Arca Atay*
Organik tarımın teoriği 1930 larda ortaya atılmış, 1970 lere kadar örgütsüz bir biçimde çeşitli ülkelerde yapılmıştır.Organik tarım çalışmalarının merkezi bir yapıya kavuşması Uluslararası Organik Tarım Hareketleri Federasyonu’nun (IFOAM) 1972 de kuruluşuyla başlar.Her nekadar IFOAM, organik tarımın dünya üzerindeki organize olmuş çatı örgütü durumunda ve organik tarımın az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere dünya üzerindeki artışı ve tanıtımıyla ilgili yoğun çalışmalara imza atan bir kurum olsa da, organik tarım özellikle 1980 lerden sonra kapitalizmin çarkları arasına girmiştir.
Bu noktada dünya tarımının en üst örgütü olan Gıda Tarım Örgütü (FAO) nün çelişkili tavrından da söz etmek gerekir.FAO organik tarımı destekleyen ve bu konuda bir çok çalışmayı örgütlemiş ve yayın çıkartmış bir organizasyon olması yanı sıra aynı zamanda Biyoteknolojik tarımı da destekleyen bir yapıdadır.
Kapitalizmin kar hırsı, masum çıkışı olan organik tarımın endüstriyel organik tarım sistemine geçişini tetiklemiştir. Fakat burada organik tarım sistemini “suçlu” ilan etmek ,ona karşı tavır almak son derece yanlıştır.Tavır alınacak yada karşı çıkılacak olgu, bu sistemin felsefesine aykırı kullanımı, yada kullanım amacının yanlışlığı üzerine olmalıdır.Unutulmamalıdır ki dünya üzerinde organik tarım yapılan bir çok ülke, neoliberal organik tarım kural,kanun yada yönetmeliklerinden bağımsız olarak , kendi geleneksel tarım politikaları üzerinden bu sistemi götürmektedir.Keza bizim her zaman savunduğumuz nokta ,bu tarım sisteminin küçük çiftçi bazında ,yerel üretim yerel tüketim bağlamında gerçekleştirilmesidir.İşte bu noktada çiftçi örgütlerine ,özellikle de çiftçi sendikalarına büyük görevler düşmektedir.
Küba’da, insanlar hemen hemen tüm gıda ihtiyaçlarını organik tarım ürünlerinden sağlamaktadırlar.Küba’da ,organik tarım alanında gerek felsefesi ile örtüşen gerekse teknolojisi geliştirilmiş ve dünya ülkelerine örnek teşkil edecek çalışmalar yapılmaktadır.Küba’da organik tarımın gelişimi, bir zorunluluktan , koşulların zorlamasıyla ortaya çıkmıştır.Sovyetler Birliğinin dağılması ile, daha önce zirai ilaç,gübre ve mazot gibi tarımsal girdilerini Sovyetlerden sağlayan Küba, bir anda tarımsal üretim ve gıda krizine girmiştir.Mazot ve yedek parça olmayınca traktörler çalışmamış, ilaç ve kimyasal gübreli ekimler yapılamamaya başlanmıştır. Bu girdi noksanlıkları, Küba’yı geleneksel tarım metodlarıyla sürdürülebilir bir tarım sistemine geçirmiş ve organik tarımın başlama ve gelişme sürecini başlatmıştır.Keza bir çok Latin Amerika yada Afrika ülkelerinin tarım sistemleri organik tarım felsefesi ve teoriği doğrultusundadır.
Organik tarımı kapitalizmin yeni bir manüpilasyonu olarak düşünmek yanlış değildir, çünkü bunu ,gelişmiş ülkelerin sertifikalara dayalı bir organik endüstrisi yaratma çabası olduğunu anlamamak için saf olmak gerekir.Fakat, gerek tarihçesi ve gelişim süreci , gerekse yapılış şekli incelendiğinde bu tarım şeklinin ekolojiye en dost tarım şekli olduğunu söylemek mümkündür. Ekolojiyi ve ekosistemi en az tahrip eden bir tarım şekli olduğu için sürdürülebilir polikültür tarım ,diğer sistemlerden daha az zarar vericidir yada daha iyidir diyebiliyoruz.Organik tarım da sürdürülebilir polikültür tarımın bir türevi yada alt türüdür.
