Kyoto protokolunun arazi kullanımı, arazi kullanımı değişikliği ve ağaçlandırma gibi ormancılık etkinlikleri temelinde, ormanlarla ilgili karbon kredisine hak kazanacak projeler, ormanlık alanlarda yapılacak ağaçlandırmaya (afforestation) ve eskiden orman niteliği taşımayan toprakların ağaçlandırılmasına (reforestation) yönelik ve özel sektör eliyle ve ticari amaçlarla yapılması gerekmektedir. Çoğu gelişmekte olan ülke yönetimi, ormanların ticari amaçla etkinlik gösteren işletmelere dönüşmesini kolaylaştırarak, ağaçlandırma ve yeniden ormanlaştırma yatırımlarını, yatırımcılar açısından çekici hale getirmek amacıyla yasa ve yönetmelikler düzenlemiş ve düzenlemektedirler. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinde (UNFCCC) “ Orman, 5 10 – 30’dan daha fazla bölümü, 2-5 metre yüksekliğe ulaşma potansiyeline sahip ağaçlarla örtülü, en az 0.05-1.0 hektarlık arazi alanı” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, ormanları yamalar şeklinde ağaç örtüsüne indirgemektedir. Ormanlarda varlığını sürdüren, barınan ve beslenen ve birbirleri ile kopmaz bir ilişki içindeki tüm bitki ve hayvan türlerinin, ormanların ayrılmaz parçasıdır. Ormanlar, su döngüsü, atmosfer, biyoçeşitlilik, sellerin önlenmesi ve ekosistemlerin korunması için gereklidir. Aynı zamanda bütün dünyada yaklaşık 400 milyondan fazla insan geçimini, sürekli bir etkileşim içinde oldukları ormanlardan sağlamaktadır. Tüm bunları göz ardı ederek, ormanları yalnızca ağaç örtüsü olarak ele almak, doğanın bütünlüğüne karşı yapılmış çok büyük bir saygısızlık olarak görülmelidir.
Diğer yandan Food and Agriculture Organization (FAO)’nun, “Ormansızlaştırmayı (deforestation), “ormanların başka bir arazi kullanımına dönüştürülmesi veya ağaç örtüsünün uzun süreli olarak en az yüzde 10’unun altına azaltılması olarak” yaptığı tanımlama, doğal ormanların, ağaç kümeleri bırakılarak yok edilmesinin önünü açmıştır. UNFCCC,“ağaçlandırma’yı (afforestation), en az 50 yıldan beri üzerinde orman olmayan bir alanın; yeniden ormanlaştırma’yı (reforestation) ise, eskiden ormanlık olan ama ormanlık olmayan alanlara dönüştürülmüş alanların doğrudan insan tarafından tohumlama ve / veya doğal tohum kaynaklarıyla ormana dönüştürülmesi” olarak tanımlamıştır.(55,56) Bu tanımlamalar, bioçeşitliliği ve ormanlardan geçimini sağlayan yerli halkları bir kenara itekleyerek, orman arazilerinin kullanım hakkını, içinde barındırdığı tüm varlıkları ile birlikte ticari mal olarak benimseyen şirketlerin ellerine teslim etmiş; sürdürülebilir kalkınma için (!) gelişmekte olan ülkelerin ormanlarını yok etmelerinin ve yerlerinde agroyakıt üretimine yönelik yağ palmiyesi ve jatropha (hint fıstığı) gibi endüstriyel ağaç plantasyonları; başta soya ve mısır olmak üzere büyük ölçekli genetiği değiştirilmiş ürün monokültürü yapılan hayvan yemi ve agroyakıt amaçlı, büyük tarım alanları oluşturmalarının yolunu açmıştır. Bu uygulamalar, ormanların daha fazla yok edilmesi ve su havzalarının tükenmesi gibi ekolojik sorunlarla, orman köylülerinin göç etmek zorunda bırakılmaları ve hak ihlallerine uğramaları gibi toplumsal sorunlara neden olmaktadır.
