Nereden, nereye? Bazen bir geçmişi, bir de bugünü düşünüyorum, kendi kendime şaşıyorum. Bağ, bostan aşkına külkedisine dönüşen kişi ben miyim? Oysa her mutfağa girişimde aynı tabağı bilmem kaçıncı kez yıkarken, aklıma hep Yunan mitolojisindeki tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilmiş kral Sisifos’un öyküsü gelirdi. Öyküde, Sisifos kayayı yuvarlayarak tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her defasında elinden kaçarak başladığı noktaya döner ve o, her şeye yeniden başlamak zorunda kalır. Artık Sisifos’u düşünmüyorum, değiştim. Lakin, kentin keşmekeşinden, kimileri için kapalı, yapay ışıklandırmalı ofis hücresinden, saatler süren trafik kabusundan, bizim deyişimizle “çılgın kalabalıktan” kaçıp, sessizlik, doğa, bitki, gübre, çamur, mutfak ve kavanoz içeren kır hayatına geçince, zaman zaman insanın kendisini adeta boyut değiştirmiş gibi hissetmesi, dolayısıyla da sorgulaması kaçınılmaz oluyor.
Işınlanmışcasına mekan ve hayat tarzı değiştirmiş kişinin, kendi kendisiyle halleşirken zihnini “Buraya nasıl geldim?” “Ne yapıyorum?” “Nereye Gidiyorum?” soruları işgal ediveriyor. Eskiden olsa, hasat edilen çilekler ziyan olmasın diye, rekor sıcaklarda, kaynayan reçel tenceresi başında, çok da yemeye düşkün olmadığı halde, kavanozlar dolusu reçel yapmaya çalışan, ya da 250 kg. elma ile sirke yapmaya kalkışan, ya da her şeyin soyunun devamı ondan sorulacakmış gibi tohum çıkarmaya savaşan birine olsa olsa çılgın derdim. Oysa şimdi kırlara kaçıp, kendine münhasır bir hayata teslim olarak, yorucu ama son derece keyifli, akla ziyan işlerle uğraşmayı normal ve olağan buluyor, ancak eski hayatımdan ve genelgeçer düzenden bu kadar farklı düşünmenin ve yaşamanın doğru olup olmadığından zaman zaman kuşku duyuyor, kendimi bir ikilem içinde buluveriyorum.
“Yalnız mıyım?” sorusu böyle ikilem durumlarında yanıtı aranması gereken ilk sorudur. Araştırıyorum, soruşturuyorum ve “hayır, yalnız değilim.” Dünyanın çeşitli yerlerinde, megakentlerdeki hareketli ve bereketli kariyerlerini bırakıp, vites küçültmeyi bilinçli olarak seçmiş, hatta çoluğunu çocuğunu da düzenin çarklarından kaçırmaya cesaret edebilmiş, bir çiftlikte sürdürülebilir yaşam arayışına girmiş pek çok insan olduğunu keşfediyorum. Kariyerini bırakmış yerli, yabancı kadın, anne, eş çiftçilerden bir çoğu internet ortamında günce tutuyor, deneyimlerini paylaşıyor. Onların da mutfakları sebze, meyve ve kavanoz dolu, onlar da daha önce yapmadıkları işleri yapıyor, deniyor, yanılıyor, öğreniyorlar. Bu gönüllü çiftçi kadınların hemen hepsinin ortak noktası çevre sorunlarına son derece duyarlı, zehirsiz ve doğal tarıma düşkün, içine dahil oldukları yeni kırsal ortama katkıda bulunmaya gönüllü ve hevesli olmaları. Hatta, misyonu dünyadaki sefalet ve haksızlığa son vermek olan “Action Aid” sayıları giderek artan bu kadın çiftçileri, , yeryüzündeki açlık sorununu çözecek güç olarak tanımlıyor. Bununla da kalmıyor, yazar Temra Costa, Farmer Jane: Women Changing the Way We Eat adlı kitabında çiftçiliği iş edinip eğitim, destek ve dönüşüm yoluyla Amerika’nın beslenme alışkanlıklarını değiştirmeye soyunan 30 kadın çiftçinin öyküsünü anlatıyor. Kısacası gönüllü kadın çiftçiler benzer duygu ve düşüncelerin yanısıra benzer ikilem ve şaşkınlıkları da yaşıyor, paylaşıyorlar. O halde hiç, ama hiç yalnız değilim.