Tarım arazisi kendiliğinden var olan bir alan değildir.Tarım arazilerini insanlar yaratmıştır.Yani kendine özgü bir ekolojiye sahip, bitkisiyle, hayvanıyla, böceğiyle, mikroorganizmalarıyla bir doğal döngüsü olan alana, insanlar karınlarını doyurmak için gerekli olan ürünleri yetiştirmek için müdahalede bulunarak , dolayısıyla oradaki kendine özgü sistemi kısmen yada tamamiyle yok ederek yeni bir yaşam alanı açarlar.Burada kendileri için gerekli olan bitkileri, hatta yine kendi kullanımları için yetiştirdikleri hayvanlarını beslemek için ürün eker ve biçerler.
Diğer konu,tarım arazilerindeki insan müdahalesinin boyutları ve tahribatın derecesidir.Bunu iki uç örnek ile irdelemek gerekirse;
Öküzüyle çift süren ve sadece kendi ailesinin yaşamı için gerekli olan bitki materyalini yetiştiren geri bıraktırılmış yada gelişmekte olan bir ülke çiftçisi mi doğanın ve ekolojinin dengesine daha çok müdahalede bulunur yoksa binlerce dönüm arazide mekanize monokültür tarım yapan endüstriyel çiftçi mi daha çok müdahalede bulunur? Herkes cevabı bilmektedir ki, polikültur tarım yapan küçük çiftçiler doğal dengeye ve ekolojinin öğelerine ,endüstriyel tarım yapan büyük çiftçi ve tarım şirketlerinden çok daha az zarar verirler.Kaldı ki buraya kadar anlattıklarımız tarımın uygulandığı alanlar ve bu alanlardaki ekolojik öğeler üzerine etkiler bağlamındadır.Yani üretilen ürünlerin verimi, ticari değeri, besin değerleri, insan sağlığı açısından güvenirlikleri yada riskleri ayrı konulardır,ayrı ayrı ele alınıp tartışılmalıdırlar.Yukarıdaki örnek üzerinden de organik tarım için ilkel tarım metodlarını desteklediğimiz anlamı çıkartılmamalıdır.
Organik tarımın sürdürülebilir olması için çeşitli koşullar vardır. Sürdürülebilirlik hedefleri ekonomik ,sosyal ve ekolojik parametreleri kapsamalıdır.
Ekonomik hedefler;
o Ekonomik Güvenlik ve ekonomik yaşayabilirlik
o Düşük Yatırımlar,
o Düşük dışsal girdiler,
o Katma Değer,
o İyi Çalışma Koşulları,
o Adil Ticaret,
o Gıda Temini,
o Yerel Kaynakların ideal kullanımıdır.
Sosyal hedefler ;
o Yerel İhtiyaçların Sağlanması,
o Cinsiyet Dengesi,
o Yerel Kültüre Saygı,
o Güvenli Ürünler,
o İyi tad ve kalitedir.
Ekolojik hedefler ;
o Ekosistem Dengesi
o Doğal Kaynakların korunması
o Biyolojik Çeşitlilik
o Kimyasal Kirlenmenin Önlenmesi
o Hayvan Haklarına Saygılı Tarım
o Yüksek Toprak Verimliliği ve
o Temiz Su dur.
Görüldüğü üzere organik tarımın çatı örgütü IFOAM ın işaret ettiği bu hedefler (What is Organic Farming –IFOAM & FiBL) üzerinde tartışma gerektirmeyen, yereli , çiftçiyi ,ve ekolojiyi kollayan hedeflerdir. Esas tartışılacak konu, dünyada ve ülkemizde organik tarımın uygulanmasında bu hedeflerin ne kadar gözetildiği , organik tarım endüstrisi yaratma çabalarıyla sürdürülebilirliği sağlayan bu hedeflerin ne kadar göz ardı edildiği yada edileceğidir.
