Türkiye tarımında neoliberal bir düzenin yerleşmesine özgü sancıların yaygınlaştığı bir döneme denk gelen 2008 Küresel Krizi, bu sürecin kır ve kent emekçileri için çok daha yıkıcı biçimlerde gelişmesine neden olmaktadır. Üretimi tarımsal tekellerin çıkarlarına göre düzenleyen neoliberal yapılandırmanın küçük ve orta tarımsal üreticiye hazırladığı son bellidir: Topraksızlaşmak ve işçileşmek. Mülksüzleşen köylülüğün bir bölümü başkasının toprağında çalışan tarım proletaryası haline dönüşmekte, bir bölümü de güvencesiz çalışma koşullarına mahkum edilmiş bir emek yığını olarak kentlere göçmektedir. Diğer taraftan, çok sayıda üretici, kağıt üzerinde toprağının mülkiyetini kaybetmese de toprağı üzerindeki egemenlik hakkını yitirmekte; uluslararası ve yerli tarım-gıda tekellerine bağımlı taşeron çalışma biçimlerine tabi olarak kendi tarlasında işçileşmek durumunda kalmaktadır. Kriz koşulları, kırsal alanda yaşanan çözülme ve yeniden yapılanma sürecinde açığa çıkan çelişkileri keskinleştirecektir. Sermaye, krizini aşma stratejilerinde diğer tüm alanlarda olduğu gibi tarımda da saldırıyı asıl olarak tarımsal emeğe yöneltecektir.
Krizin kırsal alanda açığa çıkan ilk sonucu çiftçinin borç krizinin derinleşmesidir. Tarımsal üreticilerin bankalara ve tarım kredi kooperatiflerine toplam borcu (11.9 Milyar TL) tarım bütçesinin iki katını aşmış ve ödenemez hale gelmiştir. Borç yükü zincirleme biçimde üretim sürecini ve üreticilerin yaşam koşullarını etkilemektedir. Kriz, diğer yandan tarım işçilerini de vurmakta, ücretler aşağı çekilirken, çalışma ve yaşam şartları ağırlaşmaktadır. Kırsal alandan kopan tamamen parçalı ve örgütsüz nüfus, krizle birlikte artan işsizlik koşullarında, tüm emekçi kitlelerin çalışma-ücret koşullarının aşağı çekilmesinin çıpası olarak kentlerde güvencesizlerin en güvencesizi işsiz-işçiler biçiminde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. 2008’in son istihdam verilerine göre, genel eğilimin tersine tarım istihdamında kısmi bir artış yaşanmıştır. Bu durum kriz koşullarında tarım dışı sektörlerdeki işsizlik artışının tarımsal emeğin kırsaldan çıkamamasına ve kısmi bir kıra geri dönüşe neden olduğunu göstermektedir. Oysa gelir artmamakta sadece ortadaki geliri ve dolayısıyla kır yoksulluğunu paylaşan kişilerin sayısı artmaktadır. 2008 krizi, bütçelerinin neredeyse %80’ini gıda teminine ayıran emekçilerin kırda ve kentte hızla yoksullaşmasına; açlıkla yüz yüze gelmesine neden olmaktadır.
Kriz koşullarında sermaye, tarımda yaşanan altüst oluştan nasıl karlı çıkacağının hesabını yapmaktadır. TÜSİAD, 2008 Mayıs’ında açıkladığı ve 2009’un ilk aylarından itibaren tarımsal bölgelerde sanayicilerle ayrı ayrı toplantılarla değerlendirmeye aldığı “Türkiye’de Tarım ve Gıda: Gelişmeler, Politikalar, Öneriler” başlıklı raporunda, “tarım ve gıdanın krizde ülke ekonomilerinin yeniden yapılanmasında hayati önemde” olduğunu vurgulayarak yeni bir tarımsal dönüşüm reformu çağrısı yapmaktadır. Tekelci sermaye, DTÖ üyesi olan ve AB üyeliğini hedefleyen Türkiye’nin tarımda “kendine yeterlilik” politikasından tamamen vazgeçmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Önerilen reformun ayakları; tarımsal üretimin azaltılması ve tarımda ürüne yönelik uzmanlaşma; mülkiyet yapısının düzenlenmesi; “rekabetçi” bir tarım yapısının oluşturulması; tarımsal destekleme politikasının, sermayenin araştırma-geliştirme faaliyetlerinin ve yatırım altyapısı olanaklarının geliştirilmesine dönük değerlendirilmesi; yüksek teknolojili tarımsal üretime geçiş; sulama yatırımları, suyun yönetimi ve fiyatlandırılmasında yeni düzenlenmelerin yapılmasıdır.
Kriz koşullarını; üretim su, enerji, tohum ve toprağa yönelik stratejilerini en yıkıcı biçimlerde hayata geçirme fırsatı olarak değerlendirmek isteyen sermayenin önüne geçecek yegane güç ise bellidir: Dayatılan tarım politikasına karşı tepkilerini kendilerine özgü mücadele yöntemleriyle ve yeni örgütlenme çabalarıyla gösteren küçük-orta tarımsal üretici ve kır emekçileri. Tarımsal alanda 2000’li yıllarda uç veren hareketlilik, kırda yeni bir mücadele ve örgütlenme sürecinin ipuçlarını vermektedir.