Jatropha Curcas isimli ağaç, Güney Amerika orijinli olup hızlı büyüyen ve ortalama 45-50 yıl ürün verebilen bir ağaç türüdür. Çekirdeklerindeki yağ ( %35-40 ), agrodizel üretiminde kullanılmaktadır. Yağ palmiyesi ise, Brezilya ve Nijerya’da yetişir, taze meyvelerinden çıkarılan, agroyoyakıtta ve kozmetik sanayinde kullanılan yağının hiç bekletmeden 130°C de pişirilmesi gerekir. Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’nın gelişmekte olan ülke yönetimlerinin özendirici yasa ve önlemleri, çok geniş tarım ve orman alanının, Jatropha ve yağ palmiyesi dikimine; milyonlarca hektar yağmur ormanının tarım alanlarına ve plantasyonlara dönüştürülmesine yol açmıştır. Doğal orman ağaçlarının kesilmesi ve yakılarak yok edilmesi, CO2 emilimini olumsuz etkilerken, zengin bir doğal yaşam ortamı olan yağmur ormanlarındaki bataklık alanların kurutulması çalışmaları sırasında da yoğun olarak CO2 açığa çıkmaktadır.
Agroyakıt üretimi sırasında, çok miktarda kimyasal gübre ve fosil yakıt kullanılması da göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Pek çok araştırmacı tarafından, agroenerji üretimindeki hızlı gelişmenin, insanlar ve çevre üzerinde büyük ölçüde olumsuz etkilere yol açacağı; doğal ormanlar, otlaklar, doğal su havzaları, sulak alanlar ve turba yatakları gibi önemli ekosistemlerin ve türlerin yaşam alanlarının zarar göreceği; çiftçilerin toprağa erişimini ve yiyecek üretimini engelleyerek çok önemli yaşamsal sorunlara neden olacağına dikkat çekilmektedir. 2008 yılında Avrupa’da ulaşımda kullanılan yakıtın % 3,5’i agroyakıttı. Bu miktar agroyakıt, yaklaşık 70.000 kilometrekarelik yani Hollanda ve Belçika büyüklüğünde tarımsal alanda üretilebiliyor. AB, 2020’de agroyakıt kullanımının %10 ‘a ulaşmasını hedefliyor (57). Bu hedef, binlerce hektar toprağın gıda üretimi yerine yakıt için kullanılması ve aşırı su tüketimi, küresel şirketlere peşkeş çekilen topraklarından atılmış yüz binlerce yerli çiftçi, gıda fiatlarında artış, kötü beslenen yada açlığa terkedilmiş milyonlarca insan anlamına gelmektedir.
Ormansızlaşma ve monokültür plantasyonları nedeniyle insan, evcil hayvan sağlığı ve yaban hayatı etkileyen hızlı ormansızlaşma ve ekosistem değişikliklerinin hayvan aracılı hastalıkları ve infeksiyonları artırdığı; paraquat ve glifosat gibi tarım ilaçlarının püskürtülmesinin ölümlere varan ciddi sağlık sorunlarına sebep olduğu görülmüştür. Şirketler, monokültür tarım alanlarını genişletirken arazi çatışmalarına neden oldukları, yerli halkların çeşitli yollarla kendi topraklarından göçe zorlandıkları, plantasyonlarda yaygın olarak emek ve sendikal hak ihlallerinin olduğu bildirilmektedir (58). Tüm bu olanlar insan haklarının ihlal edilmesinden başka bir şey değildir.
“Doğanın milyonlarca yıl karbon depolama yeteneği ve depolama kapasitesinin çok yüksek olduğu” öngörüsüyle, pek çok bilinmeze ve soruna karşın CO2 tutum ve depolaması, bir salım azaltma alternatifi olarak uygulama alanına sokulmuştur. Diğer gazlardan ayrıştırıldıktan ve sıkıştırıldıktan sonra, yer altındaki büyük kapasiteye sahip derin tuz yapıları, tükenmiş petrol ve gaz rezervleri ve kömür yapıları gibi derin yer altı boşluklarına (jeolojik depolama) boru hatları ile veya derin okyanus tabanındaki depolama alanlarına, boru hatları ya da gemi aracılığıyla taşınarak enjekte edilen CO2’nin büyük bir kısmının yüzyıllarca atmosferden uzaklaştırılmış olarak kalacağı varsayılmaktadır.