Tarım verimliliği konusunda yapılan kapsamlı bir çalışmada dünyanın 57 ülkesinde yürütülen 280 proje araştırılmış, gelişmekte olan ülkelerde geleneksel metodlarla yapılan tarımın gelişmiş ülkelerdeki teknolojik ve kimyasal destekli tarıma göre toprağa daha az zarar verdiği ve bu nedenle de daha sürdürülebilir olduğu vurgulanmıştır. Araştırmacılar, toprağın biyoçeşitliliğini bozmayan yöntemlerin uzun vadede daha yüksek hasat verdiğine dikkat çekerek, böcek ilaçlarının ve verim artırıcı kimyasalların kullanılmaması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar. Zira tarımsal üretimde meydana gelen yoğun “kimyasallaşma” nın çevreye ve insan sağlığına etkisi ancak uzun vadede ortaya çıkmaktadır Araştırma ekibinden İngiliz Essex Üniversitesi uzmanı Prof. Jules Pretty’e göre , kimyasal tarımın insanlığa üç türlü faturası vardır: “Ucuz gıda adına kimyasal içerikli yiyecekler için önce şirketlere, sonra bunun pisliğini temizlemek için ekolojiye, son olarak da kendi sağlığımızı kurtarmak için doktorlara bedel ödemekteyiz.”Şirketlere ödenen para aşağı yukarı bellidir ama ekoloji ve insan sağlığı için ödenecek bedeli rakamsal olarak ifade edebilmek mümkün değildir.
Organik Tarımın gelişme yıllarında,Türkiyede organik ürün yetiştirmeyi teşvik amacıyla potansiyel üreticilere özellikle alış fiyatları üzerinde yanlış ve yanıltıcı bilgiler verilmiştir. “Organik ürününüzü normal ürünlerden 3-5 kat daha fazla fiyata satabilirsiniz”gibi söylemler,bundan 2-3 yıl öncesine kadar çok sıkça kullanılan söylem ve vaatlerdi. Dolayısıyla bu dönemde organik üreticiliğe başlayan çiftçiler büyük hayal kırıklıkları yaşadılar ve bir kısım çiftçi organik tarımdan vazgeçti. Özellikle konvansiyonel üretimden organiğe geçerken yaşadıkları ve aşağıda detaylı anlatılacak olan verim düşüklüğü dahil bir çok faktör,çiftçilerin kulaktan duyma fiyat farklarının birer hayal olduğu gerçeğini kendilerine gösterdi.Bu dönemlerdeki organik çiftçi sayısının artışı hep bu yanlış yönlendirmeler sayesinde olmuş ve ekonomik çıkarların daima ön plana çıkarılıp ekolojik çıkarların göz ardı edilmesine, ekolojik-ekonomik çıkarlar dengesinin oluşturulamasına neden olmuştur.
Gerçi bu olay tüketici bazında irdelendiğinde de, yine çevre ve ekoloji faktörünün bu ürünlerin tercih nedenleri içinde ilk sırada olmadığını göstermektedir.Tüketiciler organik ürünleri kendi sağlıkları için daha güvenilir buldukları için benimsemekte ve desteklemektedirler. “Çevre ve ekosistemin korunması”,tüketicilerin tercih nedenleri içinde alt sırada yer almaktadır.Gerek Türkiyede gerekse yurt dışında yapılan anketler hep aynı sonuçları göstermektedir.
Organik tarım ürünleriyle ilgili çeşitli karşı veya yanlış görüşler mevcuttur. Bunlardan biri, organik tarımın ilkel bir tarım şekli olduğu, modern tarım sistemleri uygulanmadığı için düşük verimlerin alındığı görüşüdür.
Öncelikle organik tarım ilkel bir tarım şekli değildir. Gerek besleme, gerekse yabani ot, hastalık ve zararlılara karşı sentetik ilaç ve gübrelerin kullanılmıyor olması bu tarım şeklinin ilkelliği anlamına gelmez. Aksine, ekim nöbeti, yeşil gübreleme, kompost yapım ve kullanımı, solarizasyon, tuzaklar, yararlı böcek ve mikroorganizmaların doğal düşmanlar olarak istenmeyen böcek ve hastalıklara karşı kullanılması, küçümsenmeyecek bir bilimsel temel, bilinç ve tecrübe gerektirir.
