Gıda fiyatlarının enflasyonun başlıca sürükleyicisi olduğu bizzat Merkez Bankası ve Maliye Bakanı tarafından dile getirilirken tahıl, sebze ve meyve üreticilerinin sorunlarına göz atmakta yarar olduğunu düşünerek bir tarım uzmanıyla görüşmenin doğru olacağı fikrine vardık. Yazarlarımız arasında da yer alan Abdullah Aysu'dan randevu rica ettik ve birazdan okuyacağınız devasa sorunlar yumağını dinleme şansına kavuştuk. Şans diyoruz çünkü bu kadar ayrıntılı bir biçimde anlatılan sorunlardan ve kökenlerinden kesinlikle haberimiz yoktu. Sizlerin de okurken şu ana dek hiç düşünmediğiniz ayrıntıları öğreneceğinizden eminiz.
Söyleşiye başlamadan önce kooperatifçiliğin Türkiye'de gelişememesinin nedeni olarak köylülere yapılan yoğun antikomünist propagandanın yani "kooperatifçilik Komünizmdir" temasının en etkin engel düşünüyorduk ama yanılmışız. Bir de kooperatiflerin her şeyin dermanı olduğunu sanıyorduk ama oraya varana kadar başka birçok sorunu çözmenin gerekli olduğunu öğrendik.
Veee… Küreselleşmenin Türkiye'ye ve onun gibi ülkelere nelere mal olduğunu ve bu sürecin köylüleri bizzat yok olmaya süreklerken bizleri, kentlileri nasıl esir aldığını da öğrendik.
İşte sorularımız işte Aysu'nun ayrıntılı yanıtları…
Kooperatifleşme Türkiye'de ne düzeyde?
Kooperatifleşme geçmişten bu yana Türkiye'de bir temeli var olan örgütlenme tarzı. Başlangıçta kooperatifler devlet eliyle faaliyete geçirildi. Buna tüm dünyada "devlet vesayetinde kooperatifçilik" denir. Bunun anlamı şudur: Kooperatif kurulur, köylülerce, kurucusu köylülerdir, aidatı köylüler öder. Yönetimlerini köylülerin kendileri belirler. Fakat yönetim belirlendikten sonra Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından bir genel müdür atanır, hepsinin üstüne. Bu kişi onları sevk ve idare eder. Bu genel müdürün görevi, ne kadar ürün alınacağına, alınacak ürünün fiyatının ne olacağına, alınacak ürünün ne kadarının işleneceğine sonra da işlenmiş ürünün kaça satılacağına karar vermektir. Yani devlet tüm bunlara karar verir. Sonra elde edilen kazancın da rüstrum payı olarak dağıtılmaz, devlet el koyar, kazancı alıp gider, çiftçi katma değerden yararlandırılmazdı.
– Rüstrum payı nedir?
– Rüstrum payı, elde edilen kazançtan kooperatif üyesine pay vermektir. Kooperatifçiliğin esası budur. Ama devlet vesayetinin uygulandığı dönemlerde Türkiye'de bu rüstrum payı pek uygulanmadı. Bunu da çeşitli hilelerle engellediler. Bir, ihtiyat akçesi olarak ayırıyoruz adı altında ayırdılar, bir bölümünü de sürekli olarak batan, iflas eden kimi kuruluşlara, şirketlere hissedar yapılarak batık şirketler kurtarıldı. Örneğin geçmişte kale gibi banka diye reklamı yapılan Hisarbank vardı, Öğretmenler Bankası vardı, tüm bu bankalar iflas ettiğinde yükler, bu kooperatiflere bindirildi. Hatta Yeni Çeltek ocağı, kömür ocağı, Massey-ferguson traktör fabrikası…
– Kooperatifler banka mı satın aldı?
– Hayır hayır, onları şirketlere hissedar yapıp onların zararı kurtarılıyor. Geçmişte Demirel döneminde hangi şirket iflas ediyorsa, onların yeniden yola devam edebilmesini sağlamak için oraya taze para aktarılıyordu. Bunu da kooperatifler üzerinden yapıyorlardı, kooperatif oranın ortağı olarak gösteriliyordu.
– Özerk değiller tabii kooperatifler değil mi?
– Hayır dedim ya devlet vesayeti altındalar. O genel müdür karar veriyor tüm bunlara.
– Dünyada da böyle midir?
– Devlet vesayeti altında olanların tümünde böyledir. Ama devlet vesayeti dünyada bitti gibi. Bizde de bitti aslında 2002'den sonra.
– AKP döneminde mi?
– Hayır koalisyon döneminde, DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde bitti. O zamana kadar bizim çiftçiler olarak sürekli itirazımız şuydu: Hayır bu kooperatifler bize aittir, Koç, Sabancı nasıl kendi fabrikasını yönetiyorsa biz de yönetmek istiyoruz. Kaldı ki kooperatifler şirketlere alternatif olarak kurulmuş örgütlenmelerdir. Dolayısıyla birilerinin bizi sevk ve idare etmesi gereksiz, genel müdürümüzü de kendiniz belirleriz, kararları da kendimiz veririz.
