Stratford Canning adını duydunuz mu?
Ulu önderimiz, atamızın doğumundan bir yıl önce öldüğünde, mezar taşına “İngiltere’nin doğudaki sesi” diye yazdılar.
Bakmayın öyle yazdığına. İngilizler, kamuya açık yazılarda kibarlığı elden bırakmazlar. Oysa 1800’lerde, kendi aralarında yazışırken Canning’den “Osmanlı’nın asıl padişahı” diye bahsederlerdi. İngiliz elçisi olarak uzun yıllar Osmanlı’yı yönetmiştir.
İngilizlerin ‘esas sultan’ dedikleri Canning’e Kemal Tahir, “Sefil, alık ve pezevenk İngiliz” dermiş. Eh anlaşılmayacak bir şey yok. Onlar sultan deyince bizim pezevenk dememiz eşyanın tabiatına hürmetten bile sayılabilir. Kemal Tahir’in uygun gördüğü diğer sıfatları bilmem ama ‘alık’ nitelemesine katılmak mümkün değil.
Niye derseniz, bu Canning, Bodrum Maussoleum’unu British Museum’a götüren kişi. Karısına yazdığı bir mektupta, “Bu dünya sanatının önde gelen eserlerini padişahın bana hediye etmesine şaşırmıyorum. Şaşırdığım şey, bu frizleri taşıyan işçilerin benden para istememeleriydi” diyerek şaşkın şaşkın anlatır. İşçilerin para istememesinin sebebi, nakliye masraflarının saray tarafından karşılanmasıydı. Tarihi mirasımızı ‘daş parçası’ diyerek peşkeş çektikleri yetmezmiş gibi, nakliyesini de üstlenmek gibi bir gayretkeşlik ortada dururken ‘alık’ sıfatına kimin uygun düştüğünü sizlere bırakıyorum.
171 yıl önce ne olmuştu?
3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından Tanzimat Fermanı ya da o zamanki söylenişiyle ‘Gülhane Hattı Hümayunu’, Gülhane Parkı’nda yabancı devletlerin elçileri ve büyük bir halk topluluğunun huzurunda okunmuştur. Ferman, bireyle devlet arasındaki ilişkilere hukuki yönden yenilikler getiren, şeriata dayanan eski yasaları tamamen değiştirmeyi öngören, Tanzimat-ı Hayriye adı verilen ıslahat hareketini siyasal ve hukuki yönden teminat altına alan bir belge niteliğindeydi. İşte bu belgeyi Canning denen adamın yazdırdığı söylenir. Belgenin askerlikle ilgili bölümünde, bugünün Türkçesiyle şöyle yazılıdır: “Askerlikle ilgili konular Bab-ı Seraskeri Dar-ı Şurası’nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra sonsuza dek uygulanmaları için tasdik edilmek üzere tarafıma gönderilecektir. Söz konusu yasalar sırf din, devlet, ülke ve ulusu kalkındırmak amacı ile çıkarılacaklarından bunlara tam uyacağımıza yemin ederiz. Bu konuda, Hırka-i Şerife odasında, tüm din adamları ile bakanların hazır bulunacakları bir sırada yemin edilecektir.” O zamanlar henüz yeterince laik olmadığımızdan, bu Hırka-i Şerife odasındaki yemine fazlaca takılmayın derim.
İlle de bir melanet arayan okur, fermanın şu kısmına yoğunlaşabilir.
“…Evvelce gelir sanılmış olan ‘yed-i vahit’ belasından ülkemiz hamdolsun, kurtulmuşsa da yıkıcı bir yöntem olup hiçbir zaman yararlı sonuç doğurmamış olan iltizam usulü hâlâ sürüyor…”
Buradaki ‘yed-i vahit’ günümüz Türkçesiyle tekel demektir.
‘Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl’
İngiltere’de sanayi devrimi (1760-1840) süreci sonrasında yeni sosyo-ekonomik dünya düzeni Batı’da hızla gelişmeye başlamıştır. Batı, yeni pazar arayışları sonucunda Osmanlı topraklarındaki çatışmaları kışkırtmıştır. 16. yüzyıldan beri kapitülasyonlar yoluyla ticari ayrıcalıklar elde eden Batılıların bu ayrıcalıkları 1802 yılında kısıtlanmış ve 1826’dan sonra da temel sanayi hammaddelerine (tahıl, yün, haşhaş, zeytinyağı, ipek, meyankökü vb) yed-i vahit maddesi uygulamaları getirilince bunlar Batı’ya vergiyle ve pahalı ulaşmaya başlamıştır. İngiliz mallarına karşı 1830 yılında kara Avrupası gümrük duvarlarını yükseltip kısıtlama getirince, İngilizler Ortadoğu ve Uzakdoğu pazarlarına, ucuz hammadde kaynaklarına yöneldiler. Osmanlı devletinden de kendi sanayi mallarının hammaddelerini temin edebilmek için yed-i vahit uygulamasını kaldırmasını istediler. Başta Osmanlılar buna karşı çıktı. Fakat Batı tarafından Mısır’da ayaklandırılan Kavalalı M. Ali Paşa, Osmanlıları ta burunlarının dibine kadar gelerek zor duruma düşürünce, çare olarak Reşit Paşa aklı devreye girdi. Sonuç: 16 Ağustos 1838 günü İngiliz sefiri Ponsonby ile Reşit Paşa’nın Baltalimanı’ndaki konağında Baltalimanı Ticaret Anlaşması imzalandı. İşte fermanda ‘bela’ olarak bahsedilen yed-i vahit meselesi budur ve melanet bundan sonra olanlardadır:
1- Yed-i vahit yani tekel maddeleri uygulaması kaldırılır, bu maddelerin ülke dışına çıkışı serbest olur.
2 -İhracata yüzde 12, ithalata yüzde 5 vergi konur.
3 -Yabancı tüccar konan gümrük vergisinden muaf tutulurken yerli tüccarlar yüzde 8 vergi ödemeye devam eder.
Sahi bir Tanzimat Müzesi vardı, ne oldu ona?
Halkımız oldum olası uzun ve karışık metinleri sevmez. Olan biteni kısaca şöyle özetlediler: “Artık gavura gavur denmeyecek!”
Tanzimat dönemi bizim Batılılaşma maceramızın da ‘açılım’ heyecanımızın da başlangıcıdır aslında.
1952 yılında Ihlamur Kasrı’nda açılan bir de Tanzimat Müzesi vardı. 1983 yılında fermanın okunduğu yere, yani Gülhane Parkı’na taşındı. Şimdi yok! Görevliler dahil hiç kimse yerini bilmiyor. İçindeki eşyaların belediye depolarına taşındığı rivayet ediliyor.
Bizim ahali müzeye yalnızca yurtdışında gittiği için pek farkına varan olmamış.
Zaten fermanın da müzelik olma vasfı kalmadı. Yed-i vahit yani tekel uygulaması geri geldi ama bir farkla, artık yabancılar her sahada tekel oldular. Özelleştirme adı altında tüm kaynaklarımızı peşkeş çektik. Gavura gavur demek gerçi halen yasak ama öldürmek serbest. Katillerin kimisine çocuk kimisine muhbir kimisine de meczup muamelesi yaparak şanlı bayrağımızın önünde görevlilerle hatıra fotoğrafı çektirtiyoruz.
Oldu olacak Tanzimat Müzesi tekrardan ihya edilecekse tekel imtiyazı verdiğimiz bir yabancı mağazalar zinciri sponsor olsun, son tüyü de kendi ellerimizle dikmiş olalım.