Venezüela Devlet Başkanı Hugo Chavez, bir önceki krizde yaşananı doğru teşhis etmişti: Katliam. “Gıda fiyatları dünya yoksullarının katledilmesidir. Dünyada olup biten gerçek bir katlıamdır. Sorun gıda üretiminde değil, sorun dünyanın ekonomik, sosyal ve siyasal modelinde. Kapitalist modelin krizi bu…” Evet, gıda krizi kapitalist modelin en derin krizlerinden biri. Tıpkı, iklim, enerji veya su krizi gibi. Kar ve tüketim çılgınlığının, kaynak yönetimsizliğinin ve sorumsuzluğun krizi…
Her zaman her krizde olduğu gibi önce en yoksullar vuruluyor. Bu kriz öncelikli olarak, gelirlerinin büyük kısmını gıda ve suya harcayan yoksulları etkiliyor. Gıda krizi son yıllarda salgın hastalıklar ve açlıkla mücadele ile ilgili tüm çabaları geriletiyor. Küresel ekonomik kriz, Dünya Bilgi Toplumu Zirveleri ile geliştirilen ve “Binyıl Kalkınma Hedefleri” olarak anılan küresel stratejinin uygulanmasını da zora soktu. Büyüme ve yardım stratejinin ana eksenleriydi. Büyüme küresel ölçekte yavaşlama eğilimine girdi ve yardımların askıya alınacağına kesin gözüyle bakılıyor. İşsizlikte genel artış, Asya’da aile desteğinin azalması, Latin Amerika’da sosyal güvenlik sisteminde zayıflama ve Afrika’da iş güvenliği kaybı ise, krizin bu eksenler üzerindeki etkisini gösteriyor. Önceki ekonomik krizler eşitsizliği artırdı ve büyüme tekrar canlansa da eşitsizlik derinleşti. Dolayısıyla gıda krizinin etkilerini absorbe edecek bir ekonomik istikrar hali hazırda hayalden ibaret.
Ama gıda krizi sadece yoksulları tehdit etmiyor. Gelişmiş ülkelerdeki orta sınıfların değişen beslenme alışkanlıkları, bu ülkelerin gıda talebini patlatarak krizin nedenlerinden birini oluştururken, aynı zamanda küresel enerji ve iklim krizlerinin de nedenlerinden bazılarını üretiyor. Yine gıda krizi nedeniyle istikrarsızlaşan bölgeler, bu ülkelerin dış ticaret paylarını etkileyerek onları ekonomik krizlere daha duyarlı hale getiriyor. İşsizlik kronikleşiyor, büyüme eksiye dönüyor, kamu harcamaları yükseliyor, GSYİH azalıyor. Ekilebilir arazilerdeki daralma, endüstriyel tarımın yükselişi, tarımsal yakıt talebindeki patlama ile birlikte yükselecek gıda fiyatları kısa süre içinde gelişmiş ülkelerdeki nüfusu da etkilemeye başlayacak. Bu kaçınılmaz bir sonuç.
Gıda üretimi, enerji ve çevre ekonomisine, yani petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki yükselmeye, su kalitesi ve miktarındaki azalmaya, artan sıcak dalgaları gibi iklim koşullarına doğrudan bağlı. Daha doğrusu bunların tümü birbirine bağlı ve bu durum ekonomik durgunluğu, işsizliği, açlığı, iç savaşları ve otoriter rejimlerin yükselişini tetikliyor. Petrol savaşlarından sonra şimdi de sıra gıda ve su savaşlarına geldi! “Küresel gıda güvenliği” kavramı da tam bu haritada konumlanıyor. Gelişmiş ülkeler ve çokuluslular bu kaosu küresel bir polis devletiyle yönetmeyi planlıyor. Mikro savaşlar, faşizan yönetimler, baskı ve şiddet zaten bu yönetsel aklın bir parçası…
Küresel risk haritası giderek karmaşıklaşıyor. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Risk Ağı çalışmasına göre, dört alan tehlike sinyalleri veriyor: Sistemik finansal çürüme, gıda güvenliği, küresel tedarik zincirlerinde kopma ve enerji fiyat artışı riskleri… Buna yaklaşan iklim temelli çevre krizini de eklersek tablo belirginleşir. Küresel risk haritasında gıda fiyatlarındaki kararsızlık, iklim değişkenliği, kuraklık / çölleşme, su kıtlığı, biyo çeşitlilik kaybı ve petrol fiyatlarındaki ani yükselişlerle ilişkili; bu etkileşimin sonuçları ise küresel. Yani gıda krizi, sadece yoksulları ve gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren bir tehlike değil. Tüm dünyanın ortak sorunu.