Ama her seferinde itirazlarımız görmezden gelindi. Bu konuda bir düzenleme yapılmadı. Fakat o koalisyon hükümeti döneminde Kemal Derviş'in meşhur bir söylemi vardı "On beş günde on beş yasa" diye. İşte onlardan biri de buydu. Şeker Yasası, Tütün Yasası, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Yasası. Eskiden Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri 3186 sayılı yasaya bağlıydı. Sonra 4572 sayılı yasa çıkarılarak birliklerin yasası değiştirildi. Bu değişiklikle aslında demokratikleştirme yapıyormuş gibi bir görünümle sunuldu kamuoyuna. Çok istiyorsunuz ya birliklerinizi alın artık sizin dediler. Bundan sonra siz kurun, siz belirleyin dediler. Beraberinde Dünya Bankasının bunlara önerdiği bir şey vardı, genel müdürlerini kendileri belirlesin ama sistem oturana kadar da yeniden yapılandırma kurulları olsun, onlar yönetsin diyordu. Bu kurulların özelliği şuydu: Eğer siz entegre tesislerinizi, yani sanayi birimlerinizi işleme, imalat birimlerinizi özelleştirir, anonim şirketlere bölüştürürseniz o zaman serbestsiniz. Şu kadar işçi çıkarırsanız serbestsiniz. Tanzim satış mağazalarınızı kapatırsanız serbestsiniz.
– Bunlar Dünya Bankası'nın önerileri mi?
– Evet, Dünya Bankası'nın önerileri ve bizde çıkan yeni 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri kanununda da yer alıyor bütün bunlar. Yeniden yapılandırma kurulları belirler diyor. Bu aynı IMF'nin Türkiye ile kurmuş olduğu ilişkinin benzeri gibiydi. Nasıl işledi? IMF ne diyordu, şurayı özelleştirirsen şu parayı veririm, TEKEL'i özelleştir şu kadar daha veririm diyordu. Kooperatifleri de tarza büründürdüler. Oya kooperatifler üretim ve pazarlama zincirinden oluşan bir yapılanmaydı. Çiftçi örgütüydü. Fakat siz sanayi, birimini, işleme birimini ayırırsanız onu tabela haline indirgersiniz. Sadece satın alıcı haline getirirsiniz. Satın alıcı da çok fazla yaşamaz. Tanzim satış mağazalarınızı kapatırsanız olmaz. TANSAŞ bizimdi mesela ama onu özelleştirdiler, anonim şirkete dönüştürüp elden çıkardılar. 4572 sayılı yasada hiç olmayan bir şey yaptılar, dünyada benzeri olmayan bir şey, çiftçiler banka kuramaz dediler. Ve çiftçilerin kendisine ait olan Tarişbank'ı elinden aldılar.
– Niye böyle bir şey yaptılar?
– Eğer siz üretimden pazarlamaya zinciri elinizde tutarsanız, aradaki aracıları temizleyerek tüketiciyle buluşursanız, üretim süreci için gerekli krediyi de kendi bünyenizden ucuz kredi olarak sağlarsanız hiçbir yerli veya yabancı şirketin size karşı rekabet edebilme şansı olmaz. Çünkü üretim size ait, krediyi kendiniz temin ediyorsunuz, pazarlamayı kendiniz yapıyorsunuz.
– Banka kuramaz kararı ne zaman verildi?
– Derviş'in çıkardığı yasanın içinde bu da vardı. Paralel olarak bir şey daha yaptı. Kamu bankaları çiftçilere faizi sübvanse edilmiş kredi veremez, dediler. Ziraat Bankası ve diğer kamu bankaları derhal çiftçilere krediyi piyasadaki faiz oranından vermeye başladı. Bunun çiftçilere sıkıntısı ne oldu? Çiftçiler toprağa tohum atar ve en erken altı ay sonra verimini alır. Bu süre içinde sanayici gibi, tüccar gibi parayı çevirip paradan para kazanamaz. Yani çiftçiyi aynı koşulda para aldığı ama o süre zarfında beş altı kez parayı çeviren kesimle eşitlemiş oldular. Böyle bir durumda çiftçinin üretime devam edebilmesi mümkün müdür? Mümkün değildir. Piyasadaki fiyat belirlemede de kendisi yok çiftçinin, yani örgütünüz aracılığıyla belirleyici değilsiniz. Yani üretim girdi maliyetlerini pahalıya alırsınız ki o dönemde paralel olarak gübre fabrikaları da özelleştirilmişti. İlaç, mazot gibi diğer girdilerin fiyatını şirketler tek başına belirliyordu artık. Üretim girdisini sağlayamıyorsunuz ama maliyeti artırıyorsunuz, bir de yüksek faizle kredi kullanıyorsunuz, satış esnasındaki örgütlülüğünüz de elinizden alınmış, maliyet artı kazancı üzerine koyarak satabilme durumunuz ortadan kalkıyor. Bu sefer alıcı haydutlar ortaya çıkıyor ve fiyatı onlar belirliyor. Sizden ucuza alıyor, beş altı katı fiyatla satıyor. Böylesine bir kıskaca alınmış, çiftçinin ayakta kalabilmesi, tüketicinin de ucuza ürüne erişmesi mümkün değildir.