Tarımda neoliberal düzenin inşası
Türkiye’de 1980’lerde başlayan ancak asıl yıkıcı biçimini 2000’li yıllarda kazanan neoliberal tarım politikalarının en önemli etkisi Türkiye tarımının dayandığı temel zemin olan bağımsız küçük üreticiliğin tasfiyesinin hız kazanması ve büyük kırsal nüfus kitlelerinin geçim araçlarından koparılması ve işçileştirilmesi oldu.1 Sadece AKP’nin iktidarda olduğu 2002-2007 yılları arasında 1 milyon 800 bin insan tarımdan koptu.2
DB, IMF, DTÖ programları ve AB Ortak Tarım Politikası uyarınca tarımsal destekleme politikasının; fiyat garantisi ile destekleme alımlarının, kredi, girdi, prim desteklerinin tasfiyesi3 ve tarımsal alanda düzenleme ve desteklemede belirleyici olan tüm KİTlerin özelleştirilmesi tarımsal üreticiyi, tarım ve gıda alanına egemen olan uluslararası tekellerin belirlediği tarım piyasasına bağımlı hale getirdi. (SEK, Yem Sanayii, EBK, KÖYTEKS, ORÜS, TZDAŞ, TÜGDAŞ adlı tarımsal kuruluşlar 1993-2000 yılları arasında özelleştirilmiştir.) Gümrük politikalarında yaşanan değişim ve ihracat/ithalatta tam serbestlik, AB ve ABD kökenli tarım tekellerinin büyük sübvansiyonlarla desteklenen ve çoğu zaman maliyetlerinin altında Türkiye pazarına sürülen dampingli ürünleri karşısında yerli üreticinin rekabet etmesini olanaksız hale getirdi. Türkiye tarımsal alanda uluslararası sermayenin açık pazarı haline dönüştü. Bu süreç tarım ürünleri fiyatlarını yerel maliyet koşullarından kopartarak uluslar arası piyasaya tabi kıldı. Öte yandan küçük-orta tarımsal üreticiyi yıkıma sürükleyerek borsalarda spekülasyon4 konusu haline getirilen gıda fiyatları kentli emekçilerin de gıdaya ulaşım hakkını sermayenin insafına5 bıraktı. Örneğin 2007 yılında mali sermayenin spekülasyon aracı olarak gıda mallarına yönelmesi sadece bir yıl içinde buğday fiyatını %120, pirinç fiyatını %75 arttırdı. Tarımsal girdi desteklerinin aşağı çekilmesi ve büyük bölümü yine tarımsal tekellerce belirlenen girdi fiyatlarının yüksekliği küçük-orta tarımsal üreticiyi ekim yapamaz ya da ektiği ürünü satamaz hale getirdi. Çiftçi, 2008 yılında gübrede %150’yi aşan; mazotta %40, elektrikte %50-60’ı, tohumda ve tarımsal ilaçta %42’yi bulan fiyat artışları nedeniyle ürünlerini zararına sattı ve girdi maliyetlerini karşılamak için aldığı borçları ve elektrik-su faturalarını ödeyemedi. Birçok üretici bankalara borcunu ödemek için çalışır hale geldi. Tarımda üretimden gelen gelirle borcunu ödeyemeyen çiftçi, varlık satış yöntemine gitti ve traktör, tarım makineleri gibi üretim araçlarını ve toprağını satışa çıkardı.
Bu süreç bir zamanlar tarımsal ürün yeterliliği ile övünen Türkiye’nin ithalatçı ülke haline gelmesine yol açtı.6 Diğer yandan ihracata yönelik tarımsal üretim zorlaması, üreticiyi ihraç edilebilir belirli tarımsal ürünler üzerinde uzmanlaşmaya yöneltti ve dış pazarlara bağımlılığı arttırdı. Tüm bunlar yerli tarım ürünleri çeşitliliğinin, ekolojik-genetik zenginliğin ve yerel koşullara uygun üretim özelliklerinin korunamamasına, ülkenin kendine yeterli bir gıda rejimi oluşturmak için gereken tarımsal üretim altyapısının ve gıda güvenliğinin tahrip edilmesine neden oldu. Çiftçinin üretim süreci üzerindeki tasarruf hakkını tarımsal tekeller lehine ortadan kaldırmaya dönük diğer bir yapısal düzenleme, AKP iktidarı tarafından çıkarılan Tohumculuk Kanunu ile yaşama geçirildi.7 Dünya çapındaki örnekleriyle benzer biçimde hazırlanan Tohumculuk Kanunu’nun temel mantığı, binlerce yıldır geleneksel tarım yöntemleri ile kuşaktan kuşağa aktarılan bilginin özel mülkiyetleştirilmesi, çiftçilerin tohum üzerindeki kolektif fikri haklarının şirketlerin eline geçmesi, küçük üreticilerin üretim maliyetlerinin artması, yerel tohumları terk edilerek endüstriyel tarıma geçilmesi ve üreticilerin GDO’lu tohumlara yönlendirilmesine yol açmak üzerine kuruldu.8
Tarımsal yeniden yapılandırmada tarımsal emek cephesi
Tarımda neoliberal yeniden yapılandırmanın bir ayağı da “yönetişim” aygıtlarının devreye sokulması oldu. Şeker Kurumu ve Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu gibi, tarım şirketlerinin içinde yer aldığı Kurullar, üretime, iç pazara verilecek ürün miktarına kota koyma yetkisiyle donatılırken, ürün alım fiyatının işletmeci-üretici mutabakatına bırakılması ve ürün satış fiyatının şirketlerce belirlenmesi gibi uygulamalar devreye sokuldu.9 Bu durum binlerce üreticinin geleneksel ürünlerini ekemez hale gelmesine yol açtı. Örneğin Şeker Yasası sonrası 175 bin üretici şekerpancarı üretimini bıraktı ve üretim 18 milyon tondan 11 milyon tona geriledi. Tütün Kanunuyla TEKEL’in destekleme alımlarından çekilmesi, sözleşmeli üretime geçilmesi ve özelleştirme10 süreciyle birlikte 2002-2007 döneminde tütünde üretici sayısı 410 binden 180 bine, ekim alanı 195 bin hektardan 140 bin hektara, üretim de 163 bin tondan 75 bin tona geriledi.
