“Mücadele bir daire gibidir, herhangi bir yerden başlayabilirsiniz ama hiç bir zaman sonu gelmeyecektir”. Marcos
Latince’deki “Cooperatio” kelimesinin siyasal karşılığı, işyerinde, aile içinde, okulda ve daha bir çok alanda var olan hiyerarşik örgütlenmeye doğrudan karşı duruşu, sıradan insanın merkezilikten uzak şekilde, kendi yerelinde gerçekleştirdiği kolektivist direnişi vurguluyor. Süpermarketlere, aracılara, şirketlere, politika yapanlara ve onlara arka çıkanlar şeklinde tezahür eden ölçüsüz diyebileceğimiz miktarda otoriteye bir karşı çıkışı ifade ediyor. Günümüzde “kooperatifleşme”, ortak üretme ve tüketim kültürünü geliştirmeye yönelik bir çıkış sağlayabilir mi?
Kırı ve kenti kuşatan ekolojik kriz karşısında, emeğin yeniden dizildiğinin farkında olarak bu soruyu soruyoruz. Amacımız, sistem içi bir üretim veya tüketim kategorisini tartışmak değil; sermaye birikiminin zorunlu uğrağı olan kentlerde, emeğin ve doğanın yeniden değersizleştirilme biçimini örgütleyen devlet ve sermayenin tükettiği kolektif bilinci yeniden diriltmek. “kentsel dönüşüm” uygulamalarına paralel “kırsal dönüşüm” rejimi de bir süredir hayata geçirilmiş durumda. Bu nedenle kır-kent diye ayırmadan meşru, militan, demokratik, özyönetime dayalı ve kolektivist bir siyaseti oluşturmaya yönelik gereksinime bir katkı sunabilmek için kooperatif meselesini tartışmalıyız.
Kuzeyden Güneye
Kuzey ülkelerine baktığımızda özellikle son 30 yılda gıda üretim ve tüketimi üzerine yapılan kooperatifleşme çabalarının yoğunluğu göze çarpıyor. Bu çabaların tümü tarım endüstrisinin monopolünü, küresel gıda sistemlerinin küçük ölçekli yerel üretim ve dağıtım sistemlerini yok edecek şekilde türdeşleşmesini durdurmayı hedeflemekle birlikte yerel gıda sistemleri ve dayanışma ekonomisi yaratmanın bir yolu olarak betimleniyor. Çoklukla da kısa tedarik zincirleri içinde yerel gıda ağları oluşturulmaya çalışılıyor ki bu da küçük üreticiler ve tüketiciler arasında bağların güçlenmesini, adil fiyatlarla gıda sistemlerimizin yeniden yapılanması ve tanımlanmasına katkıda bulunuyor. Üretimde ve tüketimde, adil olduğu farz edilen fiyat arayışının ardında ise aslında küresel kapitalizmin bölgesel ifadesi olarak tanımlayabileceğimiz bir yapıya karşı koyabilen bir sosyal hareket yaratma ve üretim ve tüketim arasında dayanışma ve mülkiyetin ortaklaşmasına dayanan alternatif ekonomik ilişkiler kurma iradesi yatmaktadır.
La Via Campesina’nın ortaya attığı Gıda Egemenliği kavramı da küresel kapitalizme karşı, gıda sisteminin merkezine piyasalar ve şirketleri değil, gıdayı üreten, dağıtan ve tüketenleri yerleştiriyor. Küçük çiftçilerin, ekolojik dengeleri gözeterek üretim yapmaya çalışanların yaşadıkları dağıtım sıkıntısı onları aracılara ve süpermarketlere mahkum kılıyor. Süpermarketlerin ele geçirdikleri pazar ile onun siyasi aklı, üretimde kullanılacak tohumdan ilaçlara, ekim ve hasadın zamanlamasından fiyatlara kadar kendi koşullarını dayatmasına yol açıyor. Bunun yanında gıdalara ilişkin mevcut hijyen yasa ve yönetmelikleri, çiftçileri gıda zincirinin üretim halkası haricindeki tüm halkalarından dışlamayı amaçlıyor. Çok uluslu süpermarket zincirlerinin tercihlerine göre düzenlenen bu hukuk sistemi, çiftçilerin kendi ürünlerini işlemesini pratikte imkansız hale getirmenin yanında dağıtım kanallarının varlığını tehdit etmek suretiyle kasap, manav, bakkal gibi diğer küçük ölçekli alternatif işletmeleri de çok uluslu tarım şirketleri ve süpermarketlerin boyunduruğuna sokuyor.