– Siyasi bir soru sorayım o zaman? Ecevit başbakanlığındaki bir koalisyon iktidardaydı. Ecevit bunun farkında değil miydi? Derviş'e neden karşı çıkmadı, bu çiftçinin yararına değil diye…
– Siyasi olarak konuşmak gerekirse Ecevit hakkında çok yanlış bilgiler var. En önemli yanlışlardan biri şudur: Bu ülkede ilk kez toprak işleyenin su kullananın dedi, derler. Bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Antalya'daki Subaşıların toprakları köylüler tarafından işgal edildiğinde bir köy muhtarı römorkun üzerine çıkıp bunu söylemiştir. Ecevit de izleyip bunu not alıp mitinglerinde kullandı. Ecevit sanıldığı gibi halkçı değildi. Köylüyü korumuyordu.
– Subaşılar dediniz… DYP'li olan Subaşı mı?
– Evet, eski belediye başkanı Hasan Subaşı vardı biliyorsunuz onların aile olarak Antalya'da büyük toprakları vardı. İşgal edildi 68'de. Ciddi çatışmalar yaşandı. O dönemin işgal önderleri de Deniz Gezmiş, Cengiz Çandar, Gülay Göktürk ve benzerleri idi. O günlerde 500 tane genç o işgalde destekçi olarak fiilen eylemlerin içindeydi. Dolayısıyla Ecevit'in öyle aman aman solculuğu veya halkçılığı yoktur. 1974'te Amerika'ya haşhaş konusundaki çıkışı çok sempatik geldi bize. Sonra da biz onu pohpohlayıp, besleyip büyüttük. Dağa taşa Karaoğlan diye biz yazdık. Bu söylemlerin prim yaptığını gören Ecevit halkçı söylemlerini sürdürdü. Ama 1978'e gelindiğinde bunların tümünden vazgeçmişti zaten. Korktu. Sisteme entegre olmak için ortaya köy kent falan gibi projeler sürdü. Ama bu projelerin esas amacı halk hareketlerini dumura uğratmaktı. Bir yandan halk uyanmış, kolektif üretim talep ediyor, kolektif yönetim talep ediyor, ortak makine parkları talep ediyor, o ise köyü kent yapmaya çalıştı. Hayır, köyün refah düzeyini yükselterek sosyalleştirmeli. Sen onu sosyalleştirmeden köyü kent yapmaya kalkıyorsun. Şimdiki büyükşehir yasasının bir benzerini yapıyordu. Bir sabah kalktık ki köylerin yüzde 49'u mahalle oldu ve biz köylüler şehirli olduk. Halbuki bunu üretim sürecinin kendisini değiştirerek, refah düzeyini yükselterek böyle bir şey yapmak mümkün. Yani Ecevit o yasayı farkında ve bilerek çıkarttı. Bilmeden yaptığı bir şey değildi yani. Mesut Yılmaz da biliyordu, Devlet Bahçeli de biliyordu, Ecevit de biliyordu. Bunun son derece tehlikeli bir şey olduğunu biliyorlardı ve bilerek de imzaladılar.
– Kemal Derviş zaten biliyordu…
– O zaten işin mimarı olarak geldi. Bunun için gelmişti ve gereğini yaptı. Onda bir kusur arar mısın derseniz aramam derim. Zaten bunun için çağrıldı ve geldi o da. İşi bittikten sonra da çekti gitti biliyorsunuz. Bunda da kendisini akladı, CHP kendisini birinci sıra aday yaptı, milletvekili oldu ama sistemin küresel şirketlerin ona ihtiyacı olduğu bir dönemde milletvekilliğini bıraktırıp götürdüler. Hiç kimse de sormadı "hop kardeş bizim oyumuzu aldın nereye gidiyorsun" diye.
– Şöyle bir şey de var mıydı: Bu işten müşteki olan büyük toprak sahipleri hükümet üzerinde bir baskıda bulundular mı yoksa hükümet Dünya Bankası'nın önerilerini zaten halkçı falan olmadığı için mi benimsedi?