Tarım sektöründe belirleyici olan kamu kurumlarının özelleştirilmesi aynı zamanda o sektörlerde pazar egemenliğinin birkaç şirketin eline geçmesi ile sonuçlandı. Yerli sermaye gruplarının çokuluslu şirketlerle ortaklıkları artarken, küçük üreticiliğe dayanan Türkiye tarım yapısı üzerine oturan çokuluslu şirketlerle gıda piyasası katmanlaştı.11 Tarım ve gıda üretimi uluslararası sermayenin, yerli tekelci sermayenin ve bunların taşeronlarının denetimi altına girdi. Artık Türkiye tarımsal üreticileri çıplak biçimde sermayeyle karşı karşıyaydı. Özelleştirme süreçler, devlet denetiminde sözleşmeli üreticilik sistemini köylüler için şirketlere sözleşmeli kölelik sistemine dönüştürdü. Sözleşmeli üreticiliğin12 şirketlere bağımlı kılınmasıyla sermaye, toprak mülkiyetini alma maliyetine katlanmadan güçsüzleştirilmiş tarımsal üreticinin malını ve işgücünü birlikte kiralamaya başladı. Üretim süreci üzerinde üretici egemenliğini ortadan kaldırarak kendine bağımlı kıldı. Malını ve işgücünü kiralayan üretici; tarlası, ürünü, üretim süreci üzerindeki tasarruf hakkını kaybederken, kendi tarlasında işçi haline geldi. Örneğin, şirketle belirli nitelikteki ürün için sezon zamanı oluşacak piyasa fiyatlarına göre satın alma taahhüdüyle sözleşme yapan üretici, şirket uzmanlarınca denetlenebilmekte, kimi zaman tarımsal girdiler şirket tarafından temin edilmekte, vakti geldiğinde sözleşmeye rağmen şirket tarafından ürün tarlada bırakılabilmektedir.
Tarımda neo-liberal yıkımın tarımsal emekçiler açısından diğer bir sonucu tarımda güvencesiz çalışmanın biçimleri olarak geçici ve gezici tarım işçiliğinde yaşanan artış oldu. Anadolu’nun topraksız yoksul köylülerinin tarla, bağ, bahçelerde mevsimlik, haftalık, günlük tarım işçisi olarak çalışması yeni değildir. Ancak bu sayı giderek artmakta, toprağı olup tarımsal üretimle geçimini sağlayamayan aileler bu çalışma biçimine katılmakta, mevsimlik işçiler ülkeyi bir baştan bir başa kat etmektedir. Mevsimlik işçilerde ana ağırlığı Kürt tarım emekçileri oluşturmaktadır. Resmi verilere göre sayıları 200 bin civarında olan mevsimlik işçilerin ailelerin tamamının katılımıyla çalıştıkları göz önüne alındığında sayı tahmini iki milyona yaklaşmaktadır13 Geçici ve gezici işçilerin büyük bir bölümünü kadın ve çocuklar oluşturmaktadır.14 Düşük ücret ve insanlık dışı koşullarda çalışmanın yanı sıra özellikle mevsimlik işçilerin barınma, beslenme, eğitim, sağlık haklarının varlığından söz etmek mümkün değildir. Mevsimlik tarım işçileri yılda 3-4 bölgede ve işte çalışmakta, kamyon kasalarına doldurulup taşınmakta, çadırlarda barınmakta, gelirlerinin bir bölümünü işi ve ücreti toprak sahibiyle görüşerek belirleyen, işin kontrolünü sağlayan, ücretlerin ödenmesine aracılık yapan kişi olan “elçi-çavuş-dayı”ya vermektedirler. Yine mevsimlik Kürt işçiler, birçok yerde, daha önce Ordu Valisi’nin aldığı “göçmen işçilerin şehre girmelerini” yasaklama ve çalışmak için gelen Kürt işçilerin GBT sorgulamasından geçirilmesi gibi ayrımcı kararlarla, devlet kurumları tarafından da doğrudan yönlendirilen milliyetçi saldırılarla, ırkçılık ve ayrımcılıkla karşılaşmaktadır.
Tarımda emek genel anlamda güvencesizdir. Tarımda istihdam edilenlerin %46.3’ü ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Bu oran kadınlarda %87.3’tür. Sosyal güvenlik kuruluşlarına kayıt olma oranı tarımda %11.8’dir. Bu oran kadınlarda %0.8’dir yani her 100 kadından 99’u tarımda sosyal güvenceden yoksun istihdam edilmektedir. Bu durum tarımsal alanda yaşananlar görmezden gelinerek ülke çapında güvencesizliğe karşı mücadele stratejileri oluşturulamayacağını göstermektedir.
Kırsal kentlere ve büyükşehirlere göç eden kitleler ise taşeron çalışmanın, fason üretimin, gündelikçi çalışma biçiminin ana kitlesini oluşturmaktadır. Kentteki “köylüler” olarak kentle bütünleşmeye çalışan emekçiler, kentsel hizmetlere ve kamusal haklara ulaşmada en dezavantajlı kesimi oluşturmakta, ucuz emek havuzlarının ana kitlesi olarak emekçiler arasında rekabet ve düşmanlaştırma politikasının somut hedefi haline dönüşmektedirler. Türkiye’de kırsal alandan kente göçün önemli bir belirleyeni, 90’lardan itibaren Kürt illerinde yaşanan kirli savaş, zorunlu göç ve köy boşaltmaları, yayla ve kışlaklara çıkış yasağı gibi nedenlerle yıkıma uğrayan tarım ve hayvancılık olmuştur. Özellikle Kürt illerinden göç alan kentlerde yerel emekçilerin işsizliğe ve yoksulluğa karşı tepkilerinin milliyetçiler tarafından Kürt işçilere yönlendirilmesi kimi yerde göçmen işçilerin potansiyel suçlu muamelesi görmesine yol açmakta, kimi yerlerde ise linçe varan saldırılar yaşanmaktadır. Kente göçen ve tamamen örgütsüz bir emekçi kitlesini oluşturan kırsal nüfus, güvencesizlik ve ağır yaşama/çalışma şartları altında geleneksel dayanışma ilişkilerinin içine girme, hemşericilik ilişkileri ya da cemaat yapıları içinde ayakta kalma stratejileri oluşturmaktadır.