Yer altına depolamanın, suların kalitesinde bozulma, toprak altı canlılarının ve bitkilerin ölümü ve bazı hidrokarbon veya mineral kaynaklarının zarar görmesi gibi önemli bölgesel olumsuz etkilere yol açabileceği; jeolojik kuyudan ani gaz salımları, depo alanının uygunsuzluğu, depolamanın ya da enjeksiyon kuyusunun başarısızlığı gibi nedenlerle, ya da faylar arasında oluşabilecek sızıntının deprem ya da volkanik püskürmelerle atılması sonucu ani ve çok miktarda CO2’nin atmosfere atılmasına, önemli sağlık sorunlarına ve kitlesel ölümlere neden olabileceği belirtilmektedir. Okyanuslara depolamada, düşük CO2 düzeylerine uyum sağlamış türlerin, sürekli olarak artan CO2 düzeylerine ne ölçüde uyum göstereceği bilinmemektedir. Ancak, enjekte edilen CO2’nin derin ve sığ sulardaki deniz organizmalarına zarar verebileceği, enjeksiyon çevresinde çok hızlı ölümlerin olabileceği tahmin edilmektedir.(59)
Doğal alanlara ve doğal yaşama karşı duyarlı olduğu, yerel halkın kültür ve refahını gözettiği gerekçesiyle sürdürülebilir turizm kapsamında eko-turizm projelerinin sertifikandırılabilir olması, giderek büyüyen bir piyasasının oluşmasına yol açmıştır. Eko-turizm, bitkileri, hayvanları ve yerel halkı ticari mal haline dönüştürme eğilimi taşımaktadır. Etkinlikler sırasında, hayvanların beslenme ve yuvalama alanlarının bozulmasına, korkuyla yaşam alanlarını terk etmelerine ve mekanik hasara bağlı bitki örtüsünde azalmaya yol açılmaktadır. Turistlerin batılı yaşam tarzından kaynaklanan bir yığın çöpün çevreye saçılma olasılığı da söz konusudur. Diğer yandan yerel halk, yaşam alanlarının koruma alanlarına ve parklara dönüştürülmesiyle evlerinden edilmekte, arazi ve doğal kaynaklardan faydalanmaları engellenmektedir. Düşük ücretler, ürettiklerinin ucuza kapatılması ve turistik bölgelerin pahalılaşması ve zaten sınırlı olan yerel kaynaklarının gelenler tarafından kullanılması yerli halkın bölgede yaşamasını zorlaştırmaktadır. Turistlerin kültürel baskısı, yerel kültürel bozulmaya yol açmaktadır. Yerel dil ve lehçelerde değişme, beslenme alışkanlıklarında bozulma, toplumsal ilişkilerde olumsuzluklar ve suç artışı gibi olumsuzluklar görülmekte; Yerel kültürler, yatırımcılar tarafından pazarlanan gösteri etkinliklerine dönüştürülmektedir. (60,61)
1950’li yıllardan sonra yeşil devrim adıyla, yüksek verimli tohumlar, modern tarım araçları, sentetik gübreler, böcek ve yabani ot ilaçlarıyla birim alandan fazla ürün sağlanarak, bütün dünyanın beslenebileceği ve açlık sorununun olmayacağı yaygarasıyla, gıdanın küresel denetim süreci başlatıldı. Endüstriyel monokültür tarımı, bir süreliğine ürün artışı sağlayabildi. Ancak açlık sorununa çözüm olmadığı gibi, bir yandan geçimini sağlayamayan küçük çiftçileri topraklarını terketmeye, yetersiz beslenmeye ve açlığa mahkum etti. Diğer yandan yerel türlerin yok olmasına ve genetik çeşitliliğin azalmasına; çok miktarda kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanılması toprak, su ve tarım ürünlerinde büyük bir kirliliğe yol açtı. Agroyakıt üretiminin başlamasıyla, gıda üretilen tarımsal alanları hızla azalmaya başladı. Pazara yönelik endüstriyel üretim, dağıtım ve tüketim modeline bağlı olarak sera gazı salımında anlamlı bir artış oldu. Sera gazı salımının, % 11-15’i tarım ürünlerinin üretiminden, %15-18’i ormansızlaştırmadan, %15-20’si gıdaların taşıma ve depolanmasından ve % 3-4’ü organik artıklardan kaynaklanmaktadır (59). Verimi arttırmak, tarıma uygun olmayan arazilerde ürün yetiştirmek, ve dayanıklılık sağlamak gibi amaçlarla bitki ve hayvanlara başka canlılardan alınan genler eklendi (GDO) ve GDO’lu ürünler ilerde ortaya çıkabilecek olası zararlı etkileri sorgulanmadan pazara sürüldü.
