Hayvancılık Endüstrisi’sinin yarattığı ekolojik yıkımdan, başka bir yazıda bahsetmiştik. Bu endüstride neler olup bittiğine içeriden bir bakış atacağımız bu yazıdaki veriler, ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılmış araştırmalardan oluşmakla birlikte, TUİK’in verileriyle de desteklenen bir durum olarak, Türkiye’deki et ve hayvan ürünleri tüketimi gittikçe artıyor ve hayvan endüstrisi de gittikçe büyüyor. Endüstrinin büyümesinin sebebi bu artan talep diye düşünülebilir. Fakat diğer yandan, endüstri daha da büyüsün diye hayvansal gıda tüketimi özendirilip insanların ihtiyaçlarından çok daha fazla tüketmeleri ve talep etmeleri sağlanıyor.
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’deki hayvancılık sektörünün de gittikçe büyümesi, artan talebi karşılayabilmesi, bir noktadan sonra büyük miktarda üretim yapılabilen fabrika çiftliklerin geleneksel köy hayvanclığının yerini almasıyla mümkün. Kısacası, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ve Çin gibi zenginleşmekte olan ülkeler, adım adım Amerika’nın izinden gidiyor.
Bu yazıda paylaşılanların büyük bir kısmı (özellikle çok katlı kafes sistemine geçiş yapan tavukçuluk sektörü için) hali hazırda Türkiye için de geçerli iken, bir kısmı ise “eli kulağında” bir tehlikeye işaret ediyor…
Türkiye, FAO 2009 verilerine göre dünyada tavuk eti üretiminde 10., yumurta üretiminde ise 11.sırada.
TUİK verilerine göre, 2002 yılında 726.607 ton olan kanatlı eti üretimi, 2009 yılında toplam 1.323.625 tona çıkartılmış.
Bu artışın tek nedeni nüfus değil, zira, yine TUİK’in verilerine göre;
2002 yılında kişi başı yılda 10,490 kg olan kanatlı eti tüketimi, 2009 yılında 17,104 kg‘a, 2010 yılı içinde ise yaklaşık 19 kg‘a çıkmış durumda.
Sadece sayımız artmakla kalmıyor, gittikçe daha fazla yiyoruz!
” Kim her ne pratik, teknik, bilimsel, adli, etik veya politik sonuç çıkarırsa çıkarsın, artık kimse bu olayı, kimse hayvanların insanların boyunduruğu altına alınmasının bu emsalsiz oranlarını yadsıyamaz. Bu tür bir boyunduruk . . . kelimenin en nötr anlamıyla . . . şiddet olarak tanımlanabilir. Kimse ciddi ciddi veya uzun bir süre, insanın bu zulmün küresel ölçekte unutulmasını veya yanlış anlaşılmamasını sağlamak adına, zulmün kendisini ikiyüzlü bir şekilde gizlemek için elinden gelen her şeyi yaptığını yadsıyamaz. ” Jacques Derrida.
Son 50 yılda Amerika’daki ev-araba fiyatları %1400-1500 oranında artarken, süt sadece %350 oranında artmış, et ise iki katına dahi çıkmamış. Türkiye için de durumun çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Tüm hayvansal ürünler, eskiden çok daha pahalıydı, artık hemen herkesin karşılayabileceği bir düzeye indiler, çünkü endüstrileşmeyle birlikte hayvansal ürünlerin üretim maliyeti gittikçe ucuzlamakta. Dolayısıyla tüketimi de ucuzluyor. Bu “ucuzlama”nın bedelini ise, sadece doğal var oluşlarından mahrum kalan hayvanlar değil, bu sistemin sebep olduğu hastalıklarla biz insanlar ve çevre felaketleriyle tüm gezegen ödüyor…
Tüm endüstrilerin birincil önceliği kâr, hayvancılık endüstrisinin de. Hammaddesi yeryüzü ve canlıları olan bir endüstri için, kâr güdümlü hareket etmek, kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü böyle bir yaklaşımda, ekonomik olmayan hiçbir maliyet, örneğin çevrenin tahribatı, (toprağın bozulması, sulak alanların kirlenmesi, ormansızlaşma, vb.), insan hastalıkları veya hayvanların çektikleri acılar, maliyethesabına dâhil olmuyor.