Tarımda gelenekselliğin çözülüşü ve örgütlenme
Neoliberal tarım rejimiyle beraber, büyük toprak sahipleri, emperyalist tarım ve gıda tekelleri ve onların taşeronu tarım şirketlerinin çıkarları ile tarım emekçileri, yoksul topraksız köylüler ve küçük üreticilerin çıkarları arasındaki çelişkiler derinleşmektedir. Ancak hala büyük bölümü küçük-orta ölçekli aile işletmelerine dayanan tarımda, üreticilerin ana örgütlenme kanalları gelenekseldir. Geleneksel örgütlenme biçimleri bugünün kırsal çelişkilerine yaslanmamakta, tarımsal emeğin ortak çıkarlarını ve ihtiyaçlarını savunmamaktadır. Tarımsal alanda devletin piyasada belirleyici rol aldığı döneme göre şekillenen, uzun yıllar siyasal iktidarların atadığı müdürler tarafından yönetilen ekonomik örgütler olarak Tarım Satış Kooperatifleri ve anti-demokratik tüzük ve yasalarla şekillendirilen meslek örgütü Ziraat Odaları ve Birlikler siyasal iktidarların vesayeti altındadır. Milyonlarca küçük-orta üreticinin üye olduğu geleneksel üretici örgütlenmeleri yapısal olarak kırsal alanda sömürü ve rantı paylaşmanın, kırı denetim altına almanın, köylü muhalefetini pasifize etmenin araçları olmuşlardır.15 Geleneksel tarım örgütlenmelerinin önderlikleri daha çok zengin köylülüğün elinde sağ siyasal hegemonya altındadır ve küçük-orta köylülüğün söz ve karar hakkı yoktur. Ziraat Odaları tarımsal alanda yaşanan yıkımın büyük bir öfkeye dönüştüğü 2000’li yıllara damgasını vuran üretici eylemlerinde etkin güç olmuştur. Ziraat Odaları’nın etkinliğinin birkaç temel nedeninden bahsedilebilir. Tarımsal alandaki büyük altüst oluş, tarımsal tekellerle çeşitli kanallarla bütünleşmiş olsalar dahi sömürü ve kar oranları açısından büyük toprak sahiplerinin de çıkarlarına değmektedir ve bu kesimler kendi konumlarını en az hasarla koruma refleksi göstermektedirler. Diğer yandan büyük toprak sahipleri, taban üzerindeki etkinliklerini ancak küçük-orta köylülüğün aşağıdan yükselen tepkiselliğinin kendi denetimlerinde açığa çıkmasını sağlayarak koruyabilmekte, aynı zamanda bu tepkiselliği belli bir noktaya kadar kendi çıkarlarını korumakta dayanak haline getirmektedirler. 2004’te üretici eylemleri yayılırken, Aydın’da binlerce üreticinin hükümeti istifaya çağırıldığı mitingden hemen bir gün sonra, Tarım Bakanı’nın da katıldığı bir toplantıda Ziraat Odaları Birliği adına hükümetten özür dilenmesi ve tabandan gelen baskı ile mitingin yapıldığının söylenmesi Odaların yapısını anlatan iyi bir örnektir ama tekil değildir. 2000’li yıllar gerçekleştirilen üretici eylemleri kadar Ziraat Odaları’nın üretici tepkilerini bastırdığı sayısız girişimle doludur.
Tarım alanında geleneksel örgütlenme kanallarının hegemonyasının kırılamamasında, tarım toplumunda siyasal gericiliğin; milliyetçilik ve İslami gericilik biçimlerinde örgütlü olmasının da etkisi vardır. Sağın oy deposu özelliğini koruyan kırsal alanın siyasi tercihleri bu alandaki aktörler arasında salınmakta, seçim önceleri kısmi kaynak aktarımına dayanan hamleler oy akışını siyasal iktidar lehine yönlendirebilmektedir. Tarımsal alanın siyasal tercihindeki geleneksellik, köylülük içinde köklü bir siyasal parti olan DP(DYP)’nin, Türkiye siyaset sahnesinden silinmesine rağmen, 2009 seçimlerinde hiçbir bölgede alamadığı oy oranını tarım yoğun yerleşimlerden alması örneğinde kendini göstermektedir. Tarımsal yıkıma yönelik büyüyen öfke kırsal nüfusun siyasal tercihlerinde doğrudan köklü bir dönüşüme yol açmamaktadır. Tarımsal alanı örgütlemeye dönük ilerici inisiyatiflerin zayıflığı bu konuda bir diğer etkendir.
Üreticinin geleneksel/muhafazakar örgütlenme biçimlerine alternatif bir girişim, sosyalist gelenekten gelen inisiyatiflerle başlatılan sendikalaşma çabası olmuştur. Tütün Yasası’nın Meclise gelmesi sürecinde, yasaya karşı bilgilendirme ve örgütlenme çabası için Uşak Eşme’de köylerin gezilmesiyle başlayan ve Akhisar’da tütün sorunlarının ele alındığı Tütün Kurultayı’nın gerçekleştirilmesiyle devam eden süreç boyunca, benzer yöntemlerle köyler gezilerek üzüm, zeytin, fındık, buğday, çay, şekerpancarı, hayvan yetiştiriciliği, ayçiçeği kurultayları örgütlenmiştir. Kurultaylar sonucunda ürün bazlı sendikaların kurulması kararı alınmıştır. Devlet çiftçi sendikalarına yönelik davalar açmış, Mart 2009’da ise 8 ürün bazlı sendikanın birleşimi ile kurulmuş olan Çiftçi-Sen’in kapatılmasına karar verilmiştir. Hukuki süreç devam etmektedir. Çiftçi sendikaları deneyimi, sendikal örgütlenme geleneği olmayan kırsal alanda sözleşmeli üreticiye şirketlere karşı sendika altında örgütleme hedefini taşıması; kimi zaman sembolik düzeyde kalsa da ilerici muhalefetin gündemine tarımsal üreticilerin/alanın sorunlarını taşıması ve asıl olarak tarımsal alandaki neoliberal yıkıma karşı tepkileri örgütlemeye dönük cesur bir adım olması bakımından değerlidir.
