Arap Dünyasında tam bir cesaret, adanmışlık timsali olan ve güçlü halk tabanlı demokrasi talepli ayaklanmaların, Madison, Wisconsin ve diğer ABD kentlerindeki demokratik eylemlere verdiği destek, talihli bir tesadüftü. Her ne kadar Kahire ve Madisondaki on binlerin kalkışmasınının yörüngesi kesişse de, farklı amaçlar söz konusudur: Kahiredeki hareketin hedefi, diktatörlük tarafından gasp ve inkâr edilen temel hakların kazanılmasıyken, Wisconsindeki eylemler, vaktiyle uzun ve zorlu mücadeleler sonucu kazanılmış ama şimdilerde şiddetli saldırı altındaki hakların savunulmasını amaçlamaktadır.
Farklı yönlere evrilen bu hareketlerin her biri, küresel toplumda ortaya çıkan eğilimlerin küçük birer evrenini temsil ediyorlar. İnsanlık tarihinin en zengin ve en güçlü ülkesinde, çürümekte olan endüstriyel can damarlarında – Başkan Dwight David Eisenhower’ın (ABD 34. Başkanı) “dünyadaki en önemli stratejik alanlar”, “muhteşem stratejik güç kaynakları”, “yabancı yatırım konularında dünyadaki en değerli ekonomik varlıklar” olarak adlandırdığı, ABD Dış İşleri Bakanlığının 1940’lardaki söylemiyle, günümüzdeki Yeni Dünya Düzeni gelişim koşullarında ABD’nin kendisi ve müttefikleri için elde etmeyi istediği ekonomik varlık alanlarında meydana gelen herhangi bir olgunun sonuçlarının geniş kapsamlı olacağı kesindir.
Meydana gelen bütün değişimlere rağmen, günümüz politika yapıcılarının esas olarak, Başkan Franklin D.Roosevelt’in etkili danışmanı A.A.Berle’in Orta Doğu’nun kıyaslanamaz enerji kaynaklarının kontrolünü elinde bulunduran devletin “dünya’nın maddi olarak kontrolünü” elinde bulunduracağı anlamındaki düşüncesine katıldığını varsaymak için her türlü neden hala mevcuttur. Orta Doğu enerji kaynakları kontrolünün elden çıkması, İkinci Dünya Savaşı sırasında açıkça hedeflenmiş ve bugüne kadarki dünya düzeninin sağlanması amacıyla sürdürülmüş olan küresel egemenlik projesine tehdit oluşturmaktadır.
Washington, 1939 yılında başlayan savaşın, ABD’nin karşı konulmaz güç haline gelmesiyle sonuçlnmasını tasarlamıştı. Dış İşleri Bakanlığı üst düzey devlet memurları ve dış politika uzmanları, savaşın devam ettiği yıllarda, savaş sonrası dünya düzeni planlarını hazırlamak için görüşmelerde bulunmuştur. Batı Yarımküresi, Uzak Doğu, Orta Doğu enerji kaynaklarının da dâhil olduğu eski Britanya İmparatorluğu egemenlik coğrafyasına dâhil olan bölge, ABD’nin egemenlik alanı olacak olan “Büyük Coğrafya” diye tanımlamışlardır. Stalingrad kapılarına dayanmış olan Nazi ordularının Rusya tarafından geriye püskürtülmesinden sonraki süreçte, ABD’nin tasarladığı “Büyük Coğrafya” sınırlarında, Batı Avrupa’daki ekonomik merkezler de dâhil, Avrasya’yı da kapsayacak şekilde genişleme meydana gelmiştir. ABD’nin tasarladığı bu Büyük Coğrafya’da, egemenlik alanı belirleme faaliyetinin kendi küresel tasarımı dâhilinde olacağını açıklayarak , “egemenlik tesis etmede sınır belirleme” gücünü elinde tutarak, “askeri ve ekonomik üstünlük” sayesinde “tartışılmaz bir üstünlük” elde etmeyi amaçlamışı. Savaş yıllarında özenle hazırlamış savaş sonrası planlar, kısa bir süre sonra uygulamaya konulmuştur.
Avrupa’nın dünya politikasında bağımsız bir yol izleyeceği beklentisi vardı. Ancak, NATO’nun oluşturma tasarısı, ABD için bu tehditi çevrelemek amacıyla düşünülmüştür. 1989 sürecinde NATO’nun lağvedilmesi gündeme geldiğinde, Sovyetler Birliği Lideri Mikhail Gorbachev’in verdiği sözlü taahhütlerin ihlal edilmesiyle birlikte, NATO’nun faaliyet alanı, Doğu Avrupa ülkelerini de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu süreçten sonra, konuyla ilgili bir konferans sırasında, NATO birliklerinin Batıya doğal gaz ve petrol taşıyan boru hatlarını ve daha genel anlamda, petrol tankerleri ve enerji sistemi için önemli olan “diğer altyapı araçlarınca” kullanılmakta olan deniz yollarını korumakta olduğunu bildiren NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer’in deyimiyle, NATO “daha geniş kapsamlı bir faaliyet alanı” ile ABD’nin hazır kıta müdahale gücü haline gelmiştir.
Büyük Coğrafya doktrini, istenildiği zaman, askeri müdahaleye yetki vermektedir. [“Önemli pazarlara, enerji ikmal yollarına ve stratejik kaynaklara erişimde sınır tanımama” halinde, güvenliğin sağlanması amacıyla, ABD askeri güç kullanma hakkına sahip olup, ülkemiz hakkındaki “ bir halkın algısını şekillendirmek” , “ABD vatandaşlarının güvenliği ve geçimini sağlama konularını etkileyen olayların önünde durmak” üzere Birleşik Devletler, Avrupa ve Asya’da “ileri konuşlandırılmış” büyük askeri güç bulundurmaktadır] açıklamasını yapan Clinton Yönetimi zamanında, bu hüküm açık bir şekilde dile getirilmiştir.
