Yeni enerji kaynakları arayışı hiçbir zaman bu kadar aciliyet taşımamıştı. Şu sıralar dünya gündeminin en önemli başlığı olan biyoyakıtlar, yeryüzünün kıymetli doğal kaynaklarını tüketmeyen, özellikle gelişmekte olan ülkelere ekonomik avantajlar sağlayan “yeşil” enerji kaynağı olarak sunuluyor. Acaba bu ne kadar doğru?
ERIC HOLTZ-GIMÉNEZ
Le Monde Diplomatique, Haziran 2007
Çeviri: Alican Tayla
Biyoyakıtlar… Kulağa çok hoş gelen bir kelime: Temiz, yenilenebilir, tükenmeyen, çevrenin sürdürülebilir korunmasıyla bağdaşan bir teknolojiye dayanan enerji kaynakları… Petrol ve türevlerinden biyoyakıtlara yumuşak geçiş çalışmaları hız kazandı. Oldukça iddialı programlar yürürlüğe girmeye başladı. Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5.75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD yılda 35 milyar galon hedefliyor. Bu hedefler kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamının etanol ve biyodizele dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini alt üst eder. Bu nedenle Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar.
Endonezya ve Malezya, Avrupa biyodizel pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda, Belçika ve Lüksembourg’un toplam alanına eşit; hükümet şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.
Biyolojik yakıt alanına seferber edilen sermaye ve ilgi şaşırtıcı bir hızda yayılıyor. Son üç yılda, bu alandaki risk-sermaye yatırımları sekiz katına çıktı. BP’nin (eski British Petroleum) California Üniversitesi’ne yaptığı yarım milyar dolarlık sübvansiyonun da örneklediği gibi, özel finansmanlar kamu araştırma kuruluşlarına akıyor. Büyük petrol şirketleri, tahıl ve otomobil üreticileri, genetik mühendisliği güçlü ortaklık anlaşmaları yapıyor: Archer Daniels Midland Company (ADM) ve Monsanto ortaklığı, Chevron ve Volkswagen, BP, Dupont ve Toyota. Bütün bu çokuluslu şirketler gıda ve enerji üretimimizin kaderini belirlemeye çalışıyor. Tren tam hızlanmadan biyoyakıtlara geçişin erdemlerine dair efsaneleri masaya yatırmakta fayda var.
1. Biyoyakıtlar temizdir ve çevreyi korur
Biyoyakıtların üretiminde yararlanılan fotosentez, atmosferden sera gazlarını çektiği için ve biyoyakıtlar fosil enerji tüketimini azalttığından, çevreyi korudukları iddia ediliyor. Fakat, “beşikten mezara” etkileri incelendiğinde, biyoyakıtların zararlarının sera gazlarının olumsuz etkilerini aratmadığı görülüyor: Yok edilen ormanlar, yangınlar, nemli, verimli toprakların çoraklaşması, topraktaki karbon kaybı… Her bir ton palmiye yağı en az petrol kadar karbon gazı yayıyor. Tropikal ormanlarda tarıma açılan alanlarda yetiştirilen şeker kamışından üretilen etanol, aynı miktarda benzinin üretimi ve kullanımından bir buçuk kat daha fazla sera gazı salıyor. Greenpeace’in bilim sorumlusu Doug Parr, yeryüzündeki karbon dengesiyle ilgili şunları söylüyor: “Hâlâ mevcut olan ilkel ormanları yok ederek, yalnızca yüzde 5 oranında biyoyakıt üretirsek, karbon kazanımının tamamını kaybederiz.”
Yakıta yönelik endüstriyel tarım petrol kökenli gübrelerin büyük ölçüde yayılmasını gerektiriyor. Bu gübrelerin yıllık tüketimi (şu an yaklaşık 45 milyon ton) dünyadaki biyolojik azot miktarını iki kat artırdı. Bu durum da küresel ısınma açısından, karbondioksitten 300 kez daha tehlikeli bir sera gazı olan nitrat oksidin yayılmasına yol açtı. Yakında biyoyakıtların büyük bir bölümünü sağlayacak olan tropikal bölgelerde, kimyasal gübrelerin küresel ısınmaya etkisi, dünyanın diğer bölgelerine oranla on ilâ yüz kat daha fazla. Bir litrelik etanol üretimi 3 ila 5 litre temiz su gerektiriyor ve 13 litre kirli su üretiyor. Bu kirli suyu kullanabilir hale getirmek için 113 litreye tekabül eden doğal gaz enerjisi gerekiyor. Bu yüzden, bu sular çoğunlukla olduğu gibi nehirlere akıtılarak çevre kirliliği yaratıyor. Yakıta yönelik tarımın hızla artmasının bir sonucu da, özellikle soya üretiminde –Arjantin ile Brezilya’da yılda hektar başına 12 ton, ABD’de 6.5 ton– erozyon vakalarının giderek ciddi bir tehdit haline gelmesine yol açıyor.