– Bu toprak ağalarıyla falan olacak iş değil. Küreselleşme sürecinin bir uzantısı bunlar. Serbest piyasa politikaları 1989'da değişti. Esas olarak halen Türkiye'de solcuların, demokratların, devrimcilerin farkında olmadığı bir şey var. Bugün iktidar olsalar bile hiçbir şey yapamazlar. Çünkü GATT Uruguay Raundu'nun ardından ortaya çıkarılan Dünya Ticaret Örgütü çok uluslu şirketlerin anayasasını kurdu. O anayasaların altında da DTÖ'nün üyesi olan devletlerin hepsi imzalarını attı. GATT Hizmetler Anlaşması'nı ele alalım. Bu anlaşma diyor ki "Bir yolu bir şirket 'ben asfaltlayacağım' diyorsa devletler o işi ona vermek zorundadır. Devlet veya belediye ben yapacağım diyemez."
Hizmetler sektörünün bu şekilde önü açıldı. Aynı şekilde AoA Tarım Anlaşmasında benzer koşullar var, NAMA Sanayi Anlaşmasında da benzer şeyler var. TRİPs Fikri Mülkiyetler Anlaşması'nda var. Dönemin GATT'ın Genel Müdürü Pascal Lem, devletler DTÖ’ne üye olmak için imza atarlarken bir açıklama yaptı, dedi ki "Yahu bu devletler neyin altına imza attığını biliyor mu?" Çünkü DTÖ’ye imza atan ülkeler bütün anlaşmalara imza atılmış sayılıyordu.
Bunun farkında olan Küresel Çiftçi Örgütü (KÇÖ) La Via Campesina art arda eylemler yapmaya başladı. KÇÖ bir şey belirledi 1993'te, "dünya üzerinde çiftçilik ortadan kaldırılıyor. Dünya üzerinde tarım şirketleştiriliyor, çiftçilik ortadan kaldırılıyor, buna karşı direnmek lazım."
– KÇÖ kaç ülkede örgütlü?
– Şu anda 122 ülkede 144 örgütün üye olduğu 310 milyon üyesi bulunan dünyanın en büyük küresel çiftçi örgütü. La Via Campesina adını taşıyor. Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu küresel çiftçi örgütüne 2004 yılında üye oldu.
– Türkiye'deki sendikanın kaç üyesi var?
– 44 bin üyesi var.
– Çok düşük değil mi?
– Evet nedenlerini söyleyeyim hemen. On yıldır hukuksal bir süreç işliyordu nihayet geçen yıl davayı kazandık. Artık iktidarların sendikayı kapatma şansı kalmadı. Karar düzeltme de dahil olmak üzere tüm hukuksal süreçte "çiftçiler sendika kurabilir" diye karar çıktı. O on yıllık dönemde bir patinaj süreci yaşadık. Biz sendika açıyorduk, hükümet dava açıyor kapatıyordu. Bu yüzden fazla açılamadık. Sistem bu şekilde kurgulandığı için esas hedef tüm dünya genelinde çiftçinin ortadan kaldırılması, tarımın şirketleştirilmesiydi. Bunun için ilk hamlelerden biri devlet ile çiftçinin bağını koparmaktı.
– Yani iyice sahipsizleştirmek çiftçiyi…
– Tabii tabi, yalnız bırakmak ve tüm desteklerden yoksun bırakmak. Çiftçiyi şirketlerle çıplak biçimde karşı karşıya getirmekti amaç. İkincisi örgütleriyle bağını kopartmak. 4572 sayısı yasa ile bunları tabela örgütü biçimine dönüştürmekti. Yani katma değere uzanmasının önünü kesmekti. Üçüncüsü de çiftçileri çiftçilikten çıkarmak aşamasıydı. Onu da 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ile yapıldı. Tohumculuğun şöyle bir özelliği var: Tarıma sahip olmak istiyorsan tohuma sahip olacaksın. Çünkü toprağa tohum atıp ilaç ve gübre atmazsan bir miktar verim alırsın. Ama toprağa istediğin kadar ilaç ve gübre at tohum atmadıkça verim alamazsın. Onun için tohumu ele geçiren tarıma ve gıdaya egemen oluyor. 5553 sayılı bu yasayla dediler ki çiftçiler domates üretebilir, patates üretebilir, çeltik üretebilir ve satabilir ama tohum üretemez ve satamaz.
– Hem üretemez hem de satamaz mı diyor yasa?
– Üretemez ve satamaz diyor. Bu yasa Anayasa Mahkemesi'ne gitti. Biz orada sendika olarak bilirkişi diye gittik ve savunduk. Ama çok uluslu şirketleri aşmak mümkün olmadı.
– Doğru mu anlamışım acaba. Yasa diyor ki tohum üretimi ve ticaretini şirketler yapabilir ama çiftçiler tek tek veya örgütleri aracılığıyla satamaz ve üretemez.
– Evet doğru anlamışsınız.
– Bir şeyleri korumak için yapmış olamazlar mı bu düzenlemeyi?
– Hayır hayır. Bakın yasa diyor ki "çiftçiler kendi arasında değiş tokuş yapabilir. Ama ticarete konu edemez."
– Büyük ihtimalle ticarileşmeyeceği için tohumculuk para da getirmeyecek. onların da işine gelmiyor bu durum değil mi?