Aynı prensipler doğrultusunda Irak’ı işgal operasyonu yönetilmiştir. ABD’nin kendi iradesini Irak’a dayatma başarısızlığı açık bir hal almış iken, mevcut koşullarda, işgal operasyonunun amacı artık güzel retorikler arkasına saklanamaz. Beyaz Saray 2007 yılının Kasım ayında, ABD askeri güçleri, Amerikan yatırımcılarına imtiyaz sağlanmak üzere, belirsiz bir süre daha Irak’ta kalmak zorunda olduğunu bildiren bir Prensipler Deklarasyonunu yayınlamıştır. Bu deklarasyondan iki ay sonra, Başkan Bush, ABD Silahlı Kuvvetlerinin daimi olarak Irak’ta konuşlandırılmasına veya “ABD’nin Irak petrol kaynaklarını kontrol altına almaya” sınırlama getiren kararnameyi kabul etmeyeceğini Kongreye bildirmiştir. Irak’ta baş gösteren direniş karşısında, kısa bir süre sonra, Birleşik devletlerin Irak’tan çıkması gerektiği talebinde bulunmuştur.
Mısır ve Tunus’ta yakınlarda meydana gelen halk isyanlarında çarpıcı başarılar elde edilmiştir. Ancak, Carnegie Vakfının hazırladığı bir rapora göre, isyanların sonucunda meydana gelen durumun adlandırmasında değişiklik olmasına rağmen, rejimler aynı kalmıştır : “Yönetici seçkinlerde ve yönetim sistemlerinde değişiklik olması isteği uzak gelecekte bir hedef olarak hala yerinde durmaktadır.” Hazırlanan söz konusu bu raporda demokrasiye işlerlik kazandırılması karşısındaki iç engeller tartışmaya açılmakta, ancak, en az iç engeller kadar önemli olan dış engellere ise hiç değinilmemektedir.
ABD ve onun Batılı müttefikleri Arap Coğrafyasında gerçek bir demokrasinin kurulmasını engellemek amacıyla olabilecek her türlü yolu deneme konusunda kendilerinden emindirler. Konuyu bu açıdan anlayabilmek için, ABD güdümündeki araştırma şirketleri tarafında, Arap kamuoyu düşünceleriyle ilgili yapılan anketlere bakmak yeterli olacaktır. Hemen hemen hiç rapor edilmemesine rağmen, Araplar planlayıcıları tanımaktadır. Arap halkları ezici çoğunlukla, ABD ve İsrail devletlerini karşılarında duran büyük tehdit olarak görmektedir: Mısır’da kamuoyunun % 90’ı ve bölge halkları arsında % 75’ten fazla bir oranda ABD’yi kendilerine tehdit olarak algılamaktadır. İran’ı kendilerine tehdit olarak algılayan bazı Arapların oranı % 10’dur. ABD’nin bölge politikasına muhalefet duygusu o kadar güçlüdür ki, Arapların çoğunluğu İran nükleer silahlar alanında başarı elde ederse, güvenlik konularında ilerleme kaydedileceğine inanmaktadır: Mısırda bu düşünceye sahip insanların oranı % 80’dir. Diğer Arap ülkelerindeki oranlar bu rakama yakındır. Arap kamuoyunun ABD’nin bölge politikası üzerinde etkisi olsaydı, ABD bölgede kontrolü elinde tutamazdı, aynı zamanda, küresel egemenlik temel prensiplerine dinamit koyan müttefikleriyle birlikte bölgeden kaçmış olurdu.
İktidarın Görünmez Eli
Demokrasiyi savunma işi, ideoloji ve propaganda alanlarında araştırma yapan uzmanların konusudur. Gerçek yaşamda, toplumdaki iktidar sahibi elit tabakanın demokrasiye işlerlik kazandırılmasında haz duymaması bir norm halini almıştır. Bu konuda genel kabul gören düşünce, ciddi duruş sergileyen birçok bilim insanının istemeyerek de olsa kabul ettiği bir görüş, bu elit tabaka demokrasiyi yalnızca sosyal ve ekonomik hedeflere ulaşmada katkı sağlaması düzeyinde savunmaktadır.
Elit tabakanın demokratik işleyişe taraftar olmaması, Wikileaks belgelerinde ifşa edilen tutumlarına karşı gösterilen reaksiyonda net olarak açığa çıkmıştır. İfşa edilen tutumlar arasında en göze çarpanı, Arap hanedanının ABD’nin İran’a saldırması konusunda sevinerek verdikleri destek mesajları olmuştur. Referans ise yönetimi elinde bulunduran diktatörlerin kendi mesajlarıdır. Kamuoyunun konu ile ilgili düşüncesi belirtilmemiştir. Bu konuda ufuk açıcı prensip, Ürdün eski yönetiminde üst düzey bir bürokrat, Carnegie Vakfının Orta Doğu uzmanı olan Mervan Moşer tarafında açıklanmıştır : “Yanlış giden bir durum yoktur, her şey kontrol altındadır” Kısacası, diktatörler Batılı devletlere destek veriyorlarsa, halkın yapacağı bir şey kalmamıştır.
Mervan Moşer’in dile getirdiği doktrin rasyonel olup saygı görmektedir. Bu günkü koşullara da son derece uygun görünen bir olguyu dile getirmek yeterli olacaktır: Başkan David Eisenhower’in 1958 yılında yapılan uluslararası bir görüşme sırasında, Arap Dünyasındaki “ABD’ye karşı nefret kampanyası” hakkındaki kaygısını dile getirirken, “bu nefret Arap ülkelerindeki yönetimlerden değil de halklardan gelmektedir” şeklinde açıklama yapmıştır. Milli Güvenlik Konseyi de Arap halklarının bilinçaltında ABD’nin, bölgenin zenginlik kaynaklarını kontrol altına almayı sağlayacak şekilde, Arap Dünyasındaki diktatörlük yönetimleri desteklediği, demokrasi ve kalkınma faaliyetlerine işlerlik kazandırılmayı bloke ettiği algısı olduğunu açıklamıştır. Ayrıca, Milli Güvenlik Konseyi alınacak dayanak noktası olarak Mervan Moşer’in doktrini olması kararını almıştır.11 Eylül olayından sonra Pentagon’un yaptırdığı araştırmalarda çıkan sonuçlarda da aynı algının bugün de devam ettiği teyit edilmiştir. Arap halkların bilinçaltında var olan bu düşünce algısı haklı bir temele dayanmaktadır.
Savaşta galip gelen tarafın önceki tarihin seyrini çöp sepetine atması ve savaşın mağduru olan tarafın ise yaşananları ciddiye alıp unutmaması gayet normaldir. İnsanlık için önemli olan bu konu ile ilgili olarak birkaç gözlem sonucunu buraya taşımak belki faydalı olacaktır. Günümüzde Mısır ve ABD’nin benzer sorunlarla karşı karşıya kalması ve zıt yönlerde hareket etmesi ilk durum değildir. Bu aynı durum 19. yüz yılın ilk başlarında da söz konusu olmuştur.
