Tayfun Özkaya
Berlin’de marketten aldığımız İspanya ürünü patlıcanı hevesle oğlumun evine getirdik. Amacımız karnıyarık yapıp memleket havası yaratmaktı. Ne gezer. Patlıcan adeta bir süs eşyası kadar güzel olmasına rağmen tadı yoktu. Sonunda Türk marketlerden gelen Türkiye ürünü sebzeleri almaya başladık. Şimdi bizlere bu “gelişme”, kalkınma olarak dayatılmaya çalışılmaktadır. Geçen yıl “tohumculuk kanunu” Avrupa Birliği paketinin içine sokularak ülkeye dayatılırken yaptığımız itirazlara karşı yabancı tohum şirketlerinin uzantıları bizleri geriliği savunmakla suçlamışlardı. Hâlbuki tarımsal ilaçsız gübresiz üretilemeyen bu sanayi tohumları ile yapılan tarım dünyayı zehirlemiş, erozyonu şiddetlendirmiş ve sürdürülemezliğini adeta ispatlamıştır. Bunun tek yararı bir avuç insanı daha da zengin etmesidir. Bazı üreticilerimizin dahi bu satırlarımı şüpheyle karşılayarak okuduklarını tahmin ediyorum. Çünkü önce bütün ülkelerde köylünün kendine inancı yok edilerek sorgusuz sualsiz yeni denen “yok edici teknolojilere” iman etmesi sağlanır.
Geçtiğimiz aylarda Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi bölümüne misafir yüksek lisans öğrencisi olarak gelen “James” sebze ve meyvelerimizin, etlerimizin çok lezzetli olduğunu bizlere anlata anlata bitirememişti. Ona göre ABD ürünleri sadece görünüşte güzeldi. Lezzet yoktu. Lezzet yokluğu da muhtemelen mineral maddece fakirliğini kanıtlıyordu. İşte ona göre bu yüzden Ege’de insanlar daha sağlıklı ve ince iken Amerikalılar şişmanlıktan patlamak üzere idiler. Besin fakirliğini kapatmak için bu defa kucak dolusu para mineral madde, vitamin içeren ilaçlara harcanıyordu.
Bugün, muhtemelen çocukluğu Türkiye’de geçmiş bir Amerikalıdan e-posta aldım. Mesajı oldukça iyi bir Türkçe ile yazılmış idi. O da benzer şeylerden söz ediyordu. ABD’de 2. Dünya savaşında “zafer bahçeleri” denilen bir gelenek başlatılmış idi. Askerlere daha çok yiyecek gönderebilmek için halk bahçesinde üretim yapmaya teşvik edilmişti. O gelenek hala sürüyordu. Bilinçli Amerikalılar akıntıya karşı bir ruh hali ile tohum endüstrisinin plastik domates ve patlıcanlarına direniyor ve yapabildikleri kadar atadan kalan tohumlarla tarım yapmaya çalışıyorlardı. Ancak bu tohumları bulmakta çok zorlanıyorlardı. ABD’de ayrıca GDO belası vardı. Bizim adresimizi web sayfalarında bulmuş, tohumculuk kanunu ile ilgili yazılarımızı okumuştu ve “tohumculuk kanununun” sadece Türkiye için değil tüm dünya için de bir felaket olacağını söylüyordu.
