Covis-19 salgını ile birlikte gıda hakkı ve gıda egemenliği konusu yeniden gündemimize girdi. Yeterli gıdaya ulaşmak ve açlıktan muaf olmak tüm insanların en temel hakkıdır. Bu hak en yüksek derecede fiziksel, duygusal ve zihinsel gelişime ulaşma imkanını garantileyen gıdanın üretilmesi ve yeterli besine ulaşılması hakkını da kapsarken, gıda egemenliği halkların sağlıklı gıdaya ulaşma hakkını da kapsar. Bu anlamda devletlerin de köylülerin ve kırsalda çalışan diğer insanların kendileri ve aileleri için yeterli kazanç ve geçim haklarına erişimi için olanakları sağlama yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu çerçevede gıda hakkı ve gıda egemenliği üzerine yazılanlar ve çizilenler bir kez daha önem kazanmakta ve buna ek olarak bugün salgın boyutuyla bu meseleye yeniden dikkat kesilmeyi gerektirmektedir.
Öncelikle Covid-19 salgınının dikkat çektiği en önemli nokta, doğanın vahşice tüketilmesinin önüne geçilmesinin birinci amaç olması gerekliliğidir. Zira bu haliyle gıda rejiminin sürdürülebilir bir noktada olmadığı açıkça ortadadır. Vahşi tüketim, küresel olarak yaşadığımız bu sıkıntı içerisinde gıda hakkına nasıl ulaşacağımız sorusunu ortaya çıkarmaktadır.
Türkiye özelinde baktığımızda şu anda ülkemizde tarımın yapılamıyor hale gelinmiş olması, çiftçilerin giderek yoksullaşması, kendi emeği ve ürünü üzerindeki denetimi kaybetmesi, bildiğimiz anlamda çiftçiliğin sonunu getirdiği gibi tarımımızı da ithalata bağımlı hale getirmiştir. Bir yanda kapitalist şirketler egemenliğinde yok olan üreticilik ve onun kadim bilgisi, öte yandan sözleşmeli üretim ile giderek yoksullaşan ve toprağından kopan yoksul çiftçiler… Böylesi bir ortamda zaten üretim yapmakta zorlanan çiftçiler1 olağanüstü hal koşullarında tarımsal faaliyetini hiç gerçekleştirememe, tarlasına gidememe tehdidi altında… Bu durum sadece bugünümüzü değil yarınımızı da etkilemekte, bugün çiftçinin tarlasına girememesi önemli bir gıda krizi ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini ortaya koymaktadır.
İçinde bulunduğumuz aylar birçok bölgede hasat zamanı… Örneğin buğday, arpa ve bakliyatın ekim dönemi. Cemreler düştü, Nevruz geçti. Tohumların fide için ekildiği döneme geldik. Çiftçilerin tarlaya gitmesi gereken Nisan-Mayıs aylarında fidelerini tarlaya dikememe ihtimali çok yüksek. Dikemezlerse ne olacak? Yazın hatta kışın dahi gıda sorunu yaşayacağımıza işaret eden bu durum, kıtlık tehlikesi ile bizi karşı karşıya bırakabilir!
Yetkililer tarafından yapılan açıklamalar her ne kadar tersini söylüyor olsa da, ‘gıda sıkıntımız yok’ açıklamalarının gerçekliği tüm boyutlarıyla tartışılması gereken önemli bir konu olarak karşımızda duruyor. Bu sözleri sarf edenlerin ülkemizde üretilen ürünlerde ithalat rekorları kırmasına ve geçtiğimiz yıl ‘tanzim kuyruklarına’ bizleri mahkum etmesine şerh düşerek bu noktaya özellikle dikkat çekmek isterim. Aslına bakacak olursak bu açıklamaların alt metninde ‘ithal ederiz mantığı’nın yattığı çok açık. Bir çiftçi olarak, tarlaya gidemeyecek olmanın endişesi ile bu konuda geleceğimizin pek parlak olmadığını belirterek, Mart ve Nisan ayında çayda gübre dönemi olmasına rağmen gübresini tarlalarına dökemeyen çiftçilerin, Mayıs ayı hasatında rekolte kaybı yaşayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek! Narenciyede bahçe bakımlarının yapılamadığı, arpa ve buğdayın ekilemediği, ilaçlamanın yapılamadığını da göz önünde bulundurursak belli ki bu yıl üretici için daha da zor geçecek. Bu durum ülkemizde üretilen tüm ürünler için geçerli. Tüm bu sorunlarının çözümü için gözünü bir umutla iktidara diken çiftçinin bahtına düşen ise yine her zaman olduğu gibi hiçbir şey! Önlem yok, çiftçisini koruyan ve düşünen bir iktidar yok! Çünkü her zaman olduğu gibi iktidar yine belli ki en kolayı seçecek, kendi ürettiği ürünleri dahi ithal etme yoluna gidecek. Ancak yaşadığımız bu ortamda dünyanın hiçbir yerinde çiftçilerin tarlalarına girip giremeyeceği de üzerine düşünülmesi gereken bir konu. Açık bir gerçek var ki: Sermaye mantığı ile bu kriz çözülmez!