İktisat tarihçileri Mısır’ın geçmişte, ABD ile aynı zamanlarda ekonomik kalkınma girişimlerinde bulunmak üzere yeterli kaynaklara sahip olduğunu kaydetmektedir. Ancak, Mısırdan farklı olarak ABD, geniş kapsamlı pamuk hasat’ına, erken dönem sanayi devrimi için gerekli olan akaryakıtın da dâhil olduğu zengin tarımsal kaynaklara sahip olduğundan dolayı üretimde gelişme kaydetmiştir. Fetih yoluyla, ölümü dayatarak, kölelik uygulaması marifetiyle, sanayileşmenin getirdiği kolaylıklardan mahrum olup geriye kalan atıl nüfustan sağ kalanlara, hayatını hapishanelerde geçirenlere belli haklara tanıyarak büyük bir iş gücü elde etmiştir. Daha sonra Reagan’lı yıllardan beri de belli hakların verildiği bazı uygulamalar ile iş gücünde artış sağlanmasına devam edilmiştir.
İki ülke arasında var olan temel farklılıklardan birisi de, Birleşik Devletler bağımsızlıklarını elde etmiş oldukları için, o devirde Adam Simith tarafından teorisi düzenlenen, bugünkü gelişmekte olan toplumlara uygulanması telkin edilen ekonomik teorilerin sunduğu reçeteleri dikkate almama konusunda serbest davranmıştır. Adam Smith özellikle pamuk olmak üzere, o dönemde çok önemli olan mallarda tekel oluşmaması amacıyla, özgür kalan kolonilerin İngiltere’nin ithalat ettiği ve ihracata yönelik imal ettiği ürünler için gerekli temel üretim ham maddeleri üretmesini teşvik etmiştir. Diğer yandan, Adam Smith “ülkenin yıllık üretim değerlerinde daha fazla artışın sağlanması yerine, üretimde frenleme olacağını ve ülkenin gerçek zenginlik ve itibar elde etmede ilerleme kaydetmesi yerine engelleme meydana geleceği” uyarısında bulunmuştur.
Özgür koloniler bağımsızlıklarını elde ettikten sonra, ilk başlarda tekstil ürünleri olmak üzere, daha sonra demir-çelik ürünlerinde İngiliz ihraç malları akınından korunmak için yüksek gümrük tarifeleriyle sanayilerine koruma tedbiri uygulamışlardır. Devlet yönetimindeki İngiliz tarzı bağımsız yolu izlemişler ve Adam Smith’in önerilerini duymazlıktan gelerek endüstriyel kalkınmada ilerleme kaydetmek amacıyla sayısız diğer yöntemleri uygulamışlardır. Bağımsız Cumhuriyet (Birleşik Devletler) özellikle rakipleri İngiltere olmak üzere, Texas ve Mexico’nun da yarısı fethedilip sınırlarına dâhil ettiği zaman, Jackson tarzı (ABD 7. Başkanı Andrew Jackson) Başkanlık yönetimlerinin bildirdikleri gibi, “diğer milletleri kendilerine bağlayacak şekilde” pamuk üretiminde tekel olma yollarını aramıştır.
Mısır’daki duruma gelince, benzer bir süreçten geçerken Mısır İngiliz güçleri tarafından engellenmiştir. Dönemin İngiltere Başbakanı Lord Palmerston, İngiltere kendi ekonomik ve siyasal hegemonyasını korumaya çalışırken, bağımsız bir tavır takınmaya cesaret eden, Mısır’ın bağımsızlık ve ekonomik kalkınma arayışında engel gördüğü İngiltere’ye ait donanmayı ve mali güçleri dağıtmaya kalkışan “cahil barbar” Muhammed Ali’ye “nefretini” dile getiren Britanya’nın “böylesi büyük çaplı ve olağanüstü çıkarların elde edilmesi yolunda Mısır’a karşı herhangi bir acıma duygusunda bulunmaması gerektiğini” ifade etmiştir.
İkinci Dünya Savaşından sonra ABD, dönemin küresel hegemonya gücünü elinde bulunduran İngiltere’nin yerini aldığı zaman, Washington da Mısır’a karşı aynı şekilde davranmıştır. Mısır’ın ABD’nin saldırı hedefinde bulunan güçsüz devletlerin tabi olduğu kurallara uymaması halinde, Mısır’a herhangi bir yardımda bulunmayacağını açıkça ifade edip, yüksek gümrük tarifeleri uygulayarak, Mısır pamuğunun piyasaya girmesini engellemiş, Mısır’ın dünya pazarına girmemesi için finansal piyasada dolar kıtlığı yaratmıştır. Pazarı elde etme prensipleri açısından geçerli olan olağan bir davranış.
Arap halklarının “ABD’nin demokrasi işleyişini ve kalkınma faaliyetlerini bloke etmek için diktatörlük yönetimlerine destek verdiği şeklindeki düşünceden kaynaklanan ABD’ye karşı “nefret kampanyası” konusundaki Başkan Eisenhower’in kaygısında şaşılacak bir durum bulunmamaktadır.
Adam Smith’in savunusuna getirilen açıklama, Britanya, şimdilerde “Neo-Liberalizm” denilen Sound Economics kurallarını uygulamış olsaydı, nelerin meydana gelmiş olacağını kabul ettiğini ilave etmek gerekecekti. Adam Smith İngiliz imalatçıları, tüccarları ve yatırımcıları dış pazarlara yönelmiş olup kazanç elde ettikleri, buna karşılık, İngiltere’nin gelecekte can çekişeceği uyarısında bulunmuştur. İngiltere’nin ekonomik rasyonalitenin yıkıntıları altında kalacağı/kalması gibi, dış pazarlarda kazanç elde eden kesimlere de sanki görünmez bir el tarafından rehberlik ediliyormuş gibi, bir iç mekanizma tarafından yön verileceği şeklinde bir sezgiye sahipti.
Bu paragraf, ihmal edilmesi çok zor olan bir paragraftır. Miletlerin Zenginliği kitabına konu olan “görünmez el” ibaresinden referans almaktadır. Klasik ekonominin diğer bir kurucu lider figürü olan David Ricardo da iç mekanizmanın, varlıklı insanların elinde bulundurdukları zenginlikleri için dış piyasalarda daha avantajlı istihdam imkânları aramak yerine, “kendi ülkelerinde daha düşük düzeyde kazanç elde etmekten memnun olmaya yönelteceği” umudunu taşıyarak aynı sonucu çıkartacaktı. Öngörüleri bir yana, klasik iktisatçıların sezgileri sağlam temellere dayanmaktaydı.