Hayalinizdeki hayvan çiftliği imgelerini düşünün…
Bunu düşünmek çok da zor değil, ne de olsa her gün tükettiğimiz hemen tüm hayvansal gıda firmalarının logolarında, afişlerinde, ambalajlarında, sürekli bu imgeleri görüyoruz. Hatta bu imgelerin daha da ötesi bir karikatürizasyonla, mutlu tavukları, zıplayan inekleri, şaşkın koyun ve kuzucukları…
Mutlu ve tonton inekler, tavuklar…
Bu, tabi ki, kocaman ve ahlâksız bir yalan.
Küçük ölçekli aile çiftlikleri, hayvancılık yapan köylüler, artık gittikçe artan hayvansal gıda talebini karşılamaları imkânsız hale geldiği için, bir endüstriye dönüşen hayvancılıkla baş edemiyor, edemeyecek. Ya dönüşecek, ya da elimine olacaklar. Ya da mevcut sektörün içinde göz ardı edilecek bir orana düşecekler. Bugün artık Tavukçuluk, tamamen endüstriyel bir sektöre dönüştü bile. Hem “piliç” hem de “yumurta” üretiminin çok büyük bir çoğunluğu, endüstriyel “fabrika” çiftliklerde gerçekleştiriliyor. Sırada “et” ve “süt” var. Gittikçe artan sayıda hayvan, gittikçe artan sayıdaki fabrika çiftliklerde, bizim “hizmetimizdeler”. Bu endüstriyel üreticiler ise “mutlu tavuk ve inek” imajlarıyla, bizi “eskisi gibi” olduklarına inandırırken, aile çiftlikleri döneminin sonunu getiriyorlar. Hayvanlar içinse, tabi ki işin aslı bambaşka.
Modern dünyanın fabrika çiftliklerinin gerçek resmi şöyle:
Milyonlarca hayvan toprağa basamadıkları, güneş yüzü göremedikleri, yapay ışık altında, binaların içinde, ve hareket alanları olmayan sıkışık ortamlarda yaşıyor. Genetik müdahalelerle yapısal çöküşün eşiğine gelmiş durumdalar, genetiği değiştirilmiş ürünlerden yapılan yemlerle ve kimyasal takviyelerle besleniyorlar, ve kendi varoluşları için doğal ve gerekli hiç bir şeyi yapamadan, sürekli bir şiddet, korku ve acı içinde, yaşayıp ölüyorlar.
NASIL BU HALE GELDİ?
Hayvancılıktaki değişime “Tavukçuluk” örneği üzerinden bakacak olursak, ilk olarak 1908’de, taşıyıcı sistemlerin, mezbahaların parçalama hattına girmesiyle başlıyor. 80 yıl içinde öldürme hızı 3 katına çıkıyor. Hız arttıkça verim düşüyor, hayvanlar daha özensiz ve acı verici şekilde öldürülmeye başlanıyor ve kesimde yaralanmalar artıyor.
1920’lerden sonra piliçler, yemlerine yapılan kimyasal katkılarla, normal şartlarda asla dayanamayacakları kapalı bina ortamlarında, hareketten, topraktan ve güneşten uzak halde “hayatta kalabilir” hale getirildiler. Gagalarının yakılması, otomatik ışıklandırma ve fan sistemleri, hayvanların gerçek ışık görmeden, pislikleri temizlenmeden, sıkışık ve eğimli metal kafesler içinde hareketsiz halde, sadece semirip kesime hazırlanmalarını sağladı. Yapay ışık/karartma/ısıtma sistemleriyle, hayvanların mevsim ve gün değişimlerini şartlayıp, üretkenliklerini artırırken dengelerini iyice bozdu. Öyle ki, %10-15’lik bir ölüm oranı, bugün normal bir oran olarak kabul görmektedir. Fabrika koşullarının yarattığı fiziksel sorunlar, hastalıklar, ve nakil esnasındaki koşullardan kaynaklanan bu ölümler, kâr-zarar hesaplarına bakıldığında, “kompanse edilebilir” bulunduğu için, normalleşmiş durumda. Geleneksel hayvancılıkta, son tahlilde kârlı olsa dahi, hayvan ölümleri kabul edilebilir bir durum değildi. Bugünse yaşam değil, hesap konuşuyor.