Şimdi Türkiye’nin nerede olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Ülkemiz Milattan önce 8500 yılında dünyada tarımın ilk geliştiği yere aittir. Harita üzerinde bir aya benzediği için “bereketli hilal” denen bu alan içinde Türkiye’de Güneydoğu Anadolu, Konya’ya doğru uzanan bir şerit, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Filistin, İsrail bulunmaktadır. Buğdayın atası Türkiye’de hala doğadadır. Nohut Türkiye’de kültüre alınmıştır. -Bu konuların ayrıntılarını öğrenmek isteyenler “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı şahane kitabı okuyabilirler.- Bu nedenlerle bu alan dünya biyoçeşitliliği açısından çok büyük bir önemdedir. Ama ne çare ki Irak’ta işgalle Amerikan komutanının imzalayarak yayınladığına benzer bir tohumcuk yasasını meclisimiz kendi eliyle kabul etmiştir. Bizim de içinde bulunduğumuz bereketli hilalin kültürünü unutmamız için Bağdat Amerikalılar tarafından işgal edildiğinde on bin yıllık kültürel mirası saklayan müzelerin yağmalanmasına, yakılmasına adeta izin verildi. Bundan sonra açılacak olan beyaz sayfa üzerine colasıyla, tohumuyla, fastfooduyla daha kolay yerleşilebilirdi. Bizde de köylülerimiz hala “tohumculuk yasasının” ne getirip ne götüreceğinden çoğunluğuyla habersizdir. Onları uyandırmak çiftçi örgütlerine düşmez miydi? Ne gezer. Birkaç istisnasıyla derin uykulardaydılar. Hala da öyledir. O zaman buyurun plastik domateslere, patlıcanlara.
**********************************************************************
Geçen haftaki plastik meyve, sebzeler konusunda ABD’den mektup aldığımdan söz etmiştim. Bunları sizle paylaşmak istiyorum. Biraz kısaltarak aktarıyorum. Köşeli parantez içindekiler benim açıklamalarım. Jenny Türkiye’de anne babası yaşamış. Oldukça güzel Türkçe yazıyor. Yazısına hemen hiç dokunmadım.
“Türkiye’deki tohumculuk hakkındaki yazıları internetten okuyorum ve dehşete kapıldım. Çok üzücü. Birileri mutlaka bir şeyler yapmalı bu konuda. Genetikleri ile oynanmış tohumların kabulü söz konusu bile olmazken, burada F1 hibritlere karşı bile yoğun bir dışlama var. Orijinal tohumları (heirloom seeds) [köylü çeşitleri veya atadan kalma çeşitler] korumak için, kulüplerden tohum bankalarına kadar bir sürü kuruluş, tohum satıcı şirket var.
Anladığım kadarı ile şaşalı reklâmlar altında bir sürü özel şirket F1 hibrit üretimi peşine düşmüş ama burada geriye dönüş başladı. Hem de olabildiğince hızlı bir şekilde olması için yoğun çalışmalar, kampanyalar var. Tabiî ki dev satıcılar her şeyi tekeli altına almak istiyor, terminatör tohumlar en son teknoloji. Siz daha iyi biliyorsunuzdur, o tohumlardan ekilen sebzelerin tohumları yeşillenmiyor. F1 olsa da ne anlamı var ki, garip şekilsiz tamamen işe yaramaz bir şey.
Burada çok yoğun olarak kampanyası yapılan diğer bir konu da nasıl aldığınız ürünlerin tohumlarını saklayabilirsiniz, hangi sebzenin tohumu nerededir, ne yöntemlerle o tohumlar ayıklanıp kurutulup gelecek yıla saklanır. Tohum satıcı şirketler bile bu bilgileri yoğun olarak veriyorlar kendi sayfalarında veya kitap öneriyorlar. Çünkü burada da her yer f1 ile dolu, dehşet içinde korku içindeler, heirloomları [ata tohumları] kaybedeceğiz diye. Organik zaten her yerde büyük bir akım.
Ayni konu gübre konusu için de geçerli, kimyasal gübre yerine doğal yollar, teknikleri ile bilgilendirilmeye çalışılıyor halk.
Diğer bir konu da tabii ki 2. dünya savaşı sırasında, devlet, herkesin arka bahçesinde kendi sebzesini yetiştirmesini istemiş. Victory gardens [Zafer Bahçeleri]. Böylece büyük tarlalarda yetişen ürün askerlere gönderilmiş çoğunlukla. Oradan gelen bir gelenek de var. Ve burada çok doğal ufacık da olsa bir sebze bahçesi sahibi olmak, en azından balkonda bir cherry domates yetiştirmek.