Cevabını merak ettiğim ikinci soru “doğru zamanda, doğru yerde miyim? Doğru ve iyi işler yapıyor muyum? Kısacası “Nereye gidiyorum?” Arada sırada kaf dağından çıkıp etrafıma baktığımda, çoğunluğun bambaşka, daha çok siyasi, konulara kilitlendiğini görüyorum. Oysa benim baktığım yerden görünen en büyük sorun küresel ısınma. Bir avuç insanı, bir veya bir kaç ülkeyi değil, tüm dünyayı pençesine almış, insan nesli ile yetinmeyip dünyadaki yaşamı tehdit edecek boyutlara hızla ilerleyen bu devasa sıkıntının şimdilik sadece mevsim normallerinin üzerinde sıcaklar, uzak ülkelerdeki facia boyutunda seller ve yangınlar olarak algılanıyor olmasına şaşırıyorum. Oysa Rusya’da yangınlarla pişen buğdayın ne bize ne de onlara düşeceğini, pahalılığından dem vurulan yiyecek fiyatlarının fırlamaya hazır roket gibi istim aldığını herkes farketmiş olmalı. Hala durumun vehametini kavramamış olanlar için haydi o kadar uzağa gitmeyelim, örneğin köyümüzde dönümlerce taze fasulye sıcaktan çiçeğini döküyor ürün veremiyor, biz domateslerimizi zor kurtardık ama ticari amaçla eken komşularımız çoğunu sökmek zorunda kaldı, karpuzlar sıcaktan satılacak boyutlara gelemedi, sökülüp atıldı. Bu gerçeklerin ışığında yukarıdaki sorulara bir daha bakınca yanıtı bulmak zor değil. Biz bir avuç toprakta doğal ve sürdürülebilir, zehirsiz tarım yaparak dünyayı mı kurtarıyoruz? Evet, çünkü yalnız değiliz, bizim gibi binlerce bir avuç toprak temiz kalırsa, daha az kimyasal ve zehir sulara, yere karışır, daha az toprak ve canlı kaybedilir. Nitekim uzun vadeli bir çalışmada organik ve konvansiyonel ekim sistemleri karşılaştırılmış; organik tarımın atmosferdeki sera gazları ve karbondioksiti yararlı organik malzeme aracılığıyla toprağa hapsettiği anlaşılmış. Öyle ki Amerika’da 10.000 orta boy çiftliğin organik tarıma geçmesinin 1.174.400 otomobilin trafikten kalkmasına eşdeğer bir etki yaratabileceği hesaplanmış. Bu durumda doğru yerde, doğru zamanda, doğru işi yapmaya çalıştığımı, insanlara, dünyaya faydalı olduğumu düşünüyor, bir nebze daha rahatlıyorum.
Zihnime takılan diğer bir soru, “mümkün olduğunca her şeyi kendi kendimize yetiştirip, sonra da saklamanın bir yolunu bulmak zorunda mıyız?” Bakıyorum, içinde ne olduğunu bilmediğimiz şeyleri yemenin nelere yol açabileceği öğrenildikten; besin endüstrisinin tek derdinin para ve güç olduğu, insanların sağlığını hiç dert etmedikleri anlaşıldıktan; yıllardır GDO’lu mısır, kanola ile beslenerek kobay olarak kullanılan Amerika’daki zavallı yeni nesillerin başına gelenler görüldükten; ortalıkta ardı arkası kesilmeyen, başedilmesi hatta telaffuzu zor hastalıkların çoğunun tarımsal zehirlerin vücutta birikmesi sonucunda oluştuğu kanıtlandıktan sonra bu sorunun cevabı da haliyle “Evet.”
Evet, evet, evet! Üstelik tüm bu evetlerin üzerine önlenemeyen bir “merak” öğesi de eklenince, insanın kendisini peynir kilerinde bulmuş fare misali bir oraya, bir buraya atlayıp, her şeyi denemeye kalkışmaktan alıkoyabilmesi pek mümkün değil. Ne kadar yorucu olursa olsun insanın hergün yeniden “mutluluğun resmini” çizmeye çalışırken yaptığı işten zevk almaması imkansız. O halde, şimdilik ikilemi rafa kaldırıp kavanozların başına dönebilir, tüm gönüllü kadın çiftçilerle birlikte dünyayı kurtarmaya bir avuç temiz topraktan ve mutfaktan devam edebiliriz.
Kaynak : Meyvelitepe- 30 Ağustos 2010