Adım atacak yeri olmayan, eğimli metal kafeslerde ayakları deforme olmuş tavuklar…
Antibiyotikler ve diğer katkılarla hastalıkları kontrol altında tutulmaya çalışılan, hormonlarla büyümeleri artırılan tavuklar, henüz hastalanmadan uğradıkları bu antibiyotik bombardımanlarından ötürü, bağışıklık sistemleri tamamen çökmüş durumda. Genetikleri de yine geçtiğimiz yüzyıl boyunca, sistemli bir şekilde değiştirilerek “en kârlı” olacakları hale getirilen hayvanlar, sağlık ve bütünlüklerini kaybetmiş vaziyetteler. Çünkü hayvancılık sektöründe, hasta ve genetik olarak tektipleştirilmiş hayvanlar kâr ediyor.
Erkek civcivleri yumurtadan çıkar çıkmaz, tavukların da üretkenlikleri düşer düşmez öldüren endüstri, en az maliyetle en çok yumurta için tavukları durmaksınız sömürürken, tavuklara reva görülen daimi ve kronik bir acıdan ibaret bir hayat…
GENETİK TEKİLLİK
1935’ten 1995’e, piliçlerin ortalama ağırlıkları %65 oranında artarken, kesim süreleri %60 oranında, beslenme maliyetleri ise %57 oranında azalmış. Tavukçuluğun gittikçe daha kârlı bir sektöre dönüşmesine sağlayan bu süreç sonunda tavuklar, “yumurta” ve “kesim” piliçleri şeklinde iki tipte tekilleşmiş, ve kimyasal destekler olmasa ayakta kalamayacak hale gelmiş durumdalar. Bir zamanların onlarca belki yüzlerce çeşitlikteki ve “kolay pişmeyen” tavuklarını eski kuşaklar ve köy hayatını bilenler bilir. Bugünün endüstrisinin sunduğu genetik olarak “mükemmelleştirilmiş” tavukların pamuk beyazı etleri çabucak pişiveriyor.
Kesim tavukları olarak “üretilen” mühendislik eseri bu yeni nesil tavuklarda, kas ve yağ dokusu kemik dokusundan daha hızlı büyüyerek yapısal bozukluk ve hastalıklara yol açar. Tavukçulukta endüstrileşmeyle başlayan “ani ölüm sendromu” denen bir ölüm, %1-4 arası tavuğun ölümüne sebep olmakta. Bir diğer %5 ise fabrika koşulları sebebiyle vücutta su birikmesine bağlı olarak ölür.
Her 4 tavuktan 3′ünde yürüme bozukluğu vardır, ama zaten tavukların yürüyebilecekleri alanlar mevcut değil.
Endüstrinin taleplerine göre oluşturulan genetik tekillik biyoçeşitliliğin yerini almakla kalmayıp, daha tuhaf sonuçlar da yaratıyor. Mesela bugünün çiftlik hindileri, kendi başlarına üreyemiyorlar. Tıpkı GDO’lu tohumlar gibi… Bu süpermarket hindilerinin hemen hiçbiri, bırakın uçmayı, normal yürüme ve zıplama gibi doğal eylemlerini bile yerine getiremiyorlar. Tırnakları, kanatları, ve gagaları, yok…
Çiftlik kuşları uçamazken, inekler, domuzlar, doğal ortamları olan açık hava koşullarında, hayatta kalamıyorlar. Fakat hala acı çekebiliyorlar, hala mutlu veya mutsuz olabiliyorlar, içgüdüleri ve kendi varoluşlarının doğası gereği yaşama ihtiyaçlarını koruyorlar.