Başka hiç bir krizle karşılaştırılamayacak ölçüde hayati sonuçları olan bir krizden söz ettiğimize göre, küresel bir müdahale ihtiyacı da hayati görünüyor. Burada yüz yüze kaldığımız şey, şu veya bu önlemle aşabileceğimiz bir darboğaz değil, dünya çapında temel ve süreğen bir gıda krizi…
Reel krizlere hazırlıklı olmak, ekonomik krizle aynı çözümü dayatıyor: Küresel yönetişim, teknoloji ve inovasyon… Küresel bir kaynak ve risk yönetişimi, ekonomik havza yönetimi, yeni kendine yeterlik ilkeleri, yerel tarımın yeniden desteklenmesi, su paylaşımında adalet, enerji ve metal sakıngan yerleşimler, çevre, enerji, gıda ve sağlık teknolojilerinde inovasyon ve şeffaflaşma, mevcut “işbirliği uçurumu”nun bilgi ve iletişim teknolojileri ağlarıyla kapatılması… Bu ölçekte bir soruna ancak ağ yönetişimi ile cevap verilebilir. Gayri-merkezi, dağıtık, yatay koordinasyona dayalı ve tüm tarfların etkin katılımına açık bir ağ yönetişimi…
Küresel yönetişimi devletlerden yurttaş inisiyatiflerine, sivil toplum kuruluşlarından yerel yönetimlere, emek örgütlenmelerinden sektör birliklerine tüm tarafların etkin ve etkili bir biçimde katılabileceği demokratik bir temelde konumlamak gerekiyor. Yani, mutlak güç, dinsel-kültürel-etnik çatışmalar ve bunların doğal sonucu olan küresel terör denklemi üzerinde değil, çoktaraflı ve çokyüzlü bir diyalog ve işbirliği ortamında, çağımızın yeni yönetsel paradigmasını yaratmak… Başka bir çözüm yok.
Emek örgütlenmeleri bu yönetişimin en dinamik taraflarından biri olmak zorunda. Çünkü tarım alanında son otuz yılda yaşanan inanılmaz sömürü ve sistemik çürüme, bu alanda çalışanların örgütlülüğünü de kötü etkiledi. Gerçi son dönemde endüstriyel tarıma karşı yerel tarım üreticilerinin haklarını arayan çok sayıda inisiyatif görüyoruz. Ancak bu örgütlülük henüz yeterli düzeyde değil. Dolayısıyla, tarım dışı çalışanların örgütlü kesimleri, kendilerini de birincil derecede etkileyecek bir gıda krizine karşı etkili bir rol oynamak zorunda.
Biliyorum, sözünü ettiğim “küresel yönetişim” şimdilik bir hayal gibi görünüyor. Hele de çalışanların, yoksulların, dışlananların taraf olacağı bir küresel yönetişim. Bunun nasıl kurulacağını bilmiyorum. Ama inanın başka bir yolu yok. Bunu denemek zorundayız.
Artık coğrafi sınırlar önemsizleşti. Hepimiz aynı risk ve imkânlar coğrafyasında yaşıyoruz. Sorunlarımız ortak. O halde çözümlerimizi de ortaklaşa inşa etmek zorundayız.
Yoksa bu krizin bedeli sadece refahımız ve işimiz değil, aşımız ve hayatımız olacak!
Kaynak : Emek Dünyası – 30 Ocak 2011