Birçok sebze ve meyve çeşidi burada yok. Ciddiyim, hala arıyorum yok. Ben pek sanmıyorum ki bulabileyim, bunca yılda eğer hiç Manhattan’da görmediysem, hiç bir tohum satıcısında görmediysem, o türler sadece Türkiye’ye özel. En özel haliyle korunmalı ve dünyaya tanıtılmalı.
Burada eğer süpermarketten sebze alırsanız, süper görünüşlü, dev boyutta sebzeler. Rengi, dokusu mükemmel. Problem %10 lezzetli, %90 plastik tatlı !!!!!
Bence sadece tarla sahibi ve ürünlerini satıp da geçimini sağlayanlar değil, çok daha büyük insan toplulukları bu tohum konusunun parçası olmalı. Burada bahar geldi mi, her yer, perakende çeşit çeşit tohum paketleri, toprak, saksı, vb. ile dolar. Her yer, o kadar çok görürsünüz ki, kösedeki indirimli dükkândan, bauhause gibi inşaat malzemesi satan yerlere kadar. Hatta yerel fidanlıklar, fidan haline getirip onları satarlar, mevsimi kısa olan kuzey eyaletlerinde daha yoğun. Yani bahçe içinde eviniz olmasa da en azından saksı da dereotu, nane kekik, diye marketlerde setler satılır. Cherry domates bir orta boy saksı yeter balkonda. Bence Amerika’dan İngiltere’den yeni akım denilip, lezzetli organik ürünler, bunlar deyip büyük kampanyalar yapılmalı. Ben hatırlarım İstanbul’dayken o yıllarda yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştı ki süpermarketlerden aldığımız bazı sebzelerin tadı yoktu. Bizimkiler daha çok pazarlardaki köylüleri bulmaya çalışıyordu…
Burada makaleler yazılıyor. Neden akdeniz insani, hatta Avrupalılar bu kadar sağlıklıyken, bu ülkede bu kadar yoğun hastalıklar var. Kimse plastik yemekten hoşlanmıyor! Burası yaptığı hatayı anladı geriye dönüyor. Umarım Türkiye’de de konuyu bilen sizin gibi insanlar kanun yapıcılara konunun ciddiyetini gösterebilir. Saygılarımla. Jenny”
*****************************************************************************
Türkiye’de gıdada halk, yakın bir gelecekte neleri kaybedeceğini bilmediğinden tohumculuk kanununa karşı direniş de yetersiz kaldı. Amerika’dan Jenny’nin mektuplarını bu hafta da aktarmaya devam ederek kaybedeceklerimizi biraz daha anlamaya çalışabiliriz. Şöyle yazıyor:
“2. dünya savaşı sonrası, iş bulmak ve daha iyi bir hayat için, büyük kentlere göç başlamış, dolayısıyla apartman hayatı. Hızlı hayatın sonucu olarak da, konservelerden, donmuş yiyeceklere kadar birçok değişiklikle yiyecekler değişmiş. Eğer sıradan bir Amerikan marketine giderseniz, göreceğiniz, bir köşede küçük bir alan taze sebze ve meyveler için, gerisi hazır yiyecek, aşırı rafine edilmiş, çoğu zararlı yiyecekler ve temizlik, ev hayvani ürünleri vs. Meyveler sebzelere göre daha lezzetli diyebilirim. Ama diğer yandan çok bilinen ve yenen portakal çoğunlukla %90 plastik… Sebzeler, süper büyük, harika görünüşlü ve raflarda sayı ile. İstanbul’daki gibi kilo ile değil, tane ile alıyorsunuz. Büyük kentlerde yaşayan, apartman insanları için tek seçim marketlerden almak gibi görünüyor. Ve istediğinizi değil bulduğunuzu