Hayvanlara verilen kimyasal maddeler, sadece antibiyotik ve büyüme hormonlarından ibaret değil. Örneğin damızlık domuzlar, kimyasal takviyelerke yapay bir şekilde yumurtlama döngüsüne sokulup (âdet gördürülüp), çiftleştirilip, sürekli hamile bırakılıyorlar. Özellikle domuzları hamile bırakmak için artık gerçek bir çiftleşmeye bile gerek olmadan, dişi domuzlar bir takım cihazlar tarafından (!) dölleniyorlar.
Aşırı döllenme ve hızlı büyüme sonucunda sütün besin değerinin düşmesi ve anneden erken ayrılıp normalden çok daha erken sütten kesilme gibi etkilerle, bebek domuzların %9-15 kadarının ölmesi, bir diğer “norm”. Yeni doğan hayvanlar arasında gittikçe daha fazla oranda deformasyon, yarık damak, hermafroditlik, içeri büyüyen meme uçları, anüssüzlük, bacaklarda ayrıklık, fıtık ve titreme gibi fizyolojik sorunlar görülüyor.
İnekler ve buzağılar için de durum benzer bir noktada.
Annelere gelince, yine domuzlar için bir rakam verelim, damızlık domuzların %7-15 arasının aşırı hamilelik ve döllenme döngüsünden kaynaklı stresten ölmeleri, normal karşılanıyor. İnekler için de farklı değil. Stres demişken, bilim hayvanların çektiği acıya, stres adını veriyor.
Etik, Politik, Ekolojik!
Peki “her şey” eskisi gibi kalsaydı vejetaryen ve vegan hareketin, hayvan haklarının bir gereği kalmayacak mıydı? Pek sayılmaz. Nihayetinde hayvanları kullanmaya dair süregiden etik tartışma, kullanma “yöntemlerini” de aşan bir tartışma… Fakat bugünkü durumda, mesele “tartışmasız” ve ivedi bir vicdan ve sorumluluk meselesi. Sadece etik değil aynı zamanda politik, ekolojik, yani hayâti bir mesele bu!
Bugün hayvan ürünleri tüketmemek, en azından tüketimi dikkatli ve azaltarak gerçekleştirmek, öylesine basit ama öylesine güçlü bir karar ki, sadece dünya tarihinde hayvanlara uygulanan en sistematik suistimal ve şiddetin azaltılmasına değil, ormansızlaşmanın ve küresel ısınmanın önüne geçmeye, kirliliği azaltmaya, petrol rezervlerini korumaya, gelişmekte olan ülkelerdeki açlık ve yükü azaltmaya, insan hakları ihlallerini düşürmeye, ve kamu sağlığını artırmaya, katkıda bulunacak bir karar.
FABRİKA İŞÇİLERİ
Fabrika çiftliklerdeki koşullar, burada çalışan işçilerin kendi işlerine gittikçe yabancılaşmalarına neden oldu. “Gerçek” hayvancılar, geleneksel hayvancılıktaki gibi hayvanlarını tanıyan, anlayan, tek tek sağlık durumlarıyla ilgilenmek durumunda olan çiftçiler, geçmişte kalıyor. Şimdiki fabrika çiftliklerde, o kadar çok hayvanla o kadar kısa zamanda baş edilmek durumunda ki, hayvanlar sahiplerinin tek tek tanıdığı birer “birey” olmaktan çıkıp, total rakamlara dönüşmüş durumdalar. Hasta olup olmadıkları bile kontrol edilmiyor, bir sürü hayvan olduğu yere yığılıp can çekişerek ölürken, çalışanların bu hayvanları kaldıracak, onların bakımını sağlayacak, veya acısız bir şekilde ölmelerine yardımcı olacak ne “zamanları” var, ne de yükümlülükleri…
1950’lerde Amerika’da hayvancılık yapan bir çiftçi, 15-16 müşteriye et tedarik edebilirken, bugün bu rakam, endüstriyel hayvancılıkla uğraşan kişi başına 140’a çıkmış durumda. Bu artış’ın bedelini sadece hayvanlar değil, hayvancılar da ödüyor. Amerika’da hayvancılık sektöründe çalışanlar arasındaki intihar oranı, ortalamanın 4 katı.