Organik tarımda hemen hemen her türlü hastalık ve zararlıya karşı kullanılabilecek preperat ve yöntemler mevcuttur. Solarizasyonun uygulanamadığı alanlarda sadece ot ilacı kullanmamaktan ve bu sorunu iş gücü gerektiren fiziksel mücadele ile halletmek gerektiği için, ek bir işgücü maliyeti doğmaktadır. Bunun dışında diğer kültürel işlemlerin ek bir maliyeti olmadığı gibi endüstriyel tarımda yoğun olarak kullanılan sentetik kimyasalların bedeli kadar bi bedel de ekolojik tarım maliyeti içinden çıkarılmalıdır. Ayrıca bu sentetik kimyasalların kullanılmıyor olmasının çevre, ekoloji ve insan başta olmak üzere canlı sağlığına kazandırdığı “artı değer”in hesaplanamayacak bedelini hiçbir zaman unutmamak gerekir.
Organik tarım ile elde edilen ürünlerdeki “Verim azalışı” söylemi ise bazı koşullar için doğru bazı koşullar için yanlıştır. Verim düşüklüğü söylemi başka tartışma konularının da ana savunma mekanizmasını oluşturur.Örneğin biyoteknolojik tarım savunucuları organik tarım ürünlerinin dünya açlığını yok etmeye yetmeyeceğini, zira birim alandan elde edilen organik ürünün konvansiyonel ürüne göre çok düşük olduğunu öne sürerler.Dolayısıyla bu söylem, GDO’lu ürünlerin avantajlarını sıralama anında onlar için bir savunma işlevi görür.Hatta sadece biyoteknolojik tarımı savunanlar değil ,organik tarıma biraz şüpheyle bakanlar,daha ötesinde üretimi bizzat yapan kişiler bile zaman zaman bu söylemi tekrarlarlar.
Yıllardır konvansiyonel tarım sistemiyle kullanılan arazilerde ekolojik tarıma geçiş sürecinde, ürün verimlerinde bir azalış olması doğaldır. Elbetteki toprak ekosisteminin yeniden oluşumuna kadar ki birkaç yıllık süreçte verim düşük olacaktır. Zira konvansiyonel tarım yapılan bu arazilerde sentetik ticari gübre kullanılırken toprak değil, sadece ekilen-dikilen bitkiler beslenmiştir. Hatta yoğun sentetik gübre ve kimyasal ilaç kullanımlarıyla toprak zehirlenmiş ve fakirleşmiştir, organik yapı yok olmuştur, toprak mikroflorası yok edilmiştir. Dolayısıyla bunun geri kazanımı için bir süre geçecek ve bu süreçte verim, konvansiyonel üretime göre daha düşük olabilecektir. Sistem eskiye döndüğünde ise verim de yükselmeye başlayacaktır. Eğer ekolojik tarıma, daha önceden konvansiyonel tarım yapılmamış arazilerde başlanırsa ve ekolojik tarımın gereksinim duyduğu işlemler ekosistemin dengesini bozmadan yapılıyorsa, bir çok üründe birim alandan konvansiyonel tarım koşullarında yapılan üretim kadar verim alınabilmektedir. Kaldı ki ekolojik tarım ürünlerinin çiftçiden satın alınma bedelleri konvansiyonel ürünlere göre %10-%50 kadar fazla olmaktadır. Dolayısıyla buradaki fiyat farkı verim düşüklüğü olasılığına karşı bir sigorta durumundadır.