İran ve Çin “Tehditleri”
Arap Dünyasında meydana gelen demokrasi talepleri doğrultusundaki başkaldırılar bazen 1989 sürecinde Doğu Avrupa’da meydana gelen olaylarla mukayese edilmektedir. Ancak, Arap Dünyasında gelişen olaylar belirsiz bir zemin üzerinde seyretmektedir. 1989 sürecinde, Doğu Avrupa halklarının demokrasi talebine Sovyetler tarafından tolerans gösterilmiş olup, siyasal literatürdeki standart doktrinlere uygun olarak Batılı güçler tarafından destek verilmiştir: Doğu Avrupa halklarının demokrasi talebi ekonomik ve stratejik hedeflere uyumlu olduğundan dolayı onurlu bir kazanımdı. Orta Amerika’da “halkların temel haklarını savunmak” amacıyla verilen mücadelede, Amerikan askeri güçleri ve Washington tarafında eğitilen diğer güçler tarafından canına kıyılan yüz binlerce kurbanlardan birisi olup, bir suikast sonucunda öldürülen El Salvador Başpiskoposun deyimiyle “büyük bir onur”. Dehşetli olayların kol gezdiği bu yıllarda ve şimdilerde de Batılı ülkelerin başında Gorbachev yoktur. Ancak, Batılı güçler, kendilerince geçerli olan bazı nedenlerden dolayı, Arap dünyasında demokrasiye işlerlik kazandırılması konusunda hala da mesafeli durmaktadır.
Amerikan’ın “Büyük Coğrafya” doktrini çağdaş ekonomik krizlere ve çatışmalara uygulanmaya devam edilmektedir. Batılı politika yapıcı çevrelerinde ve yapılan siyasal yorumlarda, Amerikan Yönetimi Avrupa’yı da peşinden sürükledikten sonra, ABD Dış Politikası birincil hedefi görünen, İran’ı kendisine tehdit olarak algılaması karşısında, ABD’nin harekete geçmesi ihtimali küresel düzen karşında duran en büyük tehlike olarak değerlendirilmektedir.
Peki, bu İran tehditi aslında ne anlama gelmektedir? Bu soruya amirane bir cevap Pentagon ve ABD istihbarat servisi tarafından verilmiştir. Global Security web sitesinde geçen sene yayınlanan bir raporda belirtildiğine göre, İran tehdidinin aslında askeri olmadığı konusuna açıklama getirilmiştir. Aynı raporda, İran’da askeri harcamaların “bölgedeki diğer devletlere göre nispetten daha düşük olduğu” belirtilmektedir. İran askeri doktrini katı, “diplomatik çözüm yoluna kapalı, savunma amaçlı olup, dışarıdan müdahale ve güç uygulamaya karşı duracak şekilde tasarlanmıştır.” İran’ın “kendi sınırlarını aşan dar kapsamlı bir güç tasarım kapasitesi vardır” Nükleer silahlar konusuna gelince, “İran’ın nükleer programı ve nükleer silahları geliştirme imkânını gündemde tutma arzusu, İran’ın caydırıcı stratejisinin esas noktasını teşkil etmektedir.” Her şey bundan ibarettir.
Katı kuralları olan, dine dayalı rejimin kendi halkının yüreğine korku saldığında şüphe yoktur. Bu açıdan ele alındığında İran, ABD’nin bölgedeki müttefiklerinden nerdeyse daha önde bir yerde durmaktadır. Oysa ABD’nin İran’ı tehdit olarak algılama nedeni bu açıdan değildir. Ve doğrusu bu tehdit kaygı verici bir tehdittir. İran tehdidinin ana unsurlarından birisi, İran’ın potansiyel olarak caydırıcı kapasiteye sahip olması ve ABD’nin bölgede faaliyette bulunma özgürlüğüne engel teşkil edebilen, kurallara aykırı bir egemenlik alanını kullanmasıdır. İran’ın niye caydırıcı bir kapasiteye sahip olmaya çalıştığı net olarak kendini ortaya koymaktadır; bölgede mevcut askeri üs’lere ve mevcut nükleer güçlere bir göz atmak konunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Askeri tarih konularında araştırma yapan İsrailli tarihçi Martin van Creveld altı yıl önce “Dünya kamuoyu ABD’nin sebepsiz yere Irak’a nasıl saldırıda bulunduğuna tanıklık etmiştir. İran Birleşmiş Miletler Antlaşması hükümlerinin sürekli taciz tehditi altında iken, İranlılar nükleer silahları üretmeye çalışmıyorlarsa, çılgın olmalılar” şeklinde yazmıştır. İranlıların nükleer silahları üretip üretmedikleri başka bir sorun alanı olarak orta yerde durmaktadır. Belki de, üretim yapıyorlardır.
Ancak, İran tehdit etme konusunu caydırıcı olma sınırlarının ötesine taşımaktadır. İran egemenlik etki alanına, aynı zamanda, komşu ülkeleri de dâhil etmeye çalışmaktadır. Pentagon ve CIA, İran’ın bu çabasına karşılık, dış politika teknik terimleri anlamında, bölgeyi İran açısından “istikrasızlaştırmaktadır”. ABD’nin İran’a komşu olan ülkelere saldırması ve askeri işgalde bulunması bölgede “denge sağlama” amacını taşımaktadır. İran’ın kendi egemenlik etki alanını bu ülkelere kadar yaymaya çalışması bölgeyi “istikrarsızlaştırmadır” ve açıkça gayri meşrudur.
Uluslararası konularda bu tarz davranışlar sıradan işlerdir. Tanınmış dış politika analisti James Chace
Şili’de “istikrara” ulaşmak amacıyla ülkeyi “istikrarsızlaştırmanın” [seçimle iş başına gelmiş olan Salvador Allende Hükümetini devirerek, yerine diktatör General Augusto Pinochet’yi getirmek] zorunlu olduğuna dair açıklama yaparken “istikrar” deyimini bu alandaki teknik anlamında kullanmıştır. İran konusunda, her biri kendi içerisinde eşit derecede araştırmaya değer konular olan diğer bazı kaygılar vardır. Belki de yapılmış olan araştırmalar, bu konuların emperyal kültürün yol gösterici ilkelerini ve bu ilkelerin uygulama alanındaki konumunun gözler önüne serilmesi için yeterli olmaktadır. Franklin D. Roosevelt’in politika planlayıcılarının Modern Dünya Sisteminin şafağında önemle vurguladıkları gibi, ABD kendi küresel tasarımına müdahale olarak gördüğü “herhangi bir egemenlik uygulamasına ” tolerans göstermeyecektir.