– Evet öyle. Bu işin şöyle bir mantığı var: Tarım ve gıdaya egemen olmak tohumdan geçer. Ben kısaca özetleyeyim nedenini. Tohum eğer hibrid ise siz üretirsiniz, yüzde 95-97 oranında çimlenir, ürün alırsınız. Ama bu üründen tohumluk diye ayırdığınız bölümü toprağa attığınızda size bitki vermez. Dolayısıyla ürün alamazsınız. Ürün elde etmek istiyorsanız sizin tekrar şirkete gidip tohum almanız gereklidir.
– Niçin?
– Çünkü tohum kısırlaştırılmıştır. Bu nedenle…
– Sürekli kullanamazsınız.
– Aynen öyle. Fakat hibrid tohumun bir başka özelliği daha var. Hibrid tohum verimlidir, ancak siz ona gübre atarsanız verimlidir. Gübreyi de bitkinin kullanır duruma gelmesi için sulamanız lazım.
– Tohum gübre ve su yani…
– Evet. Ama tohumu ektiniz, gübreyi verdiniz ve suyu da verdiniz ama sadece o gübreden yararlanan sizin ektiğiniz bitki değildir, toprakta ne kadar tohum varsa yeşerir, o zaman o yabancı otları öldürmek için ilaç kullanmanız gerekir. Yabancı bitkilerin yapraklarının altında böcekler yumurtalarını bırakır. Biz ona konukçu deriz. Oradan ürer, çoğalırlar. Bu kez böcekleri öldürmek için böcek ilacı kullanmanız gerekir. Dolayısıyla tohum attınız, gübre kullanmak zorundasınız, su kullanmak zorundasınız, ilaç kullanma zorunluluğu hem aksam için hem böcek için… Tüm bunları üreten dünyada on tane şirket var. Diğerleri bunların acenteleridir. Kimdir bunlar:
1. Monsanto (ABD)
2 DuPont (Pioneer) (ABD)
3 Syngenta (İsviçre)
4 Groupe Limagrain (Fransa)
5 Land O’Lakes/Winfield Solutions (ABD)
6 KWS AG (Almanya)
7 Bayer CropScience (Almanya)
8 Dow AgroSciences (ABD)
9 Sakata (Japonya)
10. DLF-Trifolium A/S (Danimarka)
Bu firmalar tarıma ve gıdaya egemendir. Bugün bir yerden bir yere buğday götürmeye kalktığınızda kolaylıkla götüremezsiniz .
– Nasıl yani?
– Tabii. Dünyadaki limanlarda bulunan vinçlerin yüzde 85'i Cargill'e aittir.
– İnanılır gibi değil.
– Tabii, birçok alanda tekeller vardır. Çok kolay aşıp giremiyorsunuz ve geçemiyorsunuz bir yerlere. Şu anda gıda çok uluslu şirketlerin kıskacındadır.
– Ben hala anlayamadım. Bir yerden bir yere buğday götüremezsiniz ne demek? Bunu biraz açar mısınız? Yani devlet olarak da mı götüremezler?
– Ne olarak olursa olsun.
– Türkiye mesela ihraç edecek…
– Diyelim ki ihraç edecek. Vinçlerin yüzde 85'i Cargill'e ait. Neyle yükleyeceksiniz? Vinçlerin sahibi o yüklemezse ne yapacaksınız?
– E ben deniz yoluyla değil de karayoluyla göndereceğim derseniz…
– Onda bir engel yok götürebilirsiniz.
– Ama o zaman da pahalıya götürmüş olacaksınız.
– E işte gördünüz mü? Ben vinci bir örnek olarak veriyorum. Gıdada bu on firma belirleyicidir dünyada. Fiyatı da bunlar belirler, borsada da bunlar ve diğer spekülatör şirketler var onlar belirler. Şu anda dünyada üretilmiş ürünün on yıl sonrası bile satılmış durumdadır. Spekülatörlerin elindedir.
– Uruguay Raundu'na etki eden de bu on şirket miydi?
– Şöyle, Uruguay sekizinci raunttu. En sondan bir önceki Tokyo Raundu idi. Orada -yanılmıyorsam 73 ile 79 arasında- ana konulardan biri tarımın serbest piyasa koşulları içine alınmasıydı. Ama tüm dünya reddetti. Fakat bizde 24 Ocak kararları ile otomatikman devreye sokuldu. Yandan girdi, yani papuççu muştası gibi.
– Kenan Evren döneminde kabul edildi yani…
– Hayır Demirel döneminde 24 Ocak kararları çıkarıldı. Fakat 24 Ocak kararlarının Türkiye'de uygulanmasının pek şansı olmadığı için askeri yönetim geldi. Sadece tarımla ilgili olarak değil genel olarak. Çünkü toplumsal muhalefet çok güçlenmişti. Ve bu süreç de böyle devam etti. Tokyo'dakinde Türkiye'nin de imzası vardır, serbest piyasaya açılmasın diye.
– Açılmasın diye imzası mı vardı?