Organik tarımın verim ve maliyetini hayvancılık ve hayvansal ürünler bazında incelediğimizde, ekolojik hayvancılıkta verimde bir miktar düşüş görülmekle birlikte hayvanlar daha sağlıklı ve damızlık süresi uzadığı için aslında “toplam verimde” bir düşüş olmadığı görülmektedir. Ekolojik beside daha fazla kaba yem kullanılması gerektiği için yem giderleri bir miktar düşmekle birlikte besi süresi uzadığı için besi maliyetinde bir miktar artış göstermektedir. Ama üretilen ekolojik ürünün çevre ve insan sağlığına yararları düşünüldüğünde, bunun bir maliyet artışı değil maliyette önemli düşüş olarak değerlendirilmelidir. Çünkü insanlar, yaşadıkları sağlık sorunlarının, ekoloji ve çevre sorunlarının ne kadarının konvansiyonel tarımdan kaynaklandığını bilmemektedirler. Sağlıklı ve uzun bir yaşamın değeri maddi olarak ölçülemez. (Ak,2007)
Ekolojik ürünlerin ticari bazdaki reel fiyat yüksekliği, verim azalışı yaşanan ürünler ve bu ürünlerin çiftçiye ödenen bedellerinin fazlalığından kaynaklanmaktadır. Ama bu, hiçbir zaman organik ürüne market raflarında 3- 5 yada daha fazla katı fiyat etiketi yazmayı gerektirmez. Bu abartılı fiyat farkı hiçbir zaman çiftçinin cebine girmediği gibi, bu fiyatları gören -özellikle düşük yada orta gelirli- tüketicilerin, bu ürünlerden uzaklaşmasına ve “organik ürünler çok pahalıdır” söyleminin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Organik ürünlerin fiyat ve maliyetlerini tartışırken bunların alım ve satımlarında son yıllarda adı sıkça geçen Adil Ticaret (Fair Trade) kavram ve sisteminden de bahsetmek gerekmektedir. Adil ticaretin temelleri kapitalizme ve çok uluslu şirketlere karşı küçük üreticileri korumak amacıyla II.Dünya Savaşı sonrasında atılmış ve 1960’larda Hollandalı tüketicilerin Nikaragua çiftçilerini destekleme çabalarıyla gelişmiştir.
Küresel ticaret sisteminin adaletsizliklerine tepkiden doğan adil ticaret, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün de tepkisini çekmektedir. Zira DTÖ kuralları ürünlerin üretim tarzını temel alan bir ayrımcılığın yasaklanmasını öngörmektedir. Adil ticaret daha hakça bir ticaret sistemi için mücadele eden gelişmekte olan ülkeler için tam bir cevap olmayabilir ama Dünya çapında 50’ye yakın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeden adil ticaret ilkesini benimsemiş şirketler ve kooperatifler aracılığıyla ikibine yakın ürün satın alınmaktadır. Adil ticaret şirketleri ve kooperatifler satın aldıkları ürünler karşılığında üreticilere normal piyasa fiyatlarının iki ya da üç katı kadar para ödemekte ve tüketiciler de sosyal sorumluluk bilinci ile bu ürünleri normal fiyatın biraz daha üzerinde bir bedel ödeyerek satın almaktadırlar. Bu ürünler, Adil Ticaret Vakfı’nın etiketi yapıştırılarak marketler, cafeler ve özel olarak oluşturulan satış noktaları da dahil olmak üzere dünya genelinde seksen bin noktada satılmaktadır.(Atay,2007)
“Sözleşmeli üretim” ,organik tarım sistemi içinde başka bir tartışma konusudur. Sözleşmeli üretimi organik tarım için bir önkoşul olarak öne sürmenin fayda ve gerekliliği bir kez daha gözden geçirilmelidir.Hernekadar “sözleşme”,üreticiyi koruma gerekçesi ile ortaya atılmış ve bazı kesimler tarafından olmazsa olmaz bir koşul olarak benimsenmekteyse de ,aralarında güç dengesi olmayan taraflar arasında imzalanması halinde, sonuçları her zaman zayıf tarafın aleyhine işleyebilecek bir olaydır.Büyük gıda şirketlerinin, büyük pazarlama şirketlerinin küçük çiftçiler ile yaptıkları sözleşmelerde,sözleşme koşulu olan miktardaki ürünü almadıkları,gerçek bedeli ödemedikleri, eksik yada geç ödedikleri yaşanan gerçeklerdir.Bu durumda küçük çiftçi, büyük şirketler karşısındaki maduriyetini önleyici girişimlerde bulunamamakta, hakkını arayamamaktadır. Sözleşmeli üretim ancak eşit güç dengesine sahip ,hukuki statüsü ve hak arama gücü olan çiftçi birlik yada kooperatifleri ile ürünleri alacak ,işleyecek yada pazarlayacak olan şirketler arasında yapılabilir.Bu nedenle organik tarımın “sözleşme” koşulunda ısrar ederken bu tür farklılıkları göz önüne almak, tüm organik tarım faaliyetinin sözleşmeli olmasında dayatmacı olmamak gerekir.