Birleşik Devletler ve Avrupa ülkeleri, İran’ın istikrarı tehdit ettiği algısından dolayı, İran’ı cezalandırma konusunda birlik olmuşlardır. Ancak bu devletlerin aslında birbirlerinden nasıl da tecrit olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. Gelişmekte olan ülkeler/bağlantısız ülkeler İran’ın uranyum zenginleştirme hakkına aktif bir şekilde destek vermişlerdir. Bölgedeki Arap kamuoyunda da İran’ın nükleer silah üretimine ciddi destek vardır. Bölgesel büyük güç olan Türkiye, Güney’de en çok itibar sahibi olan Brezilya ile birlikte, ABD’nin Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyine sunduğu yaptırım uygulama önergesi oylamasında karşı oy vermiştir. Bu her iki ülkenin karşı duruşunun ciddi eleştirilere yol açması ilk defa olmamaktadır. 2003 yılında, koalisyon güçlerinin Irak’a girmesi sırasında, Türk Hükümetinin % 95 kamuoyunun talebi doğrultusunda, ABD’nin yanında yer almayı reddettiği zaman Türkiye acı bir şekilde cezalandırılmıştır.
Türkiye Güvenlik Kurulunun geçen sene yapılan bazı uygulamalarından sonra, Obama Yönetiminin Avrupa ile ilgili konulardaki üst düzey diplomatı Philip Gordon tarafından, “Türkiye’nin Batı ile olan ortaklık yükümlülüklerine bağlı olduğunu göstermesi gerektiğini” bildirilerek, Türkiye uyarılmıştır. Dış İlişkiler Konseyinde (CFR) bir akademisyen “ kurallara riayet eden iyi demokratlar olarak Türkleri kulvarlarında nasıl tutabiliriz? Sorusunu sormuştur. New York Times gazetesinde yer alan manşetinde Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva “ABD’nin etki alanı dışında bir yerde uranyum zenginleştirme konusuna çözüm getirmeyi sağlama çabasını Türkiye ile birlikte gösterdikleri” şeklindeki açıklaması, “Brezilya Liderinin başarı hanesine bir kayıt” olmuştur. Kısaca, Amerika olarak, ne yaptığımızı biliyor muyuz?
Unutulmaması gereken bir nokta, nelerin olup bittiğini anlamamıza ışık tutan borda feneri görevi gören İran-Türkiye-Brezilya görüşmeleri konusuna, belki de başarısızlıkla sonuçlanacağı ve sonucu İran’a karşı bir ideolojik silah olarak kullanabilme varsayımıyla, Başkan Obama yönetimince peşinen rıza gösterilmiştir. Bu görüşmelerde başarı elde edilince, rıza gösterilmesi durumu kınamaya dönüşmüştür. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin önergesi sırasında Washington o kadar zayıf kalmıştır ki, Çin hemen önergeyi imzalamıştır. Bu süreçte, Washington’un tek taraflı tutumu değil de, önergeye taraf olmama düşüncesine karşı eleştiri getirilmiştir.
Amerikan Birleşik Devletleri için Türkiye’nin itaatsizliğine tolerans gösterilmesi tedirgin edici bir hal olsa da, ABD’nin Çin’in tutumunu kabul etmesi çok daha zor bir durumdur. Avrupa başta olmak üzere, diğer devletlerin sahadan çekilerek, iş alanı olarak bıraktıkları boşlukları, Çin iş adamı ve yatırımcıları ağırlıklı olarak İran enerji sektöründe belirleyici bir rol almaya önem vererek doldurmaktadır. Washington çaresizlik içerisinde tepki vermektedir. ABD Dış İşleri Bakanlığı, eğer Çin uluslararası camiada yerini almak istiyorsa, uluslararası yükümlükleri yerine getirmesi ve “etrafından dolanmaması” gerektiği uyarsında bulunmuştur: Bu da açıkçası, ABD’nin emirlerine uyması demektir. Çin’in ise bu talimatları dikkate alacağı pek mümkün görünmemektedir.
Çin’in büyümekte olan askeri tehdidi konusunda ciddi endişeler vardır. Pentagon’un son zamanlarda hazırladığı bir raporunda, Çin askeri harcama bütçesinin, ABD askeri harcamasının bir bölümünü oluşturan, Afganistan ve Irak savaşların yürütülmesinde ayırdığı bütçenin 1/5’ine yaklaşmakta olduğu uyarısında bulunulmuştur. Çin askeri gücünde büyüme olması, Amerikan donanmasının Çin kıyı sahalarına yakın, uluslararası sulardaki kapasitesine sınırlama getirmektedir.
Çin savaş gemilerinin Karayib Denizine açılmasına imkân tanımayan ABD askeri güçlerine sınırlama getirilme önerisinin yapılması gerekmektedir. Çin’in uluslararası nezakete anlayış göstermedeki eksikliği daha ziyade, Pekin’i vurabilecek kapasite olduğu iddia edilen George Washington gelişmiş nükleer güç uçak gemisinin, Çin deniz kıyı açıklarından 5 mil mesafede yürütülen tatbikat faaliyetlerine katılma planına olan itirazlarından kaynaklanmaktadır.
Batı nezdinde, ABD’nin bu tarz tatbikatları istikrarı savunmak ve kendi güvenliğini sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Amerika’da yayınlanan New Republic liberal bir dergi, “Çinin 10 savaş gemisini hemen uluslararası sulardan Japon Okinawa adasına göndererek konuşlandırdığını” bildirmiş ve bu konudaki kaygısını dile getirmiştir. Bu faaliyetin aslında bir provokasyon olduğu doğrudur. Oysa söylenenlerin tam aksine, Washington Okinawa halkının protestolarını hiçe sayarak adayı büyük bir askeri güç haline dönüştürmüştür. ABD’nin dünyada norm egemenlik prensibine göre bu faaliyet provokasyon sayılmamaktadır.