Gizli kameralara yansıyan görüntüler, endüstriyel çiftliklerdeki ağır çalışma koşullarının, hayvanların sadece mal ve rakam olarak görüldükleri bu sistemin, çalışanların da psikolojilerini bozduğunu ve hayvanlara yönelik ciddi şiddet vakalarına yol açtığını gözler önüne sermekte.
Endüstriyel çiftlikler hayvanlara kötü muameleyi önlemeye yönelik yasalardan ya muaf tutuluyor, ya şiddet ve zulmün sınırları bu çiftlik sahibi sermayedarlar tarafından belirleniyor, ya da kapalı kapılar ardında olduğu için cezasız kalıyor.
—Sopalar ve hatta çekiç gibi aletlerle, hamile olanları dahil hayvanlara sistematik bir dayak,
—Demirlerle tecavüz,
—Hayvanlar henüz uyuşturulmadan bacaklarının ayrılması ve derilerinin yüzülmesi,
—Hayvanların vücutlarında sigara söndürülmesi,
—Boğazlamalar,
—Gübre çukurlarına atılıp boğularak öldürülmeleri,
—Kulak, ağız, vajina ve anüslerinden elektrik verilmesi,
gibi vakaların hepsinin kamera kayıtları mevcuttur.
Örneğin Türkiye’de de restoranları bulunan KFC’nin önde gelen tedarikçilerinden Tyson Foods’un çiftliklerinde, işçilerin canlı hayvanların üzerine işedikleri, piliçler tamamen uyanıkken kafalarının koparıldığı, kayıtlara yansımış.
Bu yaşananlardaki sorumluluk sadece tek tek bireyler olarak çalışanların üzerinde değil. Daha fazla olarak hem insanları, hem de hayvanları “sermaye”, mal ve makineler olarak gören ekonomik zihniyette.
PEKİ YA TÜRKİYE?
Daha çok hayvan taşımacılığı esnasındaki içler acısı durumlar ve sokak hayvanları itlafları ile adını duyuran Türkiye’de de çiftlikler ve mezbahaların, koşulların getirdiği bu ahlaki ve vicdani çöküntülerden uzak kalabilmeleri hiç akıl kârı değil. Nitekim Bursam Et Entegre adlı kuruluşun mezbahalarındaki hamile bir ineğin, ve onun karnından çıkarılan buzağının, vahşice öldürülmesi olayı, cep telefonuyla gizlice çekilmesi sayesinde, ortaya çıktı da, hayvanlara kapalı kapılar altında “helal kesim”le uzaktan alakası olmayan ne acılar yaşatılabildiğine tanık olduk. Kaldırabilecekler için videoları, internette mevcuttur.
Kapalı kapılar ardında olan bitene dair su yüzüne çıkan bu olay, bir “istisna” tabi ki değil…
MEZBAHALAR
Hayvanlar uyuşturulmadan kanları akıtılıyor, derileri yüzülüyor, ve parçalara ayrılıyorlar.
Temple Grandin 1996’da yaptığı denetimlerde, mezbahaların büyük çoğunluğunun hayvanları tek bir vuruş ile uyuşturamadığını açığa çıkarmıştı. Bizde zaten uyuşturulmuyorlar… Peki ‘helal kesim’in gerektirdiği biçimde, tek seferde ve en az stres ile öldürülmeleri, bir işçinin bir vardiyada onlarca hatta yüzlerce hayvanı kesmek zorunda olduğu bir sistemde, nasıl mümkün olabilir?
Amerika’daki mezbaha bant hızı son yüzyıl içinde 8 katına çıkarken, işçilerin vasıflarında ve ücretlerinde düşüş yaşandı ve hata yapmak kaçınılmaz oldu. Nitekim mezbaha işçilerinin yaşadıkları yaralanmalar, tüm sektörlerdeki iş kazalarının %27’sini oluşturuyor.