Tarımsal alanda mücadele geleneği ve yeni dinamikler
Türkiye’de köylü hareketleri, özellikle toplumsal muhalefetin gençlik hareketi ve işçi sınıfı mücadelesinin üzerinden yükselerek siyasallaştığı ve tüm ülkeyi etkilediği 1967-68’lerden başlayarak kısa dönemli de olsa özel deneyimler biriktirmiştir. 1967’de Fatsa köylülerinin tefeciliği ve sömürüyü protesto ederek borçlarının ertelenmesi için yaptığı eylemler; 1969’da Samsun’nun Çarşamba ve Bafra ilçelerinde gerçekleştirilen tütün üreticileri mitingleri; İzmir’in Torbalı ilçesine bağlı köylerde ağa işgalindeki hazine arazilerini ele geçiren köylülerin eylemleri; Tokat Uzunburun köylülerinin yaptığı 2 bin dönümlük hazine toprakları işgali; Nallıhan ve Bafa Gölü köylülerinin işgalleri, 1970’te Doğu Karadeniz’de çay üreticilerinin eylemleri ve çay fabrikaları işgalleri; Giresun, Ordu, Fatsa, Bulancak, Tirebolu, Espiye ve Vakfıkebir’de fındık üreticilerinin tefeci-tüccar sömürüsüne karşı düzenledikleri mitingler; haşhaş üretiminin kısıtlanmasına karşı Merzifon ve Çorum’da binlerce köylüyü harekete geçiren eylemler; 1971 yılının başında Uşak Eşme’de ve Alaçam’da düzenlenen tütün mitingleri; Aydın Söke’de gerçekleşen toprak reformu mitingi; Gaziantep Oğuzeli’nde köylülerin ağalar tarafından başkalarına kiraya verilen 3 bin dönümlük toprağa el koymaları döneme ait mücadele örneklerinden bazılarıdır. Bu dönem tarım emekçilerinin, küçük üreticilerin ve topraksız köylülerin eylemlerinde, başta Karadeniz olmak üzere tarım bölgelerinde örgütlenme çabalarını arttıran Dev-Gençlilerin rolü atlanamaz. Yine devrimci hareketin 1978-79 aralığında anti-faşist mücadelede elde ettiği konumu somut politik hedeflere yönelttiği Fatsa’da örgütlenen “Fındıkta Sömürüye Son” mitingi ve kampanyası; yörenin en önemli sorununa karşı mücadelenin halkla birlikte örgütlenmesinin avantajlarını göstermiş, Fatsa deneyiminin yaratılmasında kritik bir rol oynamıştır.
70’lerdeki köylü hareketliliği kesintiye uğradıktan sonra, uzunca bir süre köylülük toplumsal muhalefet açısından belirleyici bir pratik içinde bulunmamıştır. 2000’li yıllara kadar geçen süre içinde bugünkü köylü hareketlerinde iz bırakan bir diğer önemli deneyim ise Bergama köylülerinin Eurogold maden şirketine karşı verdikleri mücadele olmuştur. Bergama köylüleri, siyanürle üretim yapan altın madenine karşı, şirketin tüm iş, para vaatlerine, kendilerine yönelik şiddete, devletin madeni korumasına rağmen mücadele etmişlerdir. Sürdürdükleri mücadele; eylem zenginliği ve yaratıcılığı, köylü kadınların katılımı, yıllara yayılan sürekliliği ve inatçılığı, tüm Türkiye toplumsal muhalefetinin gündemi haline gelmesi, köylü mücadelesinin ihtiyaç duyduğu hukuksal ve bilimsel-teknik bilgi ile buluşmasıyla toplumsal mücadeleler tarihimizde yerini aldı ve tüm ülke halklarına bir direniş geleneği bıraktı. Bergama köylülerinin mücadelesi bugünün köylü hareketlerinde yaşanan ekolojik duyarlılığın da temel çıkış noktalarından birini oluşturdu. Açılan davaları kazanmaya odaklanan ve çeşitli düzeylerde davaları kazanmasına rağmen hükümetlerin ayak oyunlarıyla altın şirketinin çalışmalarını durduramayan Bergama köylülerinin mücadelesi, hukuki mücadele alanının sınırlarını ve ancak sistem karşıtı bir siyasallaşmayla kazanımın mümkün olacağını göstermesi bakımından da kritik bir önem taşıyordu.
Tarımda neoliberal yıkımın şiddetiyle geçen 2000’li yıllar ise uzun süredir rastlanmayan biçimlerde, yaratıcılıkta ve kitlesellikte köylü eylemlerine ve üretici mitinglerine sahne oldu.
