde bugünlerin daha iyi günlerimiz olduğunu söyleyebiliriz. Gübre ve akaryakıt gibi temel girdilerde meydana gelen fahiş fiyat artışları nedeniyle çiftçiler bir sonraki sezon için ya üretim alanlarını daraltma ya da kullandıkları girdileri azaltma yoluna gidiyorlar. Ekilebilen alanlarda ise söz konusu maliyet artışları bir şekilde ürün fiyatlarına yansıtılmak zorunda. Dolayısıyla bir yandan üretimin azalması, diğer yandan yüksek maliyetler nedeniyle önümüzdeki dönemin daha dramatik fiyat artışlarına gebe olduğunu ve gıdaya ulaşımın daha da güçleşeceğini öngörmek zor değil. Kentlerdeki emekçiler için durum buyken, kırdaki çiftçi için de durum farklı değil, zira bu tablo onları da büyük gelir kayıpları, yoksullaşma, borçlanma ve mülksüzleşmeyle karşı karşıya bırakacak. Tahmini zor olmayan bu senaryonun kır ve kent emekçilerinin ortak keseni olduğunu söyleyebiliriz.
Tam da bu noktada; piyasa, dinselleşme ve otoriterlik açısından Türkiye’yle benzerlikler kurulan Hindistan’da, geçtiğimiz yıl düzenlenen çiftçi eylemleri akla geliyor. Hindistan’da eylemlerin başlangıcında sendika ve emek örgütlerinin almış olduğu genel grev kararı etkili olmuştu. Emek örgütlerinin talepleri genel olarak, çalışma koşullarını zorlaştıran neoliberal politikalardan geri adım atılmasına ilişkindi ve bu talepler arasında Hindistan tarımının neoliberal regülasyonunu kurumsallaştıran yasa tekliflerinin geri çekilmesi de vardı. Bu talep Hindistan’da işçiler ile köylüler arasındaki ittifakın ete kemiğe bürünmüş hali oldu. Genel grevle birlikte başlayan köylü eylemliliği yayılarak etkisini artırdı ve kazanımla sonuçlandı. Söz konusu yasa teklifleri geri çekildi. Türkiye’de ise Hindistanlı çiftçilerin şimdilik geri püskürttükleri neoliberal düzenlemeler 2001 krizi sonrası IMF-DB tarafından diretilen yasalarla hayata geçirilmişti. Hindistan ayrıca son yıllarda çiftçi intiharlarıyla gündeme gelen bir ülke. Çiftçiler aşırı borçlanma nedeniyle içine düştükleri darboğaz nedeniyle yaşamlarına son veriyorlar. Türkiye’de de son günlerde ne yazık ki benzer haberler can yakmaya başladı. En son Ardahan’da Tarım Kredi Kooperatifine ve bankaya borçları nedeniyle canına kıyan bir çiftçinin haberi geldi. Akla, Hindistan ve Türkiye arasındaki bu benzerliklerden nasıl bir sonuç çıkarabiliriz sorusu geliyor.
