Sarı yazmalı Loç’lu köylüler, İstanbul da oturma eyleminde;
Dersim de sondajcılar, halkın öfkesinden zor kurtuldu;
Karadeniz adeta barut fıçısı, halk HES’leri yaptırmamak için nöbet tutuyor;
Yuvarlak Çay halkı doğasını korumak için aylardır nöbet tutuyor.
Ekoloji mücadelesi Türkiye de bir yandan büyüyüp, toplumsallaşırken aynı zamanda da nitelik kazanıyor.
Son dönemdeki gelişmeler, AKP ve sermaye politikalarına, halkın artık tahammülünün kalmadığını gösteriyor.
Loç’ta, Karadeniz’de, Dersim’de, Bartın’da, Muğla Yuvarlak Çay’da ve coğrafyanın pek çok yerinde kapitalizme karşı, yepyeni bir toplumsal mücadele doğuyor. Henüz emekleme evresinde olsa da, halk ormanına, toprağına, suyuna, kültürel değerlerine sahip çıkıyor.
Çünkü tam anlamıyla Anadolu’nun kırları, “Bond çantalı haydut sermayenin” talanı altında…
2500’ün üzerinde HES lisansı dağıtıldığı belirtiliyor. Ayrıca ormanlar, madenler, meralar sermaye için kârlı alanlar haline getiriliyor.
Neredeyse tüm akarsuların önü kesilmiş, doğa ekolojik bir soykırıma tabi tutulmuş durumda.
Hükümet ülkede artan oranda enerji ihtiyacı olduğunu ve bu ihtiyacı karşılamak için HES yaparak enerji açığını kapatmak istediğini söylüyor. Bunu için Başbakan “Su Akar Türk Bakar” sözünü tersine çevireceklerini belirtiyor.
Yani doğanın talanına kılıf arıyor. Dün Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi kamusal hizmetler, kılıfına uydurulup nasıl özelleştirildiyse, bugün sular, ormanlar, ovalar da benzer bahaneler yaratılarak sermayeye devredilmek isteniyor.
Ancak meselenin özü şu!
İklim değişikliğinin kontrol altına alınması için oluşturulan ve 184 ülkenin imzaladığı, Kyoto Protokolü gereği, 2012 yılına kadar ‘Sera Gazı’ salımın da indirime gidilmesi amaçlanıyor.
Buna güre protokole imza atan ülkeler, emisyon miktarını 1990 yılına göre %5 azaltmaları gerekiyor.
Gelişmiş ülkeler bu protokol çerçevesinde, 2012 yılına kadar sera gazı salımın da, ya emisyon miktarlarını düşürecek, ya karbon emisyonu kotası satın alacak, ya da gelişmekte olan ülkelerde yenilenebilir enerji yatırımlarına geçecektir.
Bu durumda ülkelerin, karbon salınım oranları önem arz ediyor.
Türkiye, 1990’yılında 200 milyon ton, 2004 yılında 350 milyon ton, karbondioksit gazını atmosfere saldığını beyan ediyor. 2010 yılında ise bu oranın 400 milyon ton olacağı sanılıyor.
Oysa Türkiye’de kişi başı düşen karbondioksit gazı emisyon miktarı 3,6 ton. Avrupa Birliği ülkelerinde 7,5 tondur. Dünya ortalaması ise 4 ton olduğu belirtiliyor.
Özetle: Türkiye’nin Karbon Emisyon miktarı dünya ortalamasından düşük olması, sermayeye “Emisyon Ticareti” yapma ve karbon piyasalarından kredi alma imkânı sağlıyor.
Kyoto Protokolü zehirli gazları üretenleri bir bedel ödemeye zorlayıp, gaz salımını azaltmayı amaçlıyor. Bu nedenle protokole taraf ülkeler arasında, karbon borsası, karbon ticareti oluşmuş durumda.
Ülke veya şirketler, karbon salım haklarının altında kaldıklarında (Türkiye gibi), bu miktarı aşmış başka ülkelere ve ya şirketlere ‘karbon emisyonu kotası’ satıyor, karşılığında kredi alabiliyorlar.
Bir anda coğrafyamızda “Hidroelektrik Santrallerinin” mantar gibi çoğalmasının sebebi, iklim adaletini sağlamak değil, aksine sermayenin rant hesapları ile ilgili olduğu anlaşılıyor.
Fakat suya ulaşım/su hakkı meselesi insanlık tarihi kadar eskidir. İlk çağlardan beri egemen güçlerle, halklar arasında suya erişim mücadelesi söz konusudur.
Ne var ki suya erişim mücadeleleri, yerellere sıkışıp kalsa da, kavga gittikçe büyümektedir. Türkiye’de ekoloji mücadelesi bu anlamda bir ’emekleme’ evresi içerisindedir.
Her şeyden önce ekoloji mücadelesinin emeklemeden kurtulup, yerelden çıkması, antikapitalist bir öze kavuşturulması gerekmektedir.
Öte yandan coğrafyanın dört bir yanında, hükümet ve sermaye şirketlerine karşı, büyüyen öfkenin, aynı kanala akıtılıp güçlü bir toplumsal muhalefete dönüştürülmesi şarttır.
Yoksa tek, tek mücadeleler sonuç vermeyecek, bir alandan kovulan şirket bir başka yerde açığa çıkacaktır.
Kaynak : Emek Dünyası – 10 Ocak 2011