Manisa ve Ordu’da 100 bin ve Aydın’da 50 bin üreticinin, ürünlerine verilen düşük fiyatları ve destekleme oranlarını protesto ettiği mitingler tarım bölgelerinin neredeyse tamamında karşılığını buldu ve yaygınlaştı. Cüneyt Zapsu’nun maketlerinin yakıldığı Ordu mitinginden sonra Samsun-Ordu karayolunu 9 saat boyunca 20 bin kişiyle trafiğe kapatan ve bizzat Tayyip Erdoğan’ın emriyle sert müdahaleye maruz kalan üreticiler, gözlerin tarım alanında yaşanan yıkıma çevrilmesini sağladı. Artvin Hopa ve Kemalpaşa’da çay verme sınırlaması nedeniyle ürünlerini toplayamaz hale gelen ve özel firmalardan alacaklarını zamanında tahsil edemeyen çay üreticileri, özellikle kadınların önderliğinde yol kesme eylemleri yaptılar. Mersin’de narenciye üreticileri limon hasat gününde ürünlerini yollara dökerek D-400 karayolunu trafiğe kapattılar. Şarköy Mursalı köyü üzüm üreticileri, sözleşme yaptığı halde üzümlerini almayan MEY A.Ş’yle mücadele ederken, Manisa Kırkağaçlılar tütünde özel sektör dayatmasıyla imzaladıkları sözleşme fiyatlarına dahi uyulmamasına karşı eylem yaptılar. Tarım Kredi Kooperatifi’nden aldıkları krediler nedeniyle hacizle karşı karşıya kalan çiftçiler, Konya’da Tarım Kredi Kooperatifi önünde iki gün süren oturma eylemi yaptılar. Manisa, Burdur, Konya, Manisa, Afyonkarahisar, Denizli, Karaman, Bursa, Muğla, Ankara ve İzmir Tire’den Antalya’ya gelen binlerce süt üreticisi “Alakız sütünü helal etmiyor” sloganıyla eylem yaptılar.
Neoliberal su ve enerji politikaları nedeniyle artan enerji ve su faturaları; özellikle yerel su kaynakları üzerinde tasarruf ve kullanım haklarının ellerinden alınması ve kaynakların sermaye kullanımına açılması, köylülerin bir diğer temel gündemiydi. Urfa Akçakale’de faturaları ödeyemedikleri için elektrikleri kesilen köylüler DEDAŞ’a yürürken, Urfa’nın Virahşehir ilçesinde elektrik kesintileri yüzünden trilyonlarca lira zarar eden köylüler AKP ilçe binasını bastılar. Malatya’nın Akçatoprak köylüleri borçları nedeniyle sularının kesilmesi sebebiyle traktörleriyle karayolunu trafiğe kapattı. Gaziantep`in Oğuzeli ilçesi yakınlarındaki Kayacık Baraj Gölü`nden yeterince su alamayan köylüler, kuruyan tarlalardaki buğdayların bir kısmını yakarak eylem yaptı. Sakarya’da Teketaban köylüleri kendi elleriyle oluşturdukları su şebekelerine sayaç takmak için gelen görevlileri “suyumuz bizimdir” diyerek sopalarla karşıladılar. Doğu Karadeniz’de derelerden akan suların kullanım hakkının HES projeleri ile çokuluslu firmalar ve yerli şirketlere satılmasına karşı, Fırtına Vadisi’nden başlayan mücadele örneğinden hareket eden Fındıklı, İkizdere, Hemşin ve Çayeli halkı doğal kaynakların ve yaşam alanlarının yağmalanmasına karşı uzun soluklu bir mücadeleye girişti. Fırtına, Fındıklı, İkizdere, Kemalpaşa, Hopa, Hemşin, Arhavi, Parat, Çayeli Senoz ve Trabzon dereleri adına Derelerin Kardeşliği Platformu oluşturuldu.
Sermayenin köylülüğün doğal yaşam alanını yıkıma uğratan girişimleri ve neoliberal maden, sanayi, çevre politikaları, köylülerin giderek daha fazla ekolojik sorunları gündem yapmalarına ve bu sorunlar etrafında harekete geçmelerine yol açtı. Antalya, Milas, Alanya, Eskişehir, Afyonkarahisar, Kocaeli gibi birçok yerde köylüler taşocaklarına karşı eylemler örgütlediler, İzmir Germiyan köylülerinin mücadelesi sonucu taşocağı mühürlendi. Manisa’nın Develi köyünde katı atık bertaraf tesisini ve ürünlerinin para etmemesini çeşitli eylemlerle protesto eden, Manisa Belediyesi’ni basarak “pis bir yer varsa o da burasıdır” diyerek deterjanlarla yıkayan köylüler sonunda TBMM kapısına dayandılar. Katı atık depolama alanlarının köylerine getireceği kirlilik ve yapım sırasında kesilen ağaçları korumak için Maraş’ta yol kesen köylüler, Samsun Bafa’da aynı taleplerle yaptıkları eylemde kendilerini ağaçlara bağladılar. Köylüler Kaz dağlarında maden aramalarına karşı düzenlenen eylemlere katılırken, ocaklara madencileri sokmamak için gece nöbetleri tuttular. Uşak İnal Kışladağ köylüleri siyanürle altın arayan, Tüprag Metal Madencilik Şirketi’ne karşı sürdürdükler uzun soluklu mücadelede, şirketin suyunun kendi topraklarından geçmesine izin vermediler. Gümüştaş Madencilik Şirketi’nin Niğde’de siyanür yöntemi ile işletmek istediği altın madeniyle yapılması planlanan “ÇED halkın katılımı toplantısı” halkın engellemesiyle yaptırılmadı. Maraş Narlı köylüleri verimli tarım arazilerinin üstüne dikilen Sanko Çimento fabrikasına karşı başlattıkları direnişi, “Onuruma, Ovama Dokunma” sloganlarıyla yapımı devam eden ikinci fabrikaya karşı da sürdürüyorlar. Bismil’in topraksız köylülerinin hazine arazilerini kiralayan toprak ağasına karşı sürdürdükleri eylemler, Çukurova tarım işçilerinin yevmiyelerin yükseltilmesi talebiyle örgütlediği iş bırakma eylemi, Ankara Polatlı’da çoğunluğu Kürt 30 bin tarım işçisinin grevi, Hatay’da kamyonla taşınan mevsimlik işçilerin trafik kazası sonucu ölmesi üzerine 1500 işçinin yaşam hakkı talebiyle üç günlük yas ilan edip iş bırakması, tarımsal emeğin ve yoksul köylülüğün mücadeleleri açısından diğer örnek deneyimler oldular.