Bir işçi bir vardiyada 2050 hayvanı kesiyor.
Bu sürekli kesim işleminin insanların psikolojilerini bozup onları sadist eğilimlere yönelttiği sadece Temple Grandin ve gizli kameralara yansıyan görüntülerle değil, bizzat bazı işçilerin ağzından dile getirilmiştir.
Bir mezbahada çalışan bir grup işçinin yaptığı gizli kayıtlar Washington Post gazetesine gönderildi. Bu videoda hayvanlar uyuşturulmadan mezbaha bantlarına konuyor, bir dananın ağzına elektrik veriliyor. 20’den fazla işçinin verdiği yeminli beyanda, bu yaşananların “normal” sayıldığı ve şef ve yöneticilerin de farkında olduğu ifade edilmiş. Bir işçinin beyanatında şöyle anlatılıyor:
“Binlerce ve binlerce hayvanın bilinçliyken kesime gönderildiğine tanık oldum… Hayvanlar hatta 7 dakika kadar hala bilinçli kalabiliyorlar. Deri yüzülme kısmında çalışıyorum ve benim önüme geldiklerinde hala bilinçli oluyorlar…”
Başka bir mezbaha çalışanı:
“Çoğu zaman, derileri yüzülme aşamasına geldiğinde, bu işi yapan kişi hayvanın yüzünün yarısını yüzdüğünde, deli gibi tekmelemeye başlamasıyla hala canlı olduğunu anlar. Eğer böyle bir şey olursa, veya daha yüzme işlemi başlamadan hayvan zaten tekmeliyorsa,işçi hayvanın omiriliğini kafasının arkasından bir bıçak saplayarak keser.” Bu işlem, hareket imkanını ortadan kaldırırken, hayvan hala hayatta ve acı çekebilir halde kalır.
Temple Grandin mezbahalardaki kötü muameleleri tespit etmek üzere yaptığı ilk “haberli” denetimlerde, mezbahaların neredeyse üçte birinde “düzenli olarak belirgin şiddet vakaları” tespit etmişti. Üstelik bu denetim haberliydi, yani kendilerine çeki düzen verdikleri koşullarda bile durum böyleydi.
Çiftçiler, yaptıkları işle, ve hayvanlarıyla olan doğrudan ve insani ilişkiyi yitirdiler. Onun yerine gelen insanlık dışı çiftlik ve mezbaha koşullarıysa, bir insanın yaptığı işe yabancılaşmasının en uç örneğini oluşturuyor. Bu koşullarda insanların insaniyetlerini korumalarını beklemek zaten haksızlık.
Bizler et yiyebilelim, deri ayakkabılar giyinebilelim diye, bir takım insanlar hayatlarını hayvanları öldürmek üzerinden kazanıyorlar. Bugün mezbahalarda çalışan işçiler, hastalık ve yaralanmaya en fazla maruz kalan iş grubunu oluşturdukları gibi, fabrika koşulları ve yapmak zorunda bırakıldıkları yüzünden şefkat duygularını gittikçe yitiriyorlar.
İşin sorumluluğunu başkasına atarak, başkasının öldürdüğü, yüzdüğü bir hayvanı yiyerek veya giyerek, öldürme eylemiyle aramıza mesafe koyuyor, öldüremeyeceğimiz halde yediğimiz hayvanların vicdani yükünü de, başkalarının omuzlarına yüklemiş oluyoruz.
Kimse hayatını öldürmek üzerinden kazanmamalı.
Kaynaklar:
Eating Animals, Jonathan Safran Foer, 2009.
Hayvan Özgürleşmesi, Peter Singer, (orj: 1975).
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, Kanatlı Yetiştiriciliği Raporu
Eating Animals, Jonathan Safran Foer, 2009.
Hayvan Özgürleşmesi, Peter Singer, (orj: 1975).
Kaynak : http://www.yeryuzusakinleri.org – 20 Eylül 2011