1600’lerde İngilizler, sonrasında yüzlerce yıl sürecek şekilde toprakları özellikle otlak, mera ve avlaklarını elitlere “çitlemek” yoluyla tahsis etmişlerdi. Köylülerin çitlerle çevrilmiş, parsellere ayrılmış müşterek olarak kullandıkları bu topraklara erişebilmesi, yeni mülk sahiplerinin arzusuna kalmıştı. Çitlemeyle, toprak artık özel mülkiyete konu olmuş, köylülerin toprak üzerinde hiçbir hakkı kalmamış, toprakları gasp edilmiş, mülksüzleştirilmişlerdi. Gasp sadece toprakla da sınırlı kalmamıştı. Toprağın mülkiyeti aynı zamanda toprağın üzerinde ya da altında bulunan bütün kaynak ve varlıkları da kapsadığından gaspın etki alanı oldukça geniş olmuştu. 1830’a geldiğimizde İngiltere’de dikkat çekici bir mücadele göze çarpar. Oxford yakınlarında, Otmoor isimli bir sulak bir alan1801 yılında tarım yapmak üzere Spencer/Churchill ailesine tahsis edilir. Köylüler tarafından ortak olarak hayvan otlağı olarak kullanılan alanın 1830’a kadar her çitlenmeye çalışma girişiminde köylüler müşterek alanlarını koruma mücadelesine girerler. 1830’da köylüler toprakların çevresini sarmış olan çitleri yıkarlar. Lord Churchill, diğer toprak sahipleriyle birlikte isyan alanına varır ve 44 isyancıyı tutuklayarak Oxford’daki hapishaneye götürmek üzere araca bindirir ancak isyancıları taşıyan araç kalabalık halk arasından geçerken aracın içinden isyancılar bağırmaktadır: ‘Sonsuza dek Otmoor!’ İsyancılara destek olan halk taş ve sopalarla toprak sahiplerine saldırır ve tutuklu isyancılar böylelikle kaçarlar. Otmoor isyanı, bölgede köylüler arasında, ortak toprakların ellerinden alınmasına karşı birlikte durabileceklerine dair hissiyatın yayılmasına ön ayak olmuştur. Ancak bu hissiyat onbinlerce mülksüzleşmiş kırsal nüfusun sermayenin isteğine ve yönlendirmesine göre kolayca kullanılabilecek ücretli işçilere dönüşmesini engelleyememiştir.
55 yıl sonra, Avrupa ekonomik krizdedir. Avrupalı ülkeler 1885’te imzalanan “Batı Afrika için Berlin Koferansı Genel Anlaşması” ile Afrika’yı diledikleri ticaret bölgelerine uygun olarak ayırırlarken Afrika’da zaten halihazırda Afrikalıların yaşadığını nasıl olduysa unutmuşlardır. Anlaşma gereğince kendilerine ait olan sınırları genişletmek istediklerinde birbirlerini haberdar edecekeler ve sahip oldukları haklarını korumak üzere gerekli düzeyde otoriteyi oluşturacaklardı. Haklardan bahsederken tabi ki Afrikalıların hakları değildi söz konusu olan. Aslında Afrikalılar o denli unutulmamıştı anlaşmada. Anlaşmanın 6. Maddesine göre, “Güçler/Kuvvetler” (İşgalci devletler kendilerini böyle adlandırıyorlardı), Afrikalıların ahlaki refahını gözetecek, medeniyetin güzelliklerine erişmeleri için dinsel, bilimsel kurumlarla hayır kurumlarını destekleyeceklerdi. Eric J. Hobsbawm, 1987’de yayınladığı ‘İmparatorluk Çağı’ adlı kitabında, Afrika’ya olan çıkarmanın amacının aslında iyiden iyiye zayıflamış batılı ekonomileri kauçuk, bakır, kereste ve diğer hammaddelerle beslemek ve gittikçe artan kahve, şeker, çay gibi tüketim maddelerine olan talebi karşılayarak 1870 ve 1880’lerdeki “Büyük Depresyon” denen Avrupa ekonomik krizi nedeniyle satamadıkları ürünler için yeni pazarlar yaratmak olduğunu söyler. 1895’e gelindiğinde ise Afrika’ya yapılan ekonomik amaçlı çıkarma artık yavaştan politik amaçlı çıkarmaya doğru geçmektedir. Yeni oluşan bu pazarları koruma altına almak için ise artık koloniler ve sömürgeler yaratılmaya, hızla artan kaynakları Afrikalı ucuz işgücünü kullanarak işletmeye başlanmıştır.
1890’larda sermayenin ve sömürgeci devletlerin bu büyüklükte toprağa nasıl olup da ucuz tarafından sahip olacağı, en önemli soruydu. Afrika’da topraklar kabilelelere aitti. Bir süre tüccarlar, rantçılar ve misyonerler toprakarı kıyı bölgelerindeki kabile şeflerinden satın aldılar. Avrupalı devletler tarafından desteklenen şirketler de aynı yolu izledi. O dönemde İngiliz Nijer Kraliyet Şirketi isimli şirket tek başına Batı Afrikalı şeflerle sabun üretimi için palmiye yağı üretmek amacıyla yüzlerce toprak anlaşması yapmıştı. Hatta aynı dönemde kabile şefleri, altın madeni şirketlerine de maden arama haklarını satmaya başlamıştı. Satın alma eylemi Afrika’nın kıyıdan uzak bölgelerine doğru ilerledikçe kolaylaşmaya başladı, hatta el koymaya dönüştü. Afrikalı yerliler farkında olmadan buna sebep bile oldular denilebilir. Zira yerlilere göre toprağın sahibi sadece tanrı/lar veya geçmişten bugüne gelen ve gelecekte de devam edecek olan ait oldukları topluluklar/kabileler olabilir. Derin bir nefes alan Avrupalı sömürgeciler kendi mülkiyet yasalarına dönüp baktıklarında Afrikalıların toprakların sahibi olmadığını gördüler. Bu durumda “sahipsiz ve boş” alanalara yerleşilebilir ve bu alanlar dilendiği şekilde işletilebilirdi. İşte Afrika’nın topraklarının gaspının resmiyete döküldüğü, Avrupalı sermayenin iç huzuruyla toprakların gerçek sahiplerinin haberi bile olmadan müşterek topraklara el koyma, sömürgeci yönetimlerin özel mülkiyetine kolayca geçirme eylemleri o günden bugüne 100 yılı aşkın sürede size de pek değişmemiş gibi görünmüyor mu? Hatta artık gasp edenlerin sadece Avrupalılar değil, petrol zengini, su fakiri Körfez ülkeleri, Çin ve hatta kendi ülkesinde köylülüğü ve tarımı yok eden ve sadece ihracata ve sanayiye yönelik gıda, yem ve tarımsal yakıt üretimi yaparak yeni sömürü düzenine büyük gururla, özelleştirerek yok ettiği Tigem’leri yoluyla katılan Türkiye olduğu da görünmüyor mu? Kendimizi Afrikalı “din kardeşlerimizi”, “beslemeye katkıda bulunma” yalanıyla ne kadar kandırabiliriz?
Kaynak :http://antikapitalisteylem.org- 15 Şubat’13
Bir Yorum
barany
amerikalıların kamusal alan fikrindeki gelişkinliğinin, yeni dünyanın ucsuz bucaksız çayırlarını mulk edinmede yaşadığı özgürlükten kaynaklandığını okumuştum bir kitapta.
Aynı avrupalıların afrika üzerinde yeşerttikleri nifak tohumlarını bu kadar adice hasat ettiklerini bilmezdim açıkçası.