2000’li yıllar neoliberalizme karşı mücadelede tarımsal alanın direniş potansiyelini açığa çıkardı. Türkiye tarım bölgelerinde bireysel ya da küçük ölçekli protestolar yaygınlaştı. Üreticilerin ve tarım emekçilerinin mücadeleleri; tarımda sömürünün ana ağırlığını çeken kadınların katılımı, sermayenin üretim ve yaşam alanlarını oluşturan doğal çevrede yarattığı yıkıma karşı akarsularına, ormanlarına, topraklarına sahip çıkmak üzere ekolojik duyarlılıklarla harekete geçmeleri ve başta yol kesme olmak üzere neoliberalizme karşı direnişte mücadele yöntemi olarak kritik önem taşıyan doğrudan eylem biçimlerini kullanmaları açısından önemli göstergeler taşımaktadır. Tarımsal üreticilerin ve emekçilerin mücadele eğilimleri, tarımsal alanda yaşanan yıkım karşısındaki hareketlilikleri örgütlenmesi gereken büyük bir potansiyelin varlığına işaret etmektedir.
Kırsal yaşamın mirasçısı olarak köylülerin mücadelesi, insanlığın tüm varlığını ve ihtiyaçlarını piyasaya bağımlı kılan ve yaşamı metalaştıran neoliberal yeni sömürgeciliğe karşı mücadelede de emekçi halkların bugünü ve geleceği açısından belirleyici bir önem taşımaktadır. Tarımsal üreticilerin ve tarım emekçilerinin tarihsel kolektif bilgilerini koruyarak, doğaya hükmederek değil onun bir parçası olarak ve emperyalist tarım tekellerinin değil halkın ortak ihtiyaçları doğrultusunda üretme hakları vardır. Su, enerji ve diğer doğal kaynakları, toprak ve tohumlarını koruma ve bunlar üzerindeki kolektif kullanım haklarını tekellere ve işbirlikçilerine karşı savunma hakları vardır. Tarımsal emeğin güvenceli ve insanca çalışma ve yaşama hakkı vardır. Tarımsal alanda tüm bu hakların savunusu üzerine ilerici örgütlenme ve mücadele biçimlerinin açığa çıkarılması mümkündür. Bu olanak yaşanan yıkımın keskinleştirdiği tarımsal çelişkilerde; köylülerin talep ve hareket etme biçimlerinde belirmektedir. Diğer yandan neoliberal saldırının yarattığı yıkımın şiddeti, kent ve kır emekçilerinin ortak gündemlerini oluşturmaktadır. Kent emekçilerinin güvenceli çalışma; gıda ve beslenme hakkı, enerji, su, çevre hakkı mücadelelerinin kırsal alandaki karşılıkları, özneleriyle birlikte açığa çıkmaktadır.
Kır ve kent emekçilerinin ortak politik talepleri ve hak mücadele biçimlerinin açığa çıkarılması bakımından kriz dönemi önemli olanaklar sunmaktadır. Küçük ve orta tarımsal üreticilerin kredi borçlarının silinmesi; icra işlemlerinin durdurulması; kaynakların tarım şirketlerini kurtarmak için değil köylülüğün piyasaya karşı korunması ve küçük-orta üreticinin desteklenmesi için kullanılması; IMF, DB, DTÖ ve AB tarafından dayatılan ve AKP iktidarınca uygulanan neoliberal tarım politikalarına son verilmesi; tarım işçilerinin sosyal güvenlik ve çalışma koşullarının düzeltilmesi; aracıların ve gıda spekülatörlerinin aradan çıkarılarak gıdaların insanlara ulaşımında dolaysız kanallar kurulması gibi kırsal alanda açığa çıkan acil taleplerin; kentlerde temel gıda maddelerinin fiyatlarının kontrol altında tutulması, tüm insanların temel gıda maddelerine ücretsiz ulaşım ve beslenme hakkının garanti altına alınması talepleriyle beraber krize karşı emekçilerin ortak mücadele programının parçaları olarak ele alınması gerekmektedir.
Tarımsal alandan gelen sese kulak verilmelidir; tarımsal alanda örgütlenmesi gereken mücadele mevsimlik Kürt işçilerin, yoksul topraksız köylünün, köylü kadınların, güvencesiz tarım emekçilerinin, küçük üreticinin, kırsal kentlerde yığılan işsizlerin, kentli emekçinin özgün talepleriyle içinde büyük bir zenginlik potansiyeli barındırmaktadır.
1 Tarımsal alanın neoliberal dönüşümünde kırılma noktasını 1999 yılında IMF’ye verilen niyet mektubu ve ardından 2000’li yıllarda devreye sokulan Tarım Reformu Uygulama Projesi oluşturmuştur. AKP iktidarı yeni tarım rejiminin altyapısını oluşturmayı misyon edinmiş ve AB Ortak Tarım Politikası ve ilerleme raporları AKP’nin bu alanda kılavuzluğunu yapmıştır.
2 Tarımsal istihdamın payı 1923’lerdeki % 90 olan Türkiye’de bu oran 2006 yılında % 27,3’e inmiştir.
3 2000 yılında Dünya Bankası ile imzalanan Ekonomik Reform Kredisi anlaşması çerçevesinde “Tarımda Reform Uygulama Projesi” uygulanmasına karar verildi ve proje ile destekleme sistemi tamamen değiştirilerek doğrudan gelir desteği uygulamasına geçildi. DGD’nin en önemli özelliği, üretime ve ürüne bağlı olmaksızın çiftçiye verilmesiydi. Avrupa Birliği’nin üretim fazlası olan ürünlerde üretim artışını frenlemek için uyguladığı DGD’nin Türkiye’de uygulanması bir çok üründe üretimin düşmesine neden oldu. Üretim maliyetlerinin arttığı koşullarda çiftçi üretim yapmadan destek aldı. DGD büyük toprak sahiplerini zenginleştirdi.