Elbette ki bu süreçten tüketiciler de tıpkı üreticiler gibi son derece olumsuz etkileniyor. Hijyen kültürüne esir edilen yurttaş, tüketici haine geliyor. Ne üretse ne yese hep bir kaygıyla malul yaşıyor. Tüketici, besin değil ambalaj satın alıyor. Güzel ambalajlar içerisinde yer alan ancak sağlığı son derece tehlikeye atan, besleyici değeri neredeyse kalmayan ürünlere mahkum hale geliyor. İnsan ömrü, raf ömrüyle ölçülüyor. Gıdayla birlikte insanın, ekolojik döngülerden uzaklaşması, üretim süreçlerine tümüyle yabancılaşması da hijyen ideolojisi tarafından kutsanıyor. Öte yandan organik tarım regülasyonlarının giderek artan bürokratik ve finansal yükü, doğayla dost üretim yapmak isteyen küçük çiftçileri gıda üretim sürecinin dışına itiyor.
Bu bağlamda kooperatifleşme öncelikli olarak, “Gıda Egemenliği” tesisinin bir aracı olarak düşünülmelidir. Toplumun neyi, nasıl, ne kadar ve ne için üreteceğini belirlediği bir özyönetim ve denetim sürecine ilişkin kolektif bir üretim, dağıtım ve paylaşım süreci olarak görülmelidir. Koperatifleşme, sadece bir tarımsal üretim modeline indirgemediğimizi söylemeliyiz. Karar alma süreçlerinde etkin olma talebini, hiyerarşik, buyurgan, otoriter besin yönetimine karşı tam bir doğrudan demokrasi talebini dillendiren bir üretim modelini örgütlemenin aracı olarak kooperatif kavramını gündemleştirmeliyiz. Burada asıl önemli olan vatandaşların üretimden tüketime tüm gıda zinciri üzerindeki denetimi geri kazanmalarıdır. Tüketicilerin tüketicilikten kurtuluşu olarak da görülebilir. Yurttaştan tüketiciye dönüşen insanı bir tür olarak özgürleştirecek kolektif bilinç için öncelikli olarak üretimin bilgisine sahip olma olanağı gerekir. Gıda Egemenliği’nin, gıda güvenliğinden en önemli farklarından biri gıdaya erişim hakkının talep edilmesi, gıdanın üretim bilgisine erişim hakkına sahip olması ve kişinin tekrar karar mekanizmalarına katılmasının sağlanmasıdır. Bedeninden soyulan kişinin yeniden bedenine kavuşması için geçeceği kapıları öğrenmesi gerekir. Gıda Egemenliği insanların neyi nasıl, ne miktarda üretim yapacağına, neyi tüketeceğine, gıdaların nasıl dağıtılacağına karar verme gücüdür. Gıda Egemenliği, vatandaş olarak gıda ve tarımla ilgili kamu politikalarına müdahalede bulunabilmek yoluyla elde edilebilir. Şu anda içinde bulunduğumuz krizin sadece ekonomik bir kriz değil, bir gıda krizi, bir ekolojik kriz olduğunu vurgulamak bu açıdan önem taşımaktadır.
Türkiye’den Bir Deneyim
İşte bu kaygıları taşıyan Boğaziçi Üniversitesi mensupları, mezunları ve öğrencileri Boğaziçi Üniversitesi Tüketim Kooperatifi’ni (BUKoop), statükoya direnme aracı olarak Mayıs 2010’da kurdu. BUKoop, sağlıklı, lezzetli, doğal çevreyi ve toplumu olumsuz olarak en az etkileyen gıdayı yaygınlaştırabilmek için onu tüketiciler açısından ulaşılabilir kılmak, doğal/ekolojik/geleneksel ya da organik üretim yapan üreticilerle bilinçli tüketiciler arasında kalıcı işbirliği ve yardımlaşma inşa etmek, geleneksel/bilge tarım yöntemlerini desteklemek, böyle üretim yapan üreticileri piyasa koşullarının cenderesinden kurtarmak, üreticinin örgütlülüğüne destek vermek ve uzun vadede Organik Sertifika yerine, örgütlü üretici/tüketicinin birbirini denetlediği Katılımcı Sertifika modelleri inşa etmeyi amaçlamakta. Ama hala işin başındayız. İş başındayız.
Tam da bu uğrakta üzerimize düşen dünya deneyimlerini kendi özgüllüğümüz ve kendi tarihsel birikimimizle harmanlamaktır. Kooperatifleşmeyi, kapitalist bir şirket biçimi olarak kabaca imlemeden önce, kooperatifin sermaye birikimin bir aracı haline gelmeyecek biçimleri üzerine kafa yormalıyız. Çünkü asıl olan, toplumsal zenginliğin, bir metaya dönüşmesi için üretilmesi karşısında, toplumsal zenginliğin doğa ve insan için ortak değer, kültür üretmesine yüzünü dönecek bir üretim için çabalamaktır.
