Gezi Direnişi üzerine söyleşilerimizi sürdürüyoruz. Eko-sosyalizm üzerine çalışmalarıyla bilinen Michael Löwy, Gezi eylemlerini dünyanın diğer bölgelerindeki hareketlerle farklılıkları ve bezerlikleriyle değerlendirdi…
Sendika.Org: Türkiye’de yaşanan devlet terörünün sonlandırılmasına dair bir açıklama metninde isminiz vardı. Vahşi devlet terörüne karşı haftalardır süren halk isyanını, özellikle Avrupa basınından bazı gazeteler, “Türk Baharı” olarak yorumluyorlar. Ortadoğu’da yaşanan ve “Arap Baharı” olarak nitelendirilen süreç ile Türkiye’de yaşananların benzeştirilmesini doğru buluyor musunuz?
M.Löwy: Arap Baharı, İspanyol Baharı, ABD’de “Occupy” (işgal et) Baharı, Yunan Baharı ve şimdi de Türk Baharı. Tüm bu hareketler, protestolar, isyanlar, halk öfkesinin, otoriterliğin ve baskıcı iktidarların, vahşi neoliberal politikaların, yıkıcı bir çevre kıyımının karşısındaki öfkenin bir dışavurumu. Bu çok önemli, çünkü öfke olmadan tarihte hiçbir ciddi gelişme gerçekleşmedi.
Hangi yönlerden benzerlikler ve farklılıklar görülebilir?
M.Löwy: Arap ve Türk Baharı arasında birçok benzerlikler var: Günahkar neoliberal politikaların uygulayıcısı otoriter rejimler karşısında büyük kitlesel hareketler olması ve gençliğin bu hareketlerde en radikal ve savaşçı unsur olarak yer alması. Tabii farklılıklar da var: Arap ülkelerinde arkaik ve yozlaşmış diktatörlükler varken Türkiye’de bir tür “düşük yoğunluklu bir demokrasi” söz konusu ve otoriter ve vahşice baskıcı Erdoğan hükümeti hala (muhafazakâr) bir halk tabanına sahip. Arap Baharı Bin Ali ve Mübarek’leri devirmişken bunun Türkiye için daha zor görünmesi bundan kaynaklanıyor.
Bu çerçevede Türkiye’deki gelişmeleri nasıl değerlendirmeli?
M.Löwy: Kitlesel dalga İstanbul’da başladı, ancak ülkenin tümüne yayıldı. Halk protestolarının uyanışı, gençliğin ve kadınların harekete kitlesel katılımı, Türk Baharı’nın farklı yönleriydi ve hareketi, Türkiye tarihi için bir dönüm noktası haline getirdi. Hareketin kısa vadeli sonuçları ne olursa olsun, artık Türk Baharı’ndan öncesi ve sonrası olacak.
Bildiğiniz gibi Türkiye’deki isyan, Taksim Meydanı’ndaki ağaçların kesilerek alışveriş merkezi ve Topçu Kışlası yapılmasına engel olmak isteyenlere polisin vahşi saldırısıyla patlak verdi. Siz, uzun zamandır eko-sosyalizm konusunda çalışmalar yapıyorsunuz. Bu isyanın patlamasına neden olan olay, doğa için mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız ele alınamayacağını yeniden doğrulayan bir gösterge olarak mı ele alınmalı? Bir başka ifadeyle, bu isyan, yeni bir devrimci sosyalizm anlayışı açısından size ne ifade ediyor?
Türkiye’de Gezi Parkı’ndaki ağaçları kurtarmak için başlayan mücadelenin çok önemli bir hareket oluğunu düşünüyorum. Çevreyle ilgili bu söz konusu sorunlar, bir patlamanın da göstergesidir ki bunun, kapitalist sömürü, halk düşmanı neo-liberal politikalar, vahşi devlet baskısı, Kürt halkına yönelik zulüm vb gibi diğer önemli sorunlarla bağlı oluğunu söyleyebiliriz. Türkiye’deki bu müthiş isyanın devrimci sosyalist perspektif çerçevesinde olup olmadığını söylemek için henüz çok erken. Ancak bu hareket, eko-sosyalist bir devrimci program içinde sosyalizm ile ekoloji arasındaki bağın önemini göstermektedir.
Türkiye’deki direnişin görünümü, bir sınıfsal başkaldırıdan çok “orta sınıf” isyanı gibi. Ancak “orta sınıf” görünümü taşıyan bu isyanın bileşenleri, “yeni işçi sınıfı”, “proleterleşen küçük burjuvazi” şeklinde de analizlere konu oluyor. Ortadoğu’da, Washington’da, Brezilya’da ve Türkiye’de yaşanan isyanları düşünürsek; bunların öznesi nasıl tanımlanmalı?
Ernest Mandel’in sosyo-ekonomik analizinin ardından, “orta sınıf” teriminden kuşkuluyum. Bu ayaklanma içinde yer alan gruplar -öğrenciler, teknisyenler, hizmet sektörü çalışanları vb.- işçi sınıfına bağlıdır. Proletaryanın yaygın ve etkili anlamı ile bu insanlar bir ücret için kendi emek gücünü satarak yaşayanlardır. Tüm modern toplumlarda insanların büyük bir çoğunluğu işçi sınıfı içerisinde yer almaktadır. ABD’deki işgal hareketinde de görüldüğü üzere büyük çoğunluk (% 99), egemen sınıfa, bankerlere, kapitalistlere ve onların hizmetlilerine (%1) karşı gelmiştir. Tabii ki bu hareketlerin süjeleri (özneleri) çeşitli, çoğul ve farklı motivasyonlara dayanmaktadır. Ana bileşeni gençliktir; ancak bunun yanı sıra ulusal azınlıklar, kadınlar, sendikacılar, çevreciler, hem laik hem de dindar insanlar ve büyük çeşitlilik gösteren solcu örgütler yer almaktadır. Önemli olan nokta ise sistem ile hükümet ve temsilcilerine karşı duyulan ortak öfkenin varlığıdır.
Marksist “ilkel birikim” kavrayışı hakkında iki temel yönelim bulunuyor: Birincisi, “ilkel birikim”i bir stok birikimi şeklinde kavrayarak kapitalizmin tarih öncesinde ömrünü tamamladığı şeklinde. İkincisi, “ilkel birikim”in, kapitalizmin yapısal/içsel bir unsuru olduğu ve süreklilik taşıdığı şeklinde. Sizce hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde yaşanan isyan dalgaları, Marksist “ilkel birikim” kuramının ikinci kavrayış biçimini doğrulamıyor mu?
Evet, özellikle çevre ülkelerde ilk birikimin, kapitalizmin kalıcı ve içsel boyutu haline geldiğine inanıyorum. Tabi ki, 21. yüzyıldaki bu birikim, 17. yüzyılda Marks’ın Kapital’in ilk cildindeki analizlerinden daha farklı formlardadır. Ancak birtakım benzerlikler de söz konusudur: Özelleştirmeler, toprağından çıkarılan avamlar, sermaye birikimini sağlamak için devlet şiddetinin kullanılması. Asya ve Afrika’daki birçok ülkede emek sömürüsü yarı köle formu halini alır ve dış borç birikimi güçlü bir araç olarak kullanılır. Sürekli birikime karşı yanıt, sürekli devrimdir!
* Özay Göztepe tarafından İngilizce gerçekleştirilen söyleşi, Kansu Yıldırım tarafından çevrildi.
Kaynak : Sendika.org – 23 Temmuz 2013