4 Tahminlere göre dünyada yatırımcıların pirinç ve buğday gibi ürünü hiç alıp satmadan yaptıkları vadeli işlemler ve opsiyon piyasalarında dönen spekülatif para 2000’de 5 milyar dolarken 2007’de 175 milyar dolara çıkmış durumdaydı. Yatırım fonları dünyanın büyük pazarlarındaki buğday ticaretinin %50-60’ını kontrol ediyor. (Özkaya, T. )
5 Geçtiğimiz yıl Türkiye’de pirinç fiyatlarında yaşanan ani sıçrama üzerine iktidar partisi “stok yaparak fiyat arttırıyorlar “diyerek spekülatörleri halka şikayet etmişti. Oysa sıfır gümrük ile buğday ithalini şirketlere devrederek spekülasyon zeminini bizzat AKP hazırlamıştı.
6 2007 yılının Ocak-Ekim döneminde 986 milyon dolar olan tarım ürünleri dış ticaret açığı, 2008 yılı Ocak-Ekim döneminde yüzde 150 oranında artarak 2 milyar 470 milyon dolar ile 85 yıllık Cumhuriyet döneminin en yüksek değerine ulaştı.
7 Kanunla yurtiçinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilmiş, çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirilmiş, kamu kurumları tohum üretim alanının dışına çıkarılmıştır. Tohumun sertifikalandırma, ticaret ve denetimini şirketlere bırakan ve şirketlerle çiftçiler arasında çıkacak anlaşmazlıklarda, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliğini yetkili kılan kanunla çiftçiler ihtiyacı olan tohumu şirketlerden karşılamaya mecbur bırakılmıştır.
8 2006 verilerine göre dünya tohum pazarı 22.8 milyar dolardır. On tohum şirketinin tohum pazarındaki payı %57’dir. Yine büyüklüğü 35.4 milyar dolar olan dünya tarım kimyasalları pazarının %84’üne on şirket egemendir. Tohum pazarına egemen olan firmaların dördü aynı zamanda bu listededir. Bunlar Monsanto, Dupont, Syngenta ve Bayer’dir. Bunlardan Monsanto aynı zamanda GDO’lu tohum piyasasının tamamına yakınını elinde tutmaktadır. GDO’lu tohum üreten diğer önemli firmalar Dupont, Syngenta, Bayer ve Dow’dur. Uluslararası Tohum Federasyonu’nun yaptığı araştırma bütün dünyada çiftçilerin kendi yetistirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genislemesinin 73milyar dolara çıkacağını söylemektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkn: Özkaya, T. Tohumda Tekelleşme ve Etkileri)
9 2001’de kabul edilen Şeker Kanunu ile özelleştirme süreci başlamış, Şeker Kurumu ve Kurulu oluşturulmuştur.
10 Tütün Yasası ile tütün ve mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı, R.J. Reynolds (JTI) ve Tire’de yatırıma hazırlanan BAT-Koç ortaklığı egemenliğine girmesi için özel bir düzenleme yapılmıştır
11 Yerli sermaye 80’lerin sonunda başlayarak hızla et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladı. Türkiye tarımında egemen şirketler; süt sektöründe; DANONE-Sabancı, NESTLE, tütün sektöründe; PHİLSA (PHİLİP MORRİS-SABANCI), R.J.RAYNOLDS, JTI, BAT-KOÇ, şeker sektöründe; CARGILL, çay sektöründe; UNILEVER ve TEEKANE, hububat sektöründe; CARGILL, GLENCORE; LUI DREYFUS.
12 “Çoğunlukla yabancı sermaye ile ortaklaşa etkinlikte bulunan tohumculuk şirketleri, Akdeniz ve Marmara Bölgelerinde sözleşmeli tarım uygulamaktadır. Uluslararası sigara tekeli Rothmans, Marmara Bölgesinde (Bolu, Adapazarı, Balıkesir) Amerikan tipi tütün üretimini yaptığı sözleşmelerle yürütmektedir. Modelin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı yörelerden birisi de GAP Bölgesi (örneğin Koç-Ata Grubunun Harran’daki sözleşmeli besi hayvancılığı projesi). İznik Gölü’nü kirleten Cargill; Konya, Karacabey ve Ege’de aynı modeli uyguluyor. Bunların dışında Bursa’da sanayi tipi domates, Niğde ve Nevşehir’de patates, Antalya ve Muğla’da kesme çiçek üretiminde; ayrıca Ege ve Akdeniz Bölgelerinde konserve ve dondurulmuş gıda sanayii için sebze ve meyve üretiminde sözleşmeli tarım uygulaması yaygındır.”(aktaran Dr. Necdet Oral)
13Mevsimlik işçilerin büyük bölümü Orta Anadolu’da soğan, şeker pancarı, kayısı, Çukurova’da pamuk, Ege’de yaş sebze, zeytin, Karadeniz’de fındıkta çalışmaktadır.
14 UNİCEF verilerine göre dünyada çalıştırılan 15 yaş altı 158 milyon çocuğun %70’i tarımda çalışmaktadır. Türkiye’de Çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığı verilerine göre 12-14 yaş arası 87 bin çocuk tarımda çalışmaktadır. Oranın büyük bölümünü kız çocukları oluşturmaktadır.
15 Ziraat Odalarının sayısı 700 civarındadır ve 4 milyona yakın çiftçi üyesi bulunmaktadır. Tarım alanında 12.219 birim kooperatifin 4. 764.281 ortağı bulunmaktadır. Mahalli İdarelere ait birlikler ve sulama, köye hizmet götürme ve damızlık sığır yetiştiricileri birliklerine ortak ve kayıtlı işletme sayısı 1 milyona yaklaşmaktadır. 2004 yılında çıkarılan Üretici Birlikleri Yasasına göre 16.260 ortağı olan 268 birlik kurulmuştur.