İspanya L’Horta Kolektifi
Muhtemelen İspanya’da bu anlamdaki en büyük sosyal çatışma Valensiya’nın Güney Bahçeleri ve özellikle La Punta mahallesinde 90’ların ortasından beri sürmekte olan çatışmadır. Tarihsel bahçelere sahip bu mahalle Valensiya belediye alanına dahil edilmiş ve Valensiya metropolitan alanı ve küresel ekonomiye entegre edilmek üzere büyük kısmı lojistik ve ulaştırma altyapı yatırımlarıyla parçalanmıştır. Bu süreç şehrin etrafındaki diğer [tarımsal] alanlara da uzanmıştır ve tarımın peyzajdan fazlası olduğuna ve Valensiya halkının tarihsel-kültürel kimliğinin bir parçası olduğuna dair muhalif bir hareket buralarda büyümektedir. Bu bahçeler (L’Horta) şehrin geleceğinin garantisi ve sürdürülebilir bir şekilde gelişmesinin kaçınılmaz bir yolu olmakla beraber üzerine çimento dökülmüş her bir avuç tohum bereketin ve zenginliğin sonsuza dek yok olması anlamına gelmektedir. Bu nedenle 90’lardan itibaren L’Horta’nın korunması için kentsel alan olmuş arazilerde kent sakinleriyle tarihsel bahçelerin sorunlarının ilişkilendirilmesi için ‘’Kısa Pazarlama Kanalları’’nın deneyimlerinin etkinleştirilmesi faaliyeti başlamıştır. Bu durum bugün L’Horta’nın – Valensiya bahçeciliğinin en görünür mücadelesi- websitesinden bölgenin ürünlerinin internet üzerinden satılmasına değin varmış bir mücadele oluşturmuştur.
Bajo el Asfalto está la Huerta – BAH! – Asfaltın Altında Tarla Var
Diğer ilginç bir örnek ise Madrid büyükşehir sınırları içindeki, Asfaltın Altında Tarla Var (Bajo el Asfalto está la Huerta – BAH!) girişimidir. 2000 yılında 150 kadar genç kamu mülkiyetindeki, bölgesel parklara bağlı bir dizi araziyi, buraların kamu tarafından terkedilmiş olmasına. kentin büyümesi ve ulaştırma altyapılarının tehdidi altında olmalarına tepki olarak işgal etmiş ve “sürdürülebilir tarım” için ayırmıştır. Bu grup, bölgesel idareye bir proje sunarak arazinin üretime geçmesini talep etmiş ve cevap beklemeden buraları geliştirmeye/dönüştürmeye başlamıştır. Bahsi geçen proje asamblelerce idare edilen tüketim kooperatiflerinin oluşturulması, üretim araçlarının mülkiyeti dahil tüm arazinin müşterek mülkiyette olması, üretim ve tüketim arasında bir ilişkinin kurularak tüketimin üretimden sorumlu olacağı tarımsal bir sistemin geliştirilmesi ve tüm taraflarca bu arazilerin desteklenmesini içermektedir. Üretim, yaşanan yönetimsel zorluklar nedeniyle Tajuña nehri vadisine taşınmak durumunda kalmıştır. Yine de bu deneyim ilerlemekte ve Madrid’de olduğu gibi İspanya’nın tümünde de benzer bir düzine yeni üretim-tüketim ilişkisine model olmaya devam etmektedir.
Fransa Longo Mai Kooperatifi
1968’den sonra tüm Avrupa’da kooperatifler, komünler oluştu. Hepsi dış dünya ile bağlantılarını keserek kendi cennetlerini yarattılar. Longo Mai için bu tamamıyla farklıydı. Onlar ekonomik olarak hayatlarını sürdürebilmek için kooperatifler kurarak dış dünya ile iletişimlerini sürdürdüler. Bu kooperatif kendi cennetlerini yaratmak için değil, sosyal hareketlerin içinde etkin olarak bulunabilmek ve bunu dayanışmayla yapabilmek içindi. Bu önemli fark onların 35 yıldır başarıyla var olabilmelerini sağladı.