Kentlerde binlerce emekçi insanca yaşam için sesini yükseltmeye başlamışken, sendikalar (sarı olmayanlar) ve sol (sosyal demokratlar değil) bu sese kulak vermişken, çiftçilerin de üzerlerindeki ataleti atıp bu hak mücadelesine katılmaları geleceğe yönelik umutları artıracaktır. Başlangıç noktası ne olabilir? Örneğin çiftçiler yasayla garanti altına alınan ve hakları olan destekleme ödemelerini gündeme getirebilirler. Geçtiğimiz günlerde Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli sosyal medya hesabından Cumhurbaşkanı’nın takdirleriyle 2022 yılı için 25,8 milyar TL olarak planlanan destekleme bütçesinin 3,2 milyar TL artışla 29 milyar TL’ye çıkarıldığı müjdesini verdi. Oysa 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunun 21. Maddesinde bütçeden tarıma ayrılacak kaynağın gayri safi hasılanın % 1’inden az olamayacağı yazıyor. Yasa sonrasında bugüne kadar tarıma verilen desteklerde bu gereklilik hiç yerine getirilmedi. Örneğin 2009 yılından 2020 yılına kadar olan süreçte bu oran ortalama % 0,5’i geçmedi. Bu yıllar arasında verilmesi gereken destekle verilen destek arasındaki fark dolar üzerinden hesaplandığında çiftçinin yaklaşık 53,4 milyar dolar devletten alacağı bulunuyor (Tablo 1). Yani çiftçiler kanunen kendilerine ödenmesi gereken alacaklarını tahsil edebilmiş değiller. Bugünkü döviz kuru üzerinden düşündüğümüzde kanunla garanti altına alınmış ödenmesi gereken birikmiş destekleme tutarı 726 milyar TL oluyor ve 2021 yılı buna dâhil değil. Evet büyük bir rakam ve bu rakam çiftçinin bankalara ve Kredi Kooperatifine olan 177 milyar TL’lik borcun dört katı büyüklüğünde. Alacağını tahsil edemeyen bankalar ve Kredi Kooperatifleri icra yolları dışında zaman zaman nasıl alacakları yapılandırma yoluna gidiyorlarsa benzer bir yapılandırma devletin çiftçiye ödemesi gereken destekler için de düşünülebilir.
Tablo 1: Tarım Verilen Destekler ve GSYH’ya Oranı
Kaynak: 1) TÜİK 2) Tarım ve Orman Bakanlığı Faaliyet Raporları 3) Yüceer ve ark., 2020. Türkiye’de 2000-2020 Döneminde Tarımsal Destekleme Politikalarının Gelişiminin İncelenmesi (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1336356)
Dolayısıyla çiftçilerin ve başta Ziraat Odaları olmak üzere çiftçi örgütlerinin verilen 3,2 milyarlık ek bütçenin müjde değil, 726 milyar TL’lik alacaklarının ancak % 0,4’ü olduğunu haykırmaları ve yasal olarak da bunun takipçisi olmaları gerekir. Bu da yetmez, söz konusu alacağın yani birikmiş desteleme ödemelerinin hangi amaçla, nasıl ve kimler için kullanılacağı hususunda söz, yetki, karar aşamalarında olmak için mücadele vermeleri gerekir. Biz bu mücadeleye, kır emekçilerinin üretimden gelen güçlerini gerçek anlamda gösterdikleri gıda egemenliği mücadelesi diyoruz. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’de tarımın artık çiftçi işi olmaktan çıkarılıp sermaye sahiplerinin işi olarak görülmesine paralel bir şeklide, verildiği kadarıyla desteklerden en fazla yararlananlar da bu sermaye sahipleri oldular. Günün sonunda da iş, çiftçileri kendilerine bağımlı kılan girdi ve ürün piyasalarındaki şirketleri odağına alan, bu bağımlılık üzerinden çiftçileri kapana sıkıştıran ve yoksullaştıran, doğayı metalaştıran, kırsal yaşam alanlarını tahrip eden endüstriyel tarım pratiklerinin desteklenmesine vardı. Zaman, desteklemelerin şirketlere bağımlılığı kıracak ve ekolojik yıkımın önüne geçecek agroekolojik yöntemlere ağırlık veren; üretici pazarları, topluluk destekli tarım gibi yollarla çiftçilerin ürünlerini doğrudan tüketiciye ulaştırabildikleri alternatif bir tarım-gıda sisteminin inşası için kullanılması zamanıdır.
Zaman, bu politikalar için çiftçilerin inisiyatifi ellerine almalarının zamanıdır. Demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların, üretici örgütlerinin bu yönde atacakları adımların, böyle kritik bir dönemde tahminlerin çok ötesinde çiftçi nezdinde karşılık bulması da kuvvetle muhtemel. Ya da bir bakmışız hava dönmüş, kırdan da esmeye başlamış yel ve kuryeler gibi, bir yerden işaret beklemeden kır emekçileri de başlamış meydanları doldurmaya.
Fatih Özden – Araştırmacı