2. Biyoyakıtlar orman kaybına yol açmaz
Biyoyakıtları savunanlara göre, ekolojik açıdan kötü durumdaki topraklarda gerçekleştirilen üretim, çevrenin korunmasına destek oluyor. Herhalde 200 milyon hektarlık tropikal orman, otlak ve bataklık alanlarını “kötü durumdaki topraklar” olarak tanımlayan Brezilya hükümetinin aklında yatan buydu. Halbuki söz konusu alanlar, Mata Atlantica, Cerrado ve Pantanal bölgelerinde, yerliler, fakir köylüler ve büyük baş hayvan yetiştiricilerinin yaşadığı, çok zengin bir biyolojik çeşitliliği olan ekosisteme sahip topraklar.
Brezilya’nın biyoyakıtlarının yüzde 40’ı soya üretiminden sağlanıyor. NASA’ya göre, soya fiyatları yükseldikçe, Amazon’un yağmur ormanlarının yok oluşu da hızlanıyor. Endonezya’da biyodizel (diğer adıyla “orman düşmanı dizel”) üretiminde kullanılan palmiye ağacı ekiminin giderek artması bölgedeki orman kaybının temel sebebi. 2020 yılında bu alan 16.5 milyon hektara (Britanya adasının boyutlarına) ulaşarak üç katına çıkacak ve orman alanlarının yüzde 98’inin kaybolmasına yol açacak. Endonezya’nın komşusu Malezya (dünyada birinci palmiye yağı üreticisi) şu ana kadar tropikal ormanlarının yüzde 87’sini kaybetti ve yılda yüzde 7’lik bir oranla ormanlarını tarıma açmayı sürdürüyor.
3. Biyoyakıtlar kırsal kesimlerin kalkınmasını sağlayacak
Tropikal bölgelerde, ailesel tarım yapılan 100 hektarlık bir alan 35 kifli için bir ifl imkânı demektir. Aynı alanda palmiye veya şeker kamışı ekimi on, okaliptüs iki, soya ise bir buçuk kişi için iş yaratıyor. Yakın zamana kadar biyoyakıtlar yalnızca yerel pazarlara gönderiliyordu. ABD’de bile etanol üreten nispeten ufak fabrikaların büyük çoğunluğu çiftçilere aitti. Fakat günümüzde yaşanan hızlı artışla büyük sanayi şirketleri devreye girdi ve üretimi merkezileştiren devasa bir yeni ekonomi yarattı.
Petrol ve tahıl şirketleriyle, genetiği değiştirilmiş(GM) tarımsal ürün üreticileri biyoyakıtların fiyatlarının belirlenmesinde gittikçe büyüyen bir rol oynuyor. Cargill ve ADM dünya tahıl pazarının yüzde 65’ini elinde tutuyor, GM ürünlerin pazarınıysa Monsanto ve Sygenta kontrol ediyor. Yerel biyoyakıt üreticileri bütün girdi ve hizmetlerde giderek daha fazla örgütlü büyük şirket ittifaklarına bağımlı olacak. Muhtemelen küçük tarım üreticileri pazardan ve topraklarından çıkmaya zorlanacak. Yüz binlerce çiftçi şimdiden Brezilya’nın güneyi, kuzey Arjantin, Paraguay ve Bolivya’nın doğusundaki 50 milyon hektarlık “soya imparatorluğuna” kaydırıldı.
4. Biyoyakıtlar açlığa yol açmayacak
BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, yeryüzünde herkesi, günde 2200 kalori değerinde kuru ve taze meyve, sebze, süt ürünleri ve etle doyurmaya yetecek kadar gıda maddesi mevcut. Buna karşın, 824 milyon kişi, fakirlik yüzünden açlıkla mücadele etmek zorunda. Biyoyakıtlara geçiş yiyecek üretimi için kullanılan toprak, su ve doğal kaynakları bu yakıtların üretimine açacak. Meksika’da bu durumun somut bir örneğini görmek mümkün. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması kapsamında gümrük duvarları kaldırılan Meksika, o tarihten itibaren tükettiği mısırın yüzde 30’unu ABD’den ithal ediyor. Meksika’nın giderek artan etanol ihtiyacı mısırın fiyatının da yükselmesine neden oluyor. Bu artış halkın en temel gıda maddesi olan tortilla’nın fiyatını da ürkütücü boyutlarda yükseltti. Fakir ve aç halkın büyük tepkisine cevaben, uluslararası endüstri ve dağıtım şirketleriyle görüşen Felipe Calderon hükümeti ağustosa kadar tortilla fiyatlarının artışının yüzde 40’la sınırlanmasına karar verdi.