Derinlerde yatan ABD Emperyal Doktrini bir yana, Çin’e komşu devletlerin, Çin’in büyümekte olan askeri ve ticari gücünden kaygı duymaları için yeterli nedenleri mevcuttur. Arap ülkeleri kamuoyunun İran nükleer silah üretme programına destek vermesine rağmen, bizim kesinlikle destek vermememiz gerekiyor. Dış politika literatüründe bir tehdittin nasıl kuşatılacağı konusunda çok sayıda yöntem mevcuttur. Bu yöntemler arasından açık bir örnek, genellikle, çok az tartışılmaya açılmaktadır: Bir bölgede nükleer silahlar serbest alanını oluşturmak. Geçen Mayıs ayında, Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde yapılan konferans sırasında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) sırasında bu konu tekrar gündeme gelmiştir. NPT konusunu yeniden gözden geçirme konferansında olduğu gibi, ABD’nin de dâhil olduğu Batı ülkeleri tarafından da kabul edilmiş; Bağlantısızlar Hareketine üye 118 ülkenin Başkanı sıfatıyla Mısır, 1995 yılında Orta Doğu Nükleer Silahlar Serbest Bölgesini Oluşturma konusunda görüşmelerde bulunma çağrısını yapmıştır.
Uluslararası destek o kadar ağır basmaktadır ki Obama Yönetimi usulen kabul etmek zorunda kalmıştır. Washington konferansın yapılacağını bildirmiştir, ama şimdi değil. Ayrıca, ABD İsrail’in muaf tutulması gerektiği konusuna açıklama getirmiştir: İsrail nükleer programının Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu denetimine açık olmasına yönelik herhangi bir öneri veya “İsrail nükleer tesis ve faaliyetleri” konusunda herhangi bir bildirim yapılmayacaktır.
Gezegenin Özelleştirilmesi
ABD’nin Büyük Coğrafya Doktrini hala geçerli olmasına rağmen, bu doktrinin uygulama kapasitesi kalmamıştır. ABD gücünün zirvede olduğu dönem, teorik olarak dünya mal varlığının yarısına sahip olduğu, II. Dünya Savaşından sonraki dönemdir. Diğer sanayi ülkesi ekonomilerinde savaşın neden olduğu yıkımlardan iyileşme olduğu ve ABD’nin kolonilerinden çekilmesi sancılı geçtiği dönemde bu doktrinin uygulama kapasitesinde çöküş meydana gelmiştir. 1970’li yılların ilk başlarında, ABD’nin dünya zenginliğinden aldığı pay yaklaşık olarak % 25’e düşmüştür. Sanayi evresini tamamlamış olan dünya üç kutuplu hale gelmiştir: Kuzey Amerika, Avrupa ve [daha sonra Japonya merkezli)]Doğu Asya.
1970’li yıllarda, ABD ekonomisinde, finansallaşma yönünde ve üretim mallarındaki ihracat kalemlerinde bariz değişiklikler meydana gelmiştir. Çeşitli faktörler, ağırlıklı olarak şirket CEO’ları ve hedge fon yöneticileri olmak üzere, toplumun % 1’lik kaymak tabakasının elinde radikal bir şekilde servet yoğunlaşma kısır döngüsünün yaratılmasına neden olmuştur. Bu kısır döngü, siyasal gücü belli ellerde ve bundan dolayı da, devletin ekonomik değer yaratma politikalarının – maliye politikaları, şirketlerin yönetim mevzuatı, devlet kontrollerinin kaldırılması ve benzeri diğer konular – belirli gurupların elinde toplanmasına neden olmuştur. Bu arada, giderek finansal kalemlerinde artış olmak üzere, genel seçim kampanyalarının maliyetinde de roket hızıyla artış meydana gelmiş olduğundan dolayı, siyasi partiler de sermaye birikim sahibi tabakanın kapısını çalmaya sürüklenmiştir. Dönüşümlü olarak, önce Cumhuriyetçiler ve hemen ardında da Demokratlar.
Halkla İlişkiler Endüstrisi eliyle yürütülen seçim çalışmaları birer maskaralık olmuştur. Başkan Obama, 2008 yılındaki seçim zaferinden sonra, yılın en iyi pazarlama kampanyasını yürütmüş olmasından dolayı Halkla İlişkiler Endüstrisinden bir ödül almıştır. Kampanyayı yürütenler sevinçten çılgına dönmüşlerdir. Kampanya yöneticileri, iş âlemi medyasına, Reagan döneminden beri, herhangi bir eşya pazarlaması yaptıkları gibi çalışmalarda bulunduklarını, ancak, 2008 yılında elde ettikleri başarı onlar için zirve olduğunu ve bu zirvenin Şirket Yönetim Kurullarında tutum değişikliğine neden olacağına dair açıklamada bulunmuşlardır. Kampanyaları genellikle şirket fonlarıyla yürütülecek olan 2012 seçimleri maliyetinin iki milyar dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Başkan Obama’nın iş dünyasındaki liderleri devlet idaresinde üst makamlara atamasında şaşılacak bir şey yoktur. Kamuoyu kızgın ve hayal kırıklığına uğramıştır. Mervan Moşer’in prensipleri geçerli olduğu sürece, kamuoyunun içinde bulunduğu bu ruh hali önem arz etmemektedir.
İktidar ve sermaye sahipleri yakın işbirliği halindeyken, 1980’lerden başlayarak, dağılmaya başlanmış olup, düzenleyici bir cihaz haline dönüşen sürekli finansal krizlerle toplumun büyük çoğunluğunun reel gelirinde durgunluk ve ekonomik varlıklarında enflasyon yaşanmakta, bireyler bu durum karşısında daha fazla mesai ayırma karşılığı borçlanmaktadır.
“Batmasına izin verilmeyecek kadar büyük olan şirket” adıyla düzenlenen devlet sigorta poliçesinden faydalanan çok zenginler için bu durum sorun teşkil etmemektedir. Bankacılık ve yatırım şirketleri sonunda büyük ödül sağlayacak olan risk arz eden işlemlerde bulunabilirler. Ve kaçınılmaz olarak sistemde çöküş yaşandığında, Friedherich Hayek ve Milton Friedman kitaplarını alarak, vergi mükellefini kurtaran Dadı Devlet’e başvurabilirler.
