Ya bu GDO yazısını yazacağım ya da sonsuza kadar susacağım. Bu konuyla ilgili kimisini okuduğum, kimisini gözden geçirdiğim onlarca kaynak sonuçta zihnimde binlerce soruya, binlerce yanıta kısacası içinden çıkılmaz bir kördüğüme dönüştü. Önce genetiği değiştirilmiş organizma da nedir diye başladım, anladığımdan emin olmak için hafızamın derinliklerindeki tozlu kütüphaneden eski biyoloji bilgilerimi çıkardım. Yeterli gelmedi. DNA, gen ve bunların çalışma biçimleri için nette bulduğum kaynağı, keşke bizim üniversitelerimiz de böyle animasyonlu bilgiler hazırlamış olsaydı diye özenerek izledim. Sonra nihayet bilgi vermek amaçlı yazılmış, ayrıca DNA ve genleri anlatan bir de video içeren Türkçe bir siteye rastladım. Gen kaçışı nasıl oluyor anlamaya çalıştım. Biyoloji bilgilerimi konuyu doğru anlayacak kadar tazeledikten sonra, sıra geldi bilgi bombardımanını yeniden analiz etmeye.
Peki ya baştan ayağa GDO’ya bulanmış Amerikan halkı ne yapıyordu? Onlar çoktan istila edilmiş, teslim olmuşlar mıydı? Hayır, durumun vehametini farkedenler her cephede savaşıyordu. Onlar çareyi “yerelleşmekte” bulmuştu. Kendi organik ürünlerini bahçelerinde “food not lawns” (çim değil besin) sloganıyla yetiştirmeye çalışıyor, yerel ve tanıdık çiftliklerden alış veriş yaparak hem onların hayatta kalmasına yardımcı oluyor, hem de gerçek besinler tüketmeye yöneliyorlardı. İngiltere’de organik bahçecilik organizasyonları okul bahçelerinde çocuklara kendi “sebze adalarını” inşa etmeyi, kendi besinlerini nasıl yetiştireceklerini öğretiyordu. Bir çok insan ise alışveriş yaptıkları marketlere dilekçe yazıyor ve organik besin bölümünün genişletilmesini, hazırladıkları listedeki ürünlerin organik olanlarının getirilmesini talep ediyor, alışveriş sırasında ellerindeki GDO içermeyen ürün listelerine sadık kalıyordu. Tabii bizde de çarenin yerelleşmekte olduğunu görüp benzeri pratik çözümler oluşturanlar yok değildi. Örneğin “Doğal Besin, Bilinçli Beslenme” grubu gibi bilinçli tüketici oluşumları güvenilir, küçük üreticilerle tüketicilerin birbirlerini bulmasını, bir anlamda yerel ve organik beslenme için varolan olanakların kullanılabilmesini sağlamaya çalışıyordu.
Kimi bilim insanları sürdürülebilir tarımın peşindeydi, kimisi insanları bilinçlendirmenin. GDO’lu besinlerin gelecek insan nesilleri üzerinde yıkıcı etkiler yaratıp yaratmayacağı sorusunun yanıtı ne yazık ki “bekle gör” diyerek bilinmezliğe terkedilmişti, çünkü bu konuda, yine ne hikmetse, uzun vadeli deneyler yapma yetkisi neredeyse yalnızca GDO üreticisi şirketlerin tekelindeydi. Hepimiz biliriz ki kimse bindiği dalı kesmek istemez. Bu yanıtsız soruya karşılık, farkında olan insanları asıl telaşa düşüren yanıtı çoktan alınmış olan bir başka soruydu: Genetiği değiştirilmiş organizmalar çevreyi nasıl etkileyecekti? Maalesef yanıt olumsuzdu. Yapılan araştırmalar “gen kaçışı” adı verilen şekilde, zamanla besin olarak kullanılan bitki çeşitliliğinin kaybedileceğini, tozlaşma yoluyla GDO’lu bitkilerin diğer hemcinslerini de istila edeceğini gösteriyordu. İşte bu yüzden ortalığı bir telaş almış, dünyanın her tarafında tohum bekçileri ortaya çıkmıştı. Gönüllülük esasına göre çalışan bu gruplar, yörelerindeki, ulaşabildikleri tohumları toplayıp, korumayı amaç edinmişlerdi. Tohumların korunması ne yazık ki kasada saklamak kadar basit değildi, tohumların canlı kalabilmeleri için ekilmeleri ve yeni ürünler aracılığıyla tazelenmeleri, mümkün olduğunca yayılmaları gerekiyordu. Norveç’te kıyamet günü olasılığına karşı dünyanın tüm tohumlarının olabildiğince depolanmasını ve dondurularak saklanmasını sağlayacak devasa bir “tohum ambarı” kuruluyordu. Her ülke kendi tohumlarını burada, dilerse kilit altında tutabilecekti.
Yazıyı sabırla sonuna kadar okumayı başarabildiyseniz bu, bilim kurgu bir filmi andıran olaylar zincirini ve çizilen resmi de görebildiğiniz; üstelik verilen tüm bağlantıları ziyaret edip, oralardan da yeni bağlantılara yelken açıp yine de buraya dönebildiyseniz, şu an sizin kafanızın da en az benimki kadar karışık olabileceği; ve önümüzdeki dönemecin farkında olduğunuz anlamına geliyor.
İçinde bulunduğumuz tren son hızla bir makasa yaklaşıyor, belli ki ray değiştireceğiz ve bu çok sarsıntılı olacak. Treni değiştiremeyeceğimize ve birilerinin bir şeyler yapmasını beklemek için çok geç olduğuna göre geriye tek bir şey kalıyor: kendimizi değiştirmek. DEĞİŞMELİYİZ! Yaşam biçimimizi, seçimlerimizi, harcadıklarımızı, biriktirdiklerimizi her şeyi ama her şeyi tek tek gözden geçirmeli, safraları atmalı, değiştirebileceğimiz her şeyi değiştirmeliyiz. Önümüzde durabilecek bir şey varsa, o da yine biziz. Bir ben yapsam ne olur demeyelim, bir bilge kişi, M. Gandhi’ye kulak verelim: “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun.“
“Ne yaparsanız yapın küçük bir şey olacaktır, ama yapmanız çok önemli. ” M.Gandhi
Kaynak : http://meyvelitepe.typepad.com