Bu konjonktürden istifade eden Özel Sektör Ekonomik Araştırmalar Merkezi (CEESP), Meksika’nın krizden çıkmasının yolunun biyoyakıtı mısırdan elde etmesi ve bunu GM tohumlarla yapmasından geçtiğini açıklayan bir “araştırma” yayınladı.
Dünya genelinde en yoksullar, hane gelirinin yüzde 50 ila 80’ini beslenmeye ayırmak zorundadır. Yakıt üretimine yönelik tarımın gıda maddelerinin fiyatını artırmasından en çok yoksullar olumsuz etkileniyor. Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Örgütü’nün (IFPR) tahminine göre, temel gıda maddeleri fiyatları 2010’da yüzde 20-33, 2020’deyse yüzde 26-135 arasında artış gösterecek. Gıda maddesi fiyatlarındaki yüzde 1’lik bir artış 16 milyon insanın açlık sınırının altına düşmesi anlamına geliyor. Eğer bugünkü gidişat sürerse, 2025 yılında 1.2 milyar kişi kronik açlık çekecek. Bu durumda, uluslararası yardım kuruluşlarına da bel bağlamamak gerekiyor, çünkü fazla tarım ürünlerimiz benzin depolarımızı dolduracak!
5. İkinci kuşak biyoyakıtlar geliyor
Biyoyakıt taraftarları, endişeleri yatıştırmak için, günümüzde hayati önem taşıyan maddelerden üretilen bu yakıtların, çok yakında hızlı büyüyen ağaçlar gibi çevreyi korumaya daha müsait maddelerden elde edileceğini iddia ediyor. Bu sayede, birinci kuşak biyoyakıtları kabul edilebilir göstermeye çalışıyorlar.
Hangi maddelerin yakıta dönüştürüleceğiyse büyük bir soru işareti. Yabani bitkilerin kullanımının çevre açısından en ufak olumlu bir özelliği olamaz, zira ticari üretime tabi tutulmaları ekolojilerini alt üst eder. Yoğun bir şekilde yetiştirildikleri takdirde, kısa sürede tarıma elverişli alanlara da yayılacaklardır; bunun çevre üzerinde doğuracağı sonuçlar da malum…
Günümüz endüstrisi GM selülozik bitkiler (özellikle de hızlı büyüyen ağaçlar) üretimini hedefliyor. GM ürünlerin yaygınlaşması anlamına geliyor bu. İklim değişikliklerinin en olumsuz etkilerini yavaşlatan bütün teknolojilerin önümüzdeki 5-10 yıl içinde hızla ticarileştirilmesi şart.
Ancak, karbon salınımında en ufak bir azalma sağlamayan selülozdan elde edilen etanol örneğinde böyle bir şey söz konusu değil. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, dünya çapında önümüzdeki 23 yıl içinde 147 milyon tona kadar biyoyakıt üretilmesi mümkün. Böylesi bir miktar, yaygın karbon ve oksit nitrat üretimi, geniş çapta erozyon ve 2 milyar ton kirli su yaratır. Çelişkili gözükse de bu durum, dünyanın şu an yılda 136 milyon ton olan petrol ihtiyacını artıracak.
Peki, buna gerçekten değer mi?
Büyük tahıl şirketlerine göre kuşkusuz evet! Gıda maddeleri için harcanan her beş doların dördü bu şirketlere gidiyor. Öte yandan, bir süredir bu şirketlerin üretimlerinde bir gerileme yaşanıyor. Yatırımlar düzenli bir şekilde artarken, üretim oranı yerinde sayıyor. Biyoyakıtlar bu gerilemenin ideal çözümü olabilir. Kullanımlarının petrolün aksine gittikçe yaygınlaşması ve malî yardımlar gıda ve enerji endüstrilerinin büyük şirketlerin tekeline geçmesini kolaylaştırıyor.
Biyoyakıtlara geçilmesi kesinlikle kaçınılmaz değil. Çevreyi tehdit etmeden gıda ve enerji üretimini farklı kaynaklardan elde etmenin mümkün olduğu şimdiden bazı yerel denemelerde görüldü. ABD’de bir çok yerel kooperatif geri dönüştürülmüş bitkisel yağlardan biyodizel üretiyor. Orta Batı etan kooperatiflerinin büyük çoğunluğu şimdilik yerel tarım işçilerinin elinde bulunuyor.
Kuzey ülkelerinin aşırı tüketiminin yükünü, daha çok güneş aldıkları ve tarıma elverişli topraklara sahip oldukları için güney ülkelerinin omuzlarına yüklemeleri kabul edilemez.
Eric Holtz-Giménez, Food First – Gıda ve Kalkınma Politikaları Enstitüsü Direktörü (Oackland, ABD)
Kaynak: express dergisi