Halkın ekonomik ‘istikrar’ ve ‘büyüme’ tercihinin ağır bastığı genel seçimler ertesinde, zaten zaaflarla dolu ‘demokratik kültürümüzle’ baş başa kaldık!
12 Eylül’ün siyasi örgütlenme ve sendikal hak gasplarını ‘biber gazıyla’ muhafaza eden Türkiye, ‘halkın iktidarını’ bu seçimlerle bir kez daha sınarken, Uluslararası Çalışma Örgütü’den (ILO) çalışma hayatımıza ilişkin haberler gelmişti.
ILO’nun 100. Konferansında Türkiye ‘en kötü’ ülkeler arasında Afrika ülkeleriyle beraber yer almıştı. Türkiye imzaladığı sendikal hakları düzenleyen 87 ve 98 numaralı sözleşmelere uymamakta direniyor, 12 Eylül’ün sendikal yasalarından vazgeçemiyordu.
Oysa iktidar partisinin seçim beyannamesinde, ülkemizin sosyal ve sendikal haklarda Avrupa standartlarını yakalamış olduğu belirtiliyordu.
Ve ‘sosyal hak’ yerine ‘sosyal destek’ sözcükleri tercih edilerek vatandaş ve devlet bağı hak ve hukuk ilişkisinden kopartılmıştı.
Dolar milyonerlerini geometrik katlayan Türkiye, dışarıya karşı hala 2001 kriz dönemini bahane ederek kendini savunuyordu.
Gerçekte ise kriz gerekçesi ile çalışma ve sosyal haklar, tarihsel kazanımlarından tamamen temizleninceye kadar sürecekti.
‘Emek’ kavramının kullanılmadığı seçim beyannamesinde, ücret adaletsizliği, grev hakkının engellenmesi ve uzun çalışma saatlerinden ise söz edilmiyordu.
Çünkü Sendikalar Yasası tam 8 yıldır Meclis’ten geçirilmezken taşeronlaştırma ve güvencesizleştirme yasalarıyla dolu Torba Yasa, tık diye yürürlüğe girmişti.
İktidar, ne ILO’nun emek haklarını koruyan sözleşmelerini ne de AB müktesebatını Türkiye piyasalarına uyumlu buluyordu.
Herkesin müteşebbis olup zenginleşeceğini umduğu ülkede, ‘peki emekçi kim olacak?’ sorusu da havada kalıyordu.
Böylece ILO sözleşmelerine uymayan Kongo, Burma, Fiji, Zimbabwe, Swaziland, Kamboçya’yla sendikal hak ihlalleri, sendikalı işçiyi işten atma ve sendikacılara yönelik despot tavırlarda aynı listede buluşuveriyorduk.
Türkiye, ‘sendikalaşma’, ‘toplantı, gösteri ve yürüyüş’ haklarını kısıtlamasına ilaveten, ‘tutukladığı ve yargıladığı sendikacılar için de ILO tarafından incelemeye alınmıştı. Ama bu konuyla ilgili Türkiye’nin cevabı çok netti’, şöyle diyordu; ‘onlar sendikacı değil terörist!’
Bütün sendikal faaliyetlerin ‘işten atılma’ ile cezalandırıldığı Türkiye’de fabrikalara çağırılan polis ve jandarmanın gözaltına aldığı işçiler konuya dahil değildi.
Anayasanın 25. ve 34. maddeleriyle bağlı olduğumuz uluslararası antlaşmalar, sendikal örgütlenmenin emekçilerin ‘temel hakları’ olduğunu yazsa da fiiliyatta geçersizdi.
Avrupa çapında sendikal nedenle işten atmaların yüzde 66’sı Türkiye’de gerçekleşiyordu geri kalan da Sırbistan’da herhalde.
Casper, Mas-Daf, Bericap, Campana Deri işçilerinin sendikalı oldukları için işten atılmaları İLO’ya iletildi.
Bu arada Tekel işçi direnişine destek verdikleri için bir yıl sonra aralarında sendikacıların da bulunduğu 111 kişiye 5 yıl hapis isteğiyle açılan davanın ilk duruşması 3 Haziran’da yapıldı.
Başta 4-C olmak üzere güvencesiz, kuralsız, esnek iş yaşamını gündeme getiren, Tekel işçilerine destek veren KESK, DİSK, Türk-İŞ, TMMOB Başkanları ‘Toplantı Gösteri ve Yürüyüş Kanunu’na’ muhalefetten hakim karşısındaydı.
Ama 12 Eylül’ün iş yasalarını 31 yıldır tepe tepe kullanan Türkiye, ILO’nun en kötü ülkeler listesinde yer alsa da, yakında ’emekçi’ kavramını unutacağımız için bu sıkıntılı durum da biter nasılsa!
Kaynak : Akşam – 18 Haziran 2011