Endüstriyel Tarıma alternatif olarak, ürünü belli standartlara göre sertifikalandırılan ve büyük şirketlerin pazarladığı patentli tohumlar, organik ilaç ve gübrelerin kullanıldığı ve üretimden pazarlamaya önemli sermaye yatırımı gerektirdiği için büyük ticari işletmeler tarafından yapılan organik tarımsal üretim ortaya çıktı. Özel sektörün piyasa mantığına göre düzenlenmiş daha çok kâr anlayışına dayalı olan bu üretim tarzıyla, bir yandan standartlaştırılmış ürünler çok yüksek fiyatlarla pazarlanmakta; diğer yandan karbon kredisi elde edilmektedir. Organik gıda pazarı, kârlılığı nedeniyle hızlı bir gelişme göstermiştir. Sadece ABD’de 1996 yılında 3.5 milyar dolar olan pazar, 2010 yılında 28.6 milyar dolara ulaşmıştır (62).
Endüstriyel tarımın bu modeli, çok kirlenmiş gıdadan kaçınan, varlıklı insanların gereksinimini karşılamaya, yani daha çok tüketebilme gücüne sahip olanlara yöneliktir. Tüketme gücü kısıtlı olanlara endüstriyel, GDO’lu tarım ürünleri dayatılmakta; tüketme gücü olmayanlar açlığa terk edilmektedir. Her yıl 2,5 milyon çocuğun açlıktan öldüğü; yaklaşık 850 milyon kişinin aç olduğu; yoksul ülkelerde yaşayan insanların % 15’inin, gelişmiş ülkelerde 15 milyon kişinin yetersiz beslendiği dünyada (63), kapitalizmin “pazar için gıda üretimi” açlığa ve doğanın kirlenmesine çözüm olmaktan uzaktır. Günümüzde gezegendeki herkesin beslenmesine yetecek gıdanın 1,5 kattan fazlası üretiliyor. Yani 2050’li yıllarda 10 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunu beslemeye yetecek ölçüde üretim söz konusu (64). Açlığın ve yetersiz beslenmenin önlenebilmesi için, gereksiz tüketimin ortadan kalkması ve gıdanın tüm insanlar arasında eşit olarak dağıtılması gereklidir. Ayrıca üretim tarımsal üretimin sürdürülebilirliğinin, toprak örtüsünü zenginleştiren, güneş enerjisi, hava ve su kayıplarını en aza indiren, tarımsal genetik biyoçeşitliliği koruyan, bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar arasındaki bütünleşmeyi ve yararlı biyolojik etkileşimi geliştiren, yerel bilgi, yaratıcılık ve yenilenme yeteneği kullanılarak yapılan geleneksel küçük ölçekli çiftlik tarımı ile daha da artırılabilir (65,66). Bu tarım modelinin düşük sera gazı salımına ve atmosferden CO2 çekme potansiyeline sahip olduğu da uygulamalara dayanılarak bildirilmektedir (67).