Yakın bir süre önce gösterimleri başlayan Fındıktan Sonra belgeseli üzerine Çiftçi-Sen Dayanışma Grubu ve Fındık Üreticileri Sendikası (Fındık-Sen) gönüllüsü Özlem Işıl yazdı.
Yönetmenliğini Ercan Kesal’ın yaptığı Fındıktan Sonra belgeseli, Düzce’nin Çiçekpınar (Şipir) köyünde fındık üretimi ile birlikte dönüşen toplumsal hayatı, değişen dinamikleri konu ediniyor. Belgesel başlar başlamaz perdeye yansıyan görüntüler ile aramda bir özdeşlik kuruyorum. Fındık üreticisi bir dedenin torunu olarak, kendi kişisel hikayem belgesel boyunca beni yalnız bırakmıyor. Benim tatlı çocukluğum şimdinin özlem dolu cümleleri fragmanlar halinde karşıma çıkıyor. Deneyimimin sinemada görsel olarak anlatılanla özdeşleşmesi yanında, bu belgeselde Kesal özelde fındık üreticilerine ancak büyük resimde tarımsal faaliyetin kaybedenlerine “anlatılan senin hikayendir” diye sesleniyor.
Fındık üretiminin ekonomik bir girdi olarak kendine yeter üreticiler olma halinden bir ek gelire, “en azından aile yadigarıdır toprakta kalmasın” ürününe dönüşümünü, bu dönüşümün hikayesinde kaybedilen dayanışma, ahvaline ortak olma, duygularımızın bireysel hikayelere devşirilmesi, tarımsal üretimin birçok kesiminde Türkiye izleğinde benzer bir tablo olarak karşımıza çıkmaktadır. Neoliberal politikaların izdüşümü olarak tarımda kamu destekli politikanın geri çekildiği, piyasanın şirket egemenliğine devredildiği, üreticilerin şirketler ve diğer piyasa aktörleri karşısında korumasız kalarak yalnızlaştırıldığı ekonomi hikayesinin bir köyün toplumsal ilişkilerine, oradan hane içi pratiklere, çözülen bir kırsal kalıyor elimize belgeselde. Ortak söylem ise belli: geçinemiyoruz! Belgeselde, kameranın karşısına geçen herkes “eskisi gibi değil” demekte. Eskisi gibi olmayanlar ise çok: bir hane dolusu insanın geçimini sağlayabilen bir tarım ürününün şimdilerde iki karnı doyuramaması, kendine yeterli bir yaşam pratiği, şehre zeytinyağı, gaz ve şeker almak için gitmek ve daha da önemlisi yarını mümkün kılmak için birlikte üretmek. Bu dönüşümün bireysel tercihler dolayısıyla gerçekleşmediği aşikar. Bu dönüşüme yönelik itirazı belki güçlü bir şekilde duymadık, ama rıza yoluyla da gerçekleşmedi, biliyoruz.
Belgeselde izlediğimiz geçmişe duyulan özlem, geçmişin romantize edilerek anlatılması, Karadeniz bölgesi boyunca hemen hemen tüm köylerde dinleyebileceğiniz bir anlatı. Meç etmek (imece), kolektif olarak bir ocaklık( evin temeli) inşa etmek, kadın-erkek karşılıklı türkü atmak, türküler yoluyla sevdaluk etmek, horona durmak… Bugünden baktığımızda masalsı bir anlatı gibi dinlediğimiz bu geçmiş toplum olabilmemizin, bir arada yaşayabilmemizin ritüelleriymiş sanki. Ne vakit ürettiği yetmemeye başladı, dışa bağımlılığı şekeri ve yağı aştı, sırayla; önce hanedeki erkekler şehirlerin ucuz emek gücü haline geldi, ahırlar yavaş yavaş boşaldı, çiftçi olmakla eğitim alabilmek iki ayrı şey olarak yaşandı, köy hanelerinin ışıkları da tek tek kapandı. Fındık üreticileri (ve genel olarak çiftçiler) kentlerin bireyselleşen hikayelerinin özneleri oldular, tıpkı benim ailem gibi.
Göç ettikten sonra bir süre, her sene köyde toplanıp birlikte fındık toplamaya, birbirinden ayrı şehirlerde yaşanan hayatların hasretlerini gidermeye çabaladılar. Sonraları ise kimse iznini Ağustos ayında fındık toplama zamanına almadı, Antalya’ya tatile gitti, fındık bahçelerimizde ise mevsimlik işçilerin 15 günlük patronları olduk. Sahi, biz ne vakit bu kadar inandık, veren elin alan elden üstün olduğuna? Alan el değil miydi üreten? Biz ürettiğimiz ürünün sürünen değerini şirketlerden alıyorduk, bahçemizdeki mevsimlik işçiye ancak sürünerek geçinebileceği kadar yevmiye verebiliyorduk ve veren ele şükretmemiz salık veriliyordu. Hikayenin böyle giderse sonu belli, karararak kapanacak perde. Belki değiştirme gücü elimizdedir, örgütlenmek belki hikayenin sonunu değiştirir, aydınlatır, kim bilir. Elmayı ısırmadan tadını bilemeyiz değil mi?