Reagan’lı yıllardan beri, Dadı Devletin kurtarma faaliyetleri, toplumun bireyleri için, yaşanan her yeni bir kriz, bir önceki krizin boyutlarını aşan bir bunalıma dönüşen ve sürekli işleyen bir mekanizma halini almıştır. Nüfusun büyük çoğunluğu için reel işsizlik bir depresyon durumu iken, yaşanmakta olan krizin önemli mimar figürlerinden birisi olan Goldman Sachs şirketi için, şimdiye kadar hiç yaşamadığı oranda zenginlik aracı olmuştur. Bu şirket, CEO’su Lyold Blankfeilt’in maaşında üç kat artış meydana gelmesi ve 12,6 milyon dolar kâr payı almış olmasıyla birlikte, 17,5 milyar dolar gelir elde ettiğini beyan etmiştir.
Kamuoyu dikkatinin bu tarz durumlar üzerine çekilmesi o kadar da gerekli değildir. Çünkü propaganda süreci diğerlerine suçlama getirme üzerine inşa edilmektedir. Geçen birkaç ay zarfında gündeme taşınan konular; kamu sektöründeki çalışanların durumu, dolgun ücretleri, yüksek emeklilik aylıkları ve benzeri durumlar : limuzin bir arabayla sosyal yardım çeklerini almaya giden, Reagan’cı tarzda ve bu çerçevede anılması gerekli olmayan bir tarzda tanımlaması yapılan siyahî bir anne, her türlü diğer fanteziler. Hepimizin kemerlerimizi sıkmamız gerekmektedir: Akla gelebilecek, her türlü diğer mevzular…
Piyasa prensipleri vecibeleri ve bir kenara konulmuş olan dış koşulların gereği gerçekleşen, varlıklı kesimin geleceği için iyi bir yöntem olan, ancak, toplumun çoğunluk nüfusu için ve aynı zamanda, ülkenin uzun vadedeki ekonomik sağlığı için felaket anlamına gelen eğitim sisteminde özelleştirme yapılarak, anaokulundan üniversiteye kadar olan eğitim sürecinde yıkım yaratmak üzere gösterilen kasıtlı çabaların bir parçası olarak eğitimciler kesimi özellikle iyi seçilmiş bir hedeftir.
İnce hesaplar sonucu hedef seçilen diğer bir kesim göçmenlerdir. Birleşik Devletler tarihi boyunca, ülkemizi elimizden alacaklar şiarıyla gündeme taşınan ve şimdilerde ise iyice alevlendirilen, ekonomik krizler döneminde çok daha fazla işlenen konu göçmenlerin durumu olmuştur: Beyaz nüfus yakında azınlıkta kalacaktır söylemi sürekli gündemde tutulmaktadır. Rencide edilmiş bireylerin öfkesi anlaşılabilir bir durumdur, ancak, siyaset sahnesinde tanık olduğumuz acımasızlık insanı şoke edicidir.
Hedef seçilen göçmenler kimlerdir? Benin yaşadığım bölge, Doğu Massachusetts’e yaşayan göçmenler, Reagan döneminde sık sık göreve çağrılan katiller tarafından Guatemala dağlık kesiminde yaşayan Maya kökenlilere yapılan soykırımdan kaçanlardır. Diğer bir göçmen kesimi ise, katılımcı ülke vatandaşı çalışan nüfusa zararı dokunan resmi anlaşmalardan birisi olup, Clinton Yönetimi döneminde imzalanan Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) kurbanı Meksikalılardır. 1994 yılında NAFTA anlaşmasına karşı Kongre’de itirazlar yükselince, Clinton Yönetimi, daha önce tamamen serbest bölge olan ABD-Meksika sınırlarına asker yerleştirmeye başlamıştır. Meksika kırsal kesiminde hayatını idame eden Meksikalıların, yüksek oranda sübvansiyondan faydalanan ABD tarım ticaret erbabıyla rekabet etmesinin mümkün olmadığı anlaşılmıştı. Meksikalı işletmeler, yanlış bir şekilde, serbest ticaret anlaşması adıyla sunulan “milli muamele” (national treatment) ile gerçek kişilere değil de tüzel kişilere tanınan imtiyazdan faydalanan ABD Çok Uluslu Şirketleri karşısında rekabeti sürdüremediler. Bu uygulamaların umutsuz sığınmacı akını olaylarına ve bu olaylarla karşı karşıya kalan ülkede devlet işletme politikaları kurbanı olmuş kişilere yönelik yükselişe geçen göçmen karşıtı (sinir bozukluğu) hysteria vakalarına neden olmasında şaşılacak bir durum yoktur.
Aynı durum, ırkçılığın muhtemelen ABD’den daha fazla yükselişte olduğu Avrupa için de geçerlidir. İtalya Faşist Hükümeti eliyle uygulamaya konulan, şimdilerde özgürlüğüne kavuşmuş Doğu Avrupa’da yaşanmış olan, I Dünya Savaşı sonrası soykırım sahnelerinde görüldüğü gibi, Libya’dan İtalya’ya giden sığınmacı akını konusundaki İtalya Hükümetinin şikâyetleri insana şaşkınlık vericidir. Fransız Milliyetçi Cephe Partisi (Front National) Genel Başkanı Marine Le Pen Fransa’ya “göçmen akınını” önlemek için Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’nin hiçbir şey yapmadığı konusunda eleştiri getirirken, Başkan Sarkozy sert bir şekilde “göçmen akını” uyarısında bulunurken, eski kolonilerinde yönetimde bulunan zalim diktatörlüklerin gönümüzde de hamisi olan Fransa, yapılan vahşetleri görmezlikten gelmeyi tercih ederken, insana ürperti gelmektedir. Adam Smith’in “Avrupa’nın en vahşi adaletsizlik” uygulamaları olarak tanımladığı faaliyetlerinden dolayı ödül alabilecek Belçika’yı anmaya gerek yoktur.
Yakın geçmişte Avrupa kıtasında meydana gelen olayları hatırlamak istemesek bile, birçok Avrupa ülkesinde Neo-Faşist partilerin yükselişe geçmesi insanlığın geleceği için kaygı verici bir fenomen olsa gerek. Roma’da olup bitenlere karşı insanlık kayıtsız kalırken, Holocaust’a ve de Avrupa kıtasında en gaddarca muameleye maruz kalan halkın kurban edilen bireyleri olarak, sefalet ve zulüm döngüsü içerisine sürüklenmek üzere, Fransa’dan sürgüne gönderilen Yahudilerin tepkilerini bir an hayal edelim.