Bunun önlenmesi için yapılacak şey basittir: Üretim planlaması… Eğer iktidarın bir planlaması olsaydı ve buna yönelik tedbirler alınmış olsaydı, iyimser teoriler üretiyor olabilirdik. Fakat Hükümet açıkladığı tedbirlerde sermayedarlar dışında çiftçi dahil toplumun çoğu kesimine elle tutulur destek sunmadı. Bu pek çoğumuz için şaşırtıcı olmadı. Tarım ve Orman Bakanlığı çiftçiler ve halkın gıda hakkı için yıllardır tedbir almıyor, yine almadı.
Bu krizi çözecek sistem açıktır ki; yerel tohumlarımızı korumaktan, zaten sayıca az olan çiftçiyi sözleşmeli üreticilik ile köle yapmaktan vazgeçmekten, çiftçiye toprağını, tohumunu korumanın önemini anlatmaktan geçmektedir. Yüzlerce, binlerce yıl Anadolu’nun kadim topraklarında üretilen ürünler aynı topraklarda yine üretilmeli, ithalat politikalarından vazgeçilerek çiftçilerimiz desteklenmelidir. Sözün özü artık yerelleşmeliyiz. Lakin yerelleşmeyi kapitalist bir üretim aygıtı olmaktan korumalıyız. Örneğin Giresun Tombul Fındığı gibi kendi ürünlerimizi bir kapitalist çikolata üreticisinin insafına bırakmamalıyız.
Şirketlerin elinde devam eden tarım politikası bizi fakirleştirmekten öteye hiçbir şey vadetmemektedir. Değerli bir arkadaşımdan dinlediğim yazar ve yönetmen Simon Reeve’nin Doğu Asya’daki çay “tarımına” ilişkin çay belgeselinden yaptığı bir alıntıyı hatırlamak istiyorum. Reeve çay üreticisi için diyor ki; “Çay onları fakirleştiriyor. Çayın gerçekten karanlık bir tarihi var. Elime bir fincan çay aldığımda onları düşünmeden edemeyeceğim.” Bizler de yediğimiz her ürünü alırken çiftçilerimizi de düşünmeli ve onların üretim yapabilmelerini garanti altına alçak önlemleri talep etmeliyiz. Bu anlamda salgın günleri de bize değişimin zorunluluğunu ve gıda egemenliğinin önemini bir kez daha hatırlatıyor. Eğer biz değişmezsek, üretmek bizi fakirleştirmeye devam edecek. Şüphesiz kapitalist sistem bir kırılmanın eşiğinde olduğumuzu görüyor. Kapitalizm tüm bu eşiği elbette görecek ve dönüşecektir. Kapitalist sermaye kendini yeşile boyamaya devam edecek böylece dönüşümünü sağlayacaktır. Fakat bu dönüşüm bizi daha da fakirleştirmekten öteye gitmeyecek.
Bir yol ayrımında olduğumuz kesin. Bir tercih yapmalıyız. Ya tüketmeye ve tükenmeye devam edeceğiz ya da yeni bir deneyim sunacağız. Ya önümüze konacak olan yeşil-kapitalizme tamah edeceğiz ya da doğanın ve insanın sömürüsünü reddedip ekolojik sosyalizmi kurmak için mücadele edeceğiz…
1 Çiftçilik yapan kesim derken ağırlıkla 60 yaşın üzerinde bazılarının kent – kır arasında dönemsel olarak göç eden, yarı zamanlı çiftçi diyebileceğimiz ve görece daha genç olan bir kitleden söz ediyoruz. Bu kitlenin hali vakti yerinde olanları görece iklim şartlarının elverişsiz olduğu dönemde kentlere giderler. Küçük bir kısım kırda yaşamaya devam eder.
*Semih Gönen, Üretici, Safrabolu Safranı