Organik tarım alanlarının belirli bölgelerde lokalize olmasını istemek ,organik tarımı belirli bölgelere sıkıştırmak ,bu bölgeler dışındaki alanlarda organik tarıma izin vermemek sakınca taşıyan başka bir husustur.Şimdilik pratikte böyle bir uygulama yoksa da çok yakın bir gelecekte bu konu gündeme gelecektir yada getirileceği yönünde öngörümüz vardır.Böyle bir olay herşeyden önce bölgeler arası kayırma ,dolayısıyla ekonomik, sosyal ve adil olmayan bir imtiyazlandırma şekli olacaktır. Kaldı ki her bölgenin kendine özgü bir toprak ve iklim koşulu olup, belirli ürünler bu koşullar nedeniyle belirli bölgelerde yetiştirilmeye uygundur.Organik tarımın felsefesindeki biyoçeşitlilik, çoklu üretim (polikültür), yerel türlerin korunması ilkeleri,organik tarımı zorlanmış bölgelere hapsetme pratiği ile taban tabana zıttır. Coğrafik bölgelerdeki organik tarımı teşvik çalışmaları o bölgelere alternatif katkı veya kalkınma imkanları sunulması desteklenebilir ama organik tarımın bölgelendirilmesi, şu bölgelerde yapılabilir bu bölgelerde yapılamaz denmesi yanlış olacaktır.Ancak konuyu başka bir noktadan baktığımızda bölgelendirme fikrinin şöyle bir avantajı olabileceği düşünülebilir.Örneğin organik tarım yapılan bölgelerde biyoteknolojik endüstriyel tarıma izin verilmemesi yönünde bir kanun veya yönetmelik çıktığında hiç olmazsa organik tarıma tahsis edilen bölgelerde transgenik bitki yetiştirme imkanı ortadan kalkacaktır denilebilir. Ama ,bu noktada da sorulacak olan soru Türkiyede şu anda ve yakın gelecekte transgenik bitki üretimine ihtiyacı varmıdır?
Ülkemizin bu tür tohumlara bitkilere ve bunlardan elde edilecek gıdalara ihtiyacı yoktur. Türkiye çiftçisinin, tüketicisinin bunlara ihtiyacı yoktur.Bunlara ihtiyaç duyanlar ,yada ihtiyaç olduğuna dair söylemde bulunanlar bu tür tohumları ve bu tohumlar için geliştirdikleri tarım kimyasallarını satıp karlarına kar katmak isteyen çok uluslu biyoteknoloji şirketleri ve bunların Türkiyedeki taşeronlarıdır.
*Ekolojik Yaşam Derneği /Mayıs 2008
Bu yazı 3 Haziran tarihinde Birgün gazetesinde kısaltılarak yayımlanmıştır.
Bir Yorum
sahra
ziraat mühendisiyim organik tarım hakkında halen araştırmalar yapmaktayım organik tarımın insan sağlığı, ekolojik denge hususundaki faydaları tamam ancak ben organik tarım üreticisi olmakta kararsızım kar ve zararımın duygusal açıdan ne olacağını bilemiyorum dene gör felsefesini uygulamak istemiyorum ve bayanım ki siz düşünün ufak bir başarısızlıkta elinin hamuruyla karışma olacak sevgiyle kalın iyigünler