– Evet. Tüm ülkelerin ortak imzası vardı. Ama Uruguay Raundu'nda en tartışılan konu bu tarım oldu yine. Kan gövdeyi götürdü. Bunun için de 1992'de Avrupa Birliği ithal ikamecilikten vazgeçti, reform yaptı. 1993 yılında da Marakeş'te (Fas) Dünya Ticaret Örgütü imzalandı. Yani 1989'da round bitti ama dört yıl tartışması sürdü. Dünya Ticaret Örgütü'ne dönüştürüldü, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) örgütün en önemli alt başlığı haline getirildi. Sistem böyle işledi. Gelişmiş ülkeler beş, gelişmekte olanlar on yıl içinde gümrüklerini sıfırlayacaklar dendi.
– Türkiye'de kooperatifleşmeye gelirsek yeniden…
– Sistem böyle organize edilirken halen üretimden pazarlamaya güçlü bir zincirin var olması, demokratik bir yapı olarak kendisini sürdürebiliyor olması, iki nedenle sıkıntıydı. Birincisi kooperatifler demokratik yönetilir ve katma değere de erişebilirse ve refah düzeyi yükselirse onun elinden tekrar almak ve bu sisteme dönmek kolay değildi. Olmazdı. Maymunun gözü açılmadan bunu çözmek gerekiyordu ve 4572 sayılı yasayla çözüldü de. Bu yasayla demokratik yönetim de gümledi. Niye? Çünkü siz istediğiniz kadar bir kooperatifin yönetimin belirleyin ama anonim şirkette siz yoksunuz ki! Sabancı var. Örneğin Koç Tariş Üzüm Birliği ile Alaşehir'de bir rakı fabrikası kurdu. Yönetiminde Koç ile Tariş Üzüm Birliği var, çiftçi yok ki! Anason fabrikaları oraya işlemeye başladı. Sistem böyle parçalanmaya başlayınca üretimden pazarlamaya zinciri kopardınız. Dediğim gibi iki neden var. Ekonomik olarak çiftçiyi kendine bağladın, mahkum ettin, ikinci olarak da demokratik olarak örgütlenmiş bir yapının örgütlülüğünü dağıttın. Örgütlülüğünü dağıtınca direncini kaybettin, böylece dinamik bir unsur olmaktan çıkardın. Yoksa Tarişbank'ın özelleştirilmesi aşamasında İzmir Gündoğdu Meydanı'na biz çiftçiler kırk bin kişi geldik, bir kısmı hatta kağnılarla geldi ve protesto etti. Bu 1980 sonrasında oldu hem de. Türkiye'nin köylüsü o kadar da mücadelesiz değildir. Dünya köylüsünün bir bölümünden kat kat iyidir. Türkiye'de 17 ürün konusunda kooperatiflerde örgütlenmişti. Bunlar nelerdi? Tariş'te üç tane, pamuk, zeytin ve üzüm, Çukobirlik pamuktu, Güneydoğu Anadolu Birliği mercimek ve fıstıktı, Marmarabirlik zeytirndi, Trakyabirlik ayçiçeğiydi, Karadenizbirlik ayçiçeğiydi, Fiskobirlik fındıktı, Malatya'da Kayısıbirlik kayısıydı, şu anda hepsini tam hatırlayamıyorum bu birlikler vardı, ha bir de Pankobirlik vardı pancar üreticileri için. Geçmişte yönetimi bizde fakat denetimi bizde olmadığı için biz bunları emperyalizmin kırsal alana müdahale araçları olarak değerlendiriyorduk. Siyaseten öyle değerlendiriyorduk. Çünkü kapitalistler kendi varlıklarını sürdürebilmek için bizim alın terimize el koyuyorlardı sürekli olarak. Şimdi de şirketler haline dönüştürüldü. Kooperatifler 4572 sayılı yasayla birlikte serbest piyasa kooperatifçiliğine dönüştürüldü. Birer piyasa aktörü haline getirildi. Piyasadaki bir anonim şirketin işlevi neyse bunlar da öyle oldu.