Macaristan’da yapılan genel seçimlerde neo-faşist parti Jobbik % 17 oy almıştır. Bu yükseliş trendi, belki de halkın üçte birinin, komünist hükümetle yönetildikleri dönemden daha kötü bir ekonomik durumda oldukları duygusuna kapılmalarından kaynaklanmaktadır. Avusturya’da, Özgürlük Partisi, 2008 yılında, % 10 oy almış olan aşırı sağcı Jörg Haider’i ciddi bir potansiyele sahip olduğu sağ kanattan saf dışı bırakırken, % 17 oy almıştır. Nazilerin 1928 Almanya genel seçimlerinde % 3’ten daha az bir oranda oy aldıklarını hatırlatmak ürpertici gelebilir.
İngiltere’de aşırı ırkçı sağ kanatta bulunan British National Party ve English Defence League adlı siyasal partiler, büyük güçlere sahip partilerdir. ( Hollanda’daki durumu, her şeyi ayrıntılarıyla zaten biliyorsunuz)
Almanya’da, Başbakan Angela Markel “kültüralizm tamamen başarısız kalmıştır”: “Ağır işlerde çalıştırılmak üzere Türkiye’den Almanya’ya gelen işçiler gerçek Aryan; sarışın ve mavi gözlü olma yolunda başarı elde etmemişlerdir” şeklinde açıklama yaparak, eleştirdiği Thillo Sarrazin göçmenlerin ülkeyi yıkıma sürükledikleri konusundaki matem kitabı bir best-seller olmuştur.
Aydınlanma döneminin önemli figürlerden birisi olan Benjamin Franklin’i hatırlatacak tarzda bir ironi duygusuna sahip kişiler, özgürlüğünü yeni elde eden ülkelerin, Almanya’nın, kendi vatandaşlarından göçmen alması halinde ihtiyatlı, davranmaları gerektiği uyarısında bulunmaktadır. Çünkü bu ülkelerin vatandaşları çok esmerdir. İsveç için de aynı şekilde dikkatli davranmaları gerekmektedir. Yirminci yüz yılda, Amerikan Başkanların ve diğer lider figürlerinin de dâhil olduğu toplum kesiminde, Anglo-Sakson saflığı mitosu gülünç derecede Birleşik Devletlerde de revaçtaydı. Edebi kültürde ırkçılık konusu toplumda statü edinme lakırdısıdır: Hayatın pratiğinde bu çok daha bariz olarak kendisini göstermektedir. Zaten, söylemeye de gerek yoktur. Ekonomik felaketler dönemlerinde genellikle öldürücü vakalara neden olan çocuk felci olgusunu yok etmek, sonucu olduğu vebayı yok etmekten çok daha kolaydır.
Piyasa mekanizması işlerliği olmayan diğer dışsal koşullara; türlerin kaderine değinmeden son vermek istemiyorum. Finansal sistemdeki sistematik risklere vergi mükelleflerinin sırtından çare bulunabilir. Ancak, içinde bulunulan atmosferde bozulma meydana geldiği zaman hiç kimse imdat çağrılarını duymayacaktır. Sistemin felaketle sonuçlanması kurumsal bir zorunluluktur. Tolumu ikna etmek amacıyla, insan kaynaklı küresel ısınma konusunun, tehditin ne kadar ciddi olduğunu daha iyi anlatmak için uydurulmuş liberal bir hile olduğu propaganda kampanyasında bulunan iş dünyası liderleri kısa vadeli kazançlarında ve pazarda pay almada zirve yapmış olmalılar. Onlar yapmadılarsa başkaları yapmıştır.
Bu kısır döngü ölümcül bir hal almaya dönüşebilir. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu tehlikenin ne kadar büyük olduğunu görebilmek için, iş dünyası fonları ve bu dünyanın yürüttükleri propaganda sonucu iktidara gelmiş olan ABD Kongresi üyelerine bir göz atmak yeterli olacaktır. Kongre üyelerinin neredeyse hepsi insanlığın karşısında duran küresel ısınma koşullarını yok sayanlardır. Kongre üyeleri çevre felaketlerinin önüne geçmek amacıyla, önlem almak üzere tahsis edilen fonlarda kısıtlama yapmaya başlamışlardır. İşin en kötü yanı; bazı üyeler gerçekten inanıyorlar (?). “Küresel ısınma insanlığın önünde duran bir sorun olamaz. Çünkü Tanrı’nın başka bir tufanın meydana gelemeyeceğine dair Nuh Peygambere sözü vardır” şeklinde açıklama yapan Çevre Sorunları Alt-komitesi yeni Başkanı bu üyelerden birisidir
Küresel ısınma benzeri olaylar, dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinde değil de, bazı küçük ülke ve uzak diyarlarda bile meydana gelirse, biz bu duruma ancak gülüp geçeriz. Gülüp geçmeden önce, İktisat Bilimi esaslarından hiç birine dayanmayan, patlak verdiğinde ülke ekonomisi üzerinde tahribat yaratan 8 trilyon dolar tutarında konut balonu sorununu dikkate almada Merkez Bankası ve Ekonomi Bilimi düsturları önünde engel olarak duran, genel hatlarıyla, 15 yıl önce Nobel ödülü alan Joseph Stiglitz’in piyasanın egemen olduğu “inanç sistemi” diye tanımlama getirdiği, içinde bulunduğumuz ekonomik krizlerin, becerikli bir şekilde kotarılmış piyasa hipotezleri gibi dogmalardaki fanatik inançlar/düşünceler düzeyinde küçük önlemlerle izlenemeyeceğini aklımızdan çıkarmamamız lazımdır.
Mervan Moşher doktrininin geçerli olduğu bir dönemde, toplumun genel nüfusu pasif ve kayıtsız kaldığı, bireylerin tüketim kültürü içine sürüklendiği, hayatta kalma becerisini gösterenlerin ise insanlara dayatılmış sorunlar karşında, yaşananları seyretme durumunda bırakıldıkları ve istediği gibi davranan erk sahibi kesime değil de, savunmasız kişilere karşı nefret duygusuna sahip olduğu sürece, bütün bu olgular ve başka diğer olaylar yaşanabilir.
Noam Chomsky
TomDispatch.com’da 21 Nisan 2011 tarihinde, İngilizce yayınlanmıştır.
Kaynak : ozguruniversite.org 4 Mayıs 2011
Çeviri: Nizamettin Karabenk