“Her şeyden önce, 1968 olaylarını izleyen dört yıllık derin düşünme [süreci] sonrasında sahip olduğumuz, belirsiz bir fikirden fazlası değildi. Bütünüyle çıkmaz görünen geleceğe en ufak bir güven duymuyorduk; ancak iki şey açıktı: Avrupa’ya dağılmış bulunan sabırsız solcular gibi “şiddet” eylemlerine sapmamaya kararlıydık ve ’68 hareketince dile getirilen temel taleplerden – ifade özgürlüğü ve alternatif yaşam yolları arama hakkı- vazgeçmek niyetimiz de yoktu. Belki aşırı tutkuluyduk; ama bu, iyi bir düşünceydi. Bu yüzden bunu pratiğe dökebileceğimiz bir yer aradık. Olasılıkla büyük bir ayaklanma için duyduğumuz belirsiz arzularımızı gösterdiğimizde, burunlarımızı gıcıklayan gözyaşı gazları yüzünden büyük şehirlere karşı oldukça alerjiktik. Kafası karışmış gençler arasında uyuşturucuların ilk kez büyük oranda ortaya çıktığı zamandı. Diğer yandan bu, oldukça farklı bir şey denemeye inanmamıza da yardım etti. Henüz Long Maï olarak adlandırılmamıştı bunun adı. Sanayi şehirlerinden çok uzakta, bir çeşit “Avrupa öncü çiftlikleri” yaratmak istedik. Pek çok farklı beceride –tarım, hayvancılık, ormancılık vb. – geniş bir eğitim almanın en kolay olduğu yerde başladık. Kooperatifimizi, aklı başında hiç kimsenin “maksimum verimlilik”in yerel bir gelişimin temellerini şekillendireceğini dile getirmeyi düşünemeyeceği, dağlık bölgelerde kurduk. Böylece, çiftçi bir arkadaşın, Pierre Pellegrin’in çiftçi ve çobanlar olarak kararsız ilk adımlarımızda bize rehberlik ettiği Güneydoğu Fransa’da Akdeniz kıyısında bir bölge olan Provence’de Limans isimli köye yerleştik. Oldukça kısa zaman içinde pek çok şey öğrendik. Her şeyden önce, büyük sosyal ve politik teoriler yapıp, kafeterya ve barlarda zaman harcadıktan sonra, başının üstüne bir çatı inşa etmek, makul bir biçimde beslenebilmek ve en temel ihtiyaçlarını karşılamayı bildiğini göstermek daha dürüsttü. Favori sloganımız şuydu: “bir santim pratik, on mil teoriye değerdir”. Bugünün modern teknikleri ve iletişim araçları sayesinde, bu tür bölgelerde dünyanın geri kalanından soyutlanmadan yaşamak olanaklıdır.
Ham materyalden tamamlanmış ürüne, üretim zinciri üzerindeki bütün kontrolü garanti altına almak için, ürünlerimizi yerinde işlemek bizim için önemli bir önceliktir. Sonuç olarak tarım, sebze bahçeciliği, ormancılık; çiftlik hayvancılığı; el sanatları, işleme ve servislerden oluşan “üç ayaklı bir ekonomi”ye sahibiz. Farklı kooperatiflerdeki farklı üretim koşulları avantajına sahibiz ve ürünleri değiş tokuş ediyoruz. Kişisel ihtiyaçlarımız için ortak bir kasa var. Bu kasa, kişisel ve kolektif ihtiyaçların uzlaştırılması görevine- ki asla kıskanılacak derecede cazip değildir- sahip olan küçük bir kooperatifçiler grubunca yönetilir. Kooperatifte, bölgeden iki duvarcı arkadaş dışında, ücretli işçi yok. Düşüncemize göre kooperatiflerimizin metotları, ancak bir vadi yada küçük bir bölgenin yerel seviyesinde anlamlıdır.” Ne bir vaha ne bir çöl.. Tüm isteğimiz, duyumsadığımız dünyanın bilgisine sahip kişiler olmak. Birlikte karar verebilen ve gerçekten benliğine ilişkin karar veren. Kooperatifler, bir deneyim alanı, bir kahvaltı masası değil ama; mis kokulu bir fesleğen salatası olabilir. Olamaz mı!
‘Nisyana İsyan Gerek’, Fevzi Özlüer, Ekoloji Kolektifi http://www.birgun.net/city_index.php?news_code=1277465821&day=25&month=06&year=2010
http://www.bukoop.org/
http://www.perlhorta.info/
http://bah.ourproject.org/
Bu kısım, 2005 yılında Ekoloji Kolektifi’nden Birkan Beggi tarafından
Longo Mai’den Haberler isimli bültenin 1993 Güz sayısındaki ‘Longo Mai’nin Yirmi Yılı’ yazısından yapılan çeviriden alınmıştır: http://www.ekolojistler.org/longo-maiden-haberler-cev.-ekoloji-kolektifi.html
(Kolektif Ekososyalist Dergi Aralık 2012 Sayı 15’te yayınlanmıştır)
Kaynak : Ekolojikollektifi – Aralık 2012