Peki, kooperatif ile şirket benzer midir? Evet, benzerdir işleyişi. Ayrıldığı noktalar nedir? Şirketlerde sermaye çokluğu kimdeyse yönetim de ondadır. Kooperatiflerde ise her üye bir oy hakkına sahiptir. 500 dönümü olan da beş dönem arazisi olan da bir oy hakkına sahiptir. Dolayısıyla demokratiktir. Kooperatif neden icat edildi diye sorarsanız, kooperatifler şirketlere alternatif koruyucu örgütlenme biçimleriydi. Siz gidip gübre alırken bir çuval alırsanız tanesi beş liradır, ama 500 çuval alırsanız tanesini iki liraya alırsınız pazarlıkla. Bunu da üyenize verirseniz üyenize ucuz üretim girdisi sağlamış olursunuz. Bu arada işleme yaparsanız yani üzümü şaraba dönüştürürseniz, buğdayı una hatta ekmeğe dönüştürürseniz ürün katma değere ulaşır. O zaman siz ne yaparsınız? Rüstrum payı olarak geri ödersiniz. Onu da biraz açayım isterseniz. Diyelim bir ton zeytin verdiniz. Kaçtan verdiniz? Piyasa değeri diyelim iki lira. Bunu aldı kooperatif zeytinyağına dönüştürdü ve sattı. Değer kaça çıktı, yedi liraya. Bir lirasını masrafa ayırdık işçilik falan diye. Bir lirasını ihtiyat akçesi olarak ayırdık. İki liraya da almıştı kooperatif, etti dört lira. Geriye ne kaldı, üç lira. Ne kadar vermişti bir ton zeytin vermişti. Bir ton çarpı üç lirayı size geri vermesi gerekir. Kooperatifin özü budur. Bunu verdiği an senin kooperatife zeytini iki liradan vermiş olmanın bir önemi yok. Para oradan oraya geldiği zaman zaten siz refah düzeyinizi yükseltiyorsunuz. Zeytininizi beş liraya çıkarmış oluyorsunuz. Kooperatif size sürekli kazanç sağlıyor yani. Ama siz bunu keser de şirketlere verirseniz bu kazanç tüm köylülerin olmaz, sadece bir şirketin olur.
– Vergiden de kaybetmiş olursunuz.
– Tam da öyle. Paralar şirkete gitti demektir. Bir de şu var tabii, bu düzen bozulursa kooperatife verdiğiniz gibi iki liradan satamıyorsunuz zeytini fiyatı düşüyor bir liraya. İşte sistem böyle çöküyor. Bu anlattıklarım Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri ile ilgili. Bir de Köy Kalkınma Kooperatifleri vardı. Onlar daha farklıydı. Her köyde olur ve ikincisi olmazdı. Tüzükleri çok demokratiktir ve çok amaçlıdır. Köyde köprü yapar, mermer ocağı açar, alır işletir, yani köydeki yaşamı tanzim etme yetkisi ondadır. Fakat Türkiye bunu Almanya'dan almıştır, oradan kopya çekilmiştir. Almanya bunu Türkiye'ye vermiştir, demiştir ki "böyle bir kanun çıkaracaksın, biz sizin işçilerinizi öyle alacağız". Türkiye bu yasayı o dönemde çıkarıyor, Almanya'ya işçilerimiz gidiyor, bu kooperatiflere üye olmalarını istiyor Almanlar, düşünüyorlar ki "Türkler döndüğünde bu kooperatiflere üye olsunlar orada çalışsınlar, başımıza bela olmasınlar."
– Köy Kalkınma Kooperatiflerinin temeli Almanya yani…
– Almanya tabii.
– 1960'tan sonra çıkıyor bu yasa yani.
– Evet, evet. Dolayısıyla o kooperatiflerin böyle demokratik bir yanı var. Yasaya göre devletin bu kooperatiflerin kapısından içeri kafasını uzatma hakkı bile yok. Yasa öyle çıkmış çünkü. Yasa devlet sadece destek olur Köy Kalkınma Kooperatiflerine diyor.
– O kadar, onun dışında…
– O kadar, onun dışında hiçbir şey almaz diyor. Tersine onlara destek olmak durumundadır diyor. Öbürüsünde ise hepsini alıp götürüyordu. Dolayısıyla Köy Kalkınma Kooperatifleri böyle bir yapı üzerine oturduğu için sizin de söyleşiye başlamadan önce söylediğiniz gibi "Kooperatif eşittir Komünizm" diye ifade edildiği için insanlar çok sıcak bakmadı. Sadece Almanya'ya gitmek için üye oldular. Referans olarak kullandıkları bir şeydi. Ki suçu tek başına sisteme yüklemenin de bir anlamı yok. Bu anlayışta solcuların da payı vardı. 1976-1980 arasında solcular kooperatiflerin bir bölümüne egemen oldu. 78-80 arası ise yozlaştı. Aynı inşaat kooperatiflerinde olduğu gibi tokatlayıp sonra da kaçtı gittiler.
– Bunu solcular da yaptı yani…
– Solcular da yaptı. Solcular köylüyü soğuttu kooperatiften. Köylü "yapacağız birilerini zengin edeceğiz" dedi.
– Solcular derken CHP'lileri kastetmiyorsunuz değil mi, o dönemlerdeki?
– Hayır herkesi kastediyorum. Sosyalistleri, sosyal demokratları, bütün sol yelpazeyi kastediyorum. Temasta olan herkesin köylüyü bir tokatlama hadisesi vardır. Bu yüzden köylü pek güven duymaz kooperatife. Bir yandan sizin dediğiniz gibi dini yanından (Komünist işidir) karşı çıkarken diğer yandan tokatlanmaktan dolayı karşı çıkar. Nesnel bakıp özeleştiri vermek gerekirse kooperatiflerde durum böyledir. Halen o yaştaki kişilere gittiğinizde "yeni bir dolandırıcı mı geldi" diye bakar size.
Bir de balıkçılar kooperatifleri vardı. Fazla girmeyeyim ama sadece ağ bölümüyle ilgiliydi. Kooperatiflere üye olan veya olmayan balıkçılar dışarıdan ağ satın alamazdı. Kooperatiften satın almak zorunda idiler. O onlara temin etmekle yükümlüydü. Dolayısıyla onların ağası idi. Onlar da balıkçıları sömürüyordu. Yani kooperatifçilik bir sömürü mekanizması olarak işliyordu.
– Sonuçta ne yapılmalı?
– Buradan şuraya varmak lazım, kooperatifler gerekli midir? Gereklidir. İhtiyaç mıdır? Her zamankinden çok daha fazla ihtiyaçtır. Kooperatifleri şöyle değerlendirirsek sıkıntılıdır: Kooperatifler çiftçiye üretim girdisini ucuz alsın, pahalıya satsın diye düşünecek olursak, sıkıntı çıkar.
– Neden?
– Kooperatif sistemi değiştirmek ve çok uluslu şirketlere karşı alternatif haline getirmek istiyorsanız onu sistem karşıtı bir hale büründürmeniz lazım.
– Sistem karşıtı…
– Evet.
– Devletin yörüngesinden çıkmalı yani…
– Devletin yörüngesinden çıkacak, özgür olacak ama sistem karşıtı olacak. Şirketlere de karşı olacak. Bunun için sistemi ve gezegeni değiştirecek, gezegene bir demokrasi talebiyle ortaya çıkacak. Nasıl? Şimdi bir çiftçi kooperatifi gidip gübreyi ucuza alıyorsa, ilacı ucuza alıp kullanıyorsa o benim için kooperatif değildir. O beni ilgilendirmiyor. O düzene dahil olmuş, kendi çıkarını korumaya çalışan bir kurumdur. Sistemi değiştirmeye alternatif bir mekanizma değildir. Şimdi kalkıp da ben senin tohumunu kullanmayacağım, ilacını da kullanmayacağım, ben sana bilgi desteği vereceğim kendiniz evlerinizde ilaç yapacaksınız. Neyle yapacaksınız? Çevrenizdeki otlarla.
– Doğal olarak yani…
– Doğal olarak yapacaksınız. Peki, bu yaptığınız ilaçlar böcekleri öldürecek mi? Hayır asla. Uzaklaştıracak yalnızca. Doğal avcısıyla buluşturacak, ekolojik dengeyi sağlayacak. Bu süreçte ürünlerini gene sağlıklı bir şekilde işleyecek, işlediklerini götürüp hemen satmayacak. Karşısında da bir kooperatif olacak. Tüketici kooperatifi olacak. Ki biz tüketici kooperatifi kelimesini kullanmıyoruz, "kullanıcı, alıcı" olarak değerlendiriyoruz. Tüketmek kökünden türediği için kötü bir kelime. O kooperatif de kurulduktan sonra "kullanıcılar" ben şöyle biçimde üretilen, şöyle şartlarda üretilen ürün alırım diyecek mesela. Böylece üreticileri de yönlendirmeye başladığında ikisinin ortak kararı ile üretilen ürünün pazara inmiş olması esas olacak. Biz buna "temaslı" diyoruz. Yani "birlikte karar verilerek üretilmiş ürün". Bakın, dünya üzerinde özgür kalmış olan sadece köylüdür. Kentli özgür değildir. Köylü niye özgürdür? Köylü birine bağlı çalışmaz. Sabah sekiz akşam beş çalışmaz. Üretim gerektiğinde çalışır, gerekmediğinde çalışmaz. Kimseye hesap vermez. Ama kentli öyle değildir, her yanıyla bağımlıdır. Kentli tüketeceği ürüne karar verir, bu ürün kimden geldi, bir problem çıktığında yakasına yapışabileceği birini arar ve bu sistemde bulur da. Mesela bu ürünü sen ürettin. Bozuk çıktı, sana gel bakalım der, yalnız sen değil yedi kişi ile birlikte gel der. Kooperatif müteselsil kefil oluşturuyor çünkü. Bunun ürünü bozuk çıkarsa yedi kişi sorumludur. Kendi içinde denetimi zorunlu kılıyor. Birbirinizi denetleyin diyor köylüye. Öyle devlet gitsin denetlesin falan değil, devleti sokmuyor işin içine. Kendi kendine denetleyen ve düzelten bir mekanizma bu. Bunun tesis edilmesi alternatif kooperatifçiliktir, gezegen demokrasisini oluşturmaktır, örgütlü bir hale, ahlaklı bir topluma dönüştürmektir. Biz sendika olarak (Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu) böyle bir kooperatifçiliği destekleyen ve bunun için çaba harcayan bir yapıyız.
Kaynak : Ortakhaber – 23 Haziran 2015