alıyorsunuz. Örneğin tüm domatesler kırmızı değil, tüm patlıcanlar da uzun ve mor değil ama siz sadece sınırlı sayıda olan çeşitlere erişebiliyorsunuz. Sonuçta büyük tarla sahipleri de haklı. Müşterisi şu ve şu çeşidi istiyor, tüm ülkedeki şubelerine dağıtacak. Ona diyemezsiniz ki, unut o tipi, ben de çok lezzetli olan şu tip var, nakliyeye uygun değil, çok narin ama daha iyisini bulamazsın. Büyük tohum satıcılarının katalogları %90–95 oranında hibrit dolu. Sonuçta kaç kişi örneğin 600 den fazla çeşit domates olduğunu biliyor. Ne görüyorsa markette o. İşte bu noktada geriye dönüş başladı. Bir yanda sağlıklı beslenme, diğer yanda, organik sağlığın şartı derken, marketlerdeki ürünlerin iyice kalitesizleşmesi, eskiye dönüşü hızlandırırken, yeni bir hobiyi de başlattı: Her yıl değişik türleri denemek, keşfetmek. Container gardening denen saksılarda sebze yetiştirimi gibi tarlaya alternatif, herkes için seçimler çoğaldı.
Sizin çok daha iyi bildiğiniz gibi, tohumların genelde 2–5 hatta 10 yıllık ömürleri var, çeşide ve saklanma koşullarına bağlı olarak. (tabii bu arada sağlıklı tohumlardan bahsediyorum). Yani binlerce çeşit tohumun birileri tarafından her yıl veya her 2–3 yılda bir ekilmesi, doğru koşullarda izolasyon ile ve sağlıklı geliştirilip, tohumlarının doğru şekilde toplanıp gelecek yıllar için doğru koşullarda saklanması lazım. Eğer çok az insan o tohumların varlığını biliyor ve ulaşabiliyorsa, sonuçta hiç kimse ekmiyorsa veya diğer tiplerle yanlışlık, dikkatsizlik, gibi nedenlerle genetik özelliğini kaybetmişse, işte o türe veya çeşide de elveda diyor tüm dünya. Bu orijinal tohumları koruma altına almanın tek yolu, herkesi bilgilendirip, saksı da bile olsa yetiştirmeye özendirmek, daha çok insanin denemesi, keşfetmesi ve yeni nesillere bırakması gerek. Örneğin blue potatoes deniyor. Ben sanıyordum ki genleri ile oynanmış patates. Gerçekte, nesli tükenmek üzere olan orijinal bir patates çeşidiymiş, ve bir uçak şirketinin sembol olarak kullanması ve patates cipsi olarak yolcularına sunması ile, şu anda oldukça popüler, hatta gurme marketlerde görürsünüz. Bunun yanında bazı çeşitler var ki, hiç bir zaman sıradan marketlerde göremeyeceğimiz, hiç bir zaman endüstriyel amaçlı kullanılamayacak çeşitler var ki, belki yakın çevredeki pazarlarda, o da belki, tek yol, hayatta tutmanın, sadece bu çeşit özel tohumları satan ufak tohum şirketlerini desteklemek. Bazı tohumların tarihleri anlatılıyor, deniyor, şu ürün, şu bölgeye yerleşmiş büyük büyük .. babası Çekoslovakya’dan getirmiş nesiller boyu aileden gelme bir çeşit biber. Böyle keşfedilen, limitli sayıda satılan tohumlar var.”
Jenny’nin yazdıklarına burada ara verelim. Tohumculuk kanununu kabul etmemizden bu yana cehenneme bilet almışız, toplumun haberi yok. Şimdi, tohumculuk kanununa karşı çıkanları aşağılamaya kalkanlar şapkalarını önlerine koymalı değil mi? Ne gezer! Bu neo-liberal fanatiklerin böyle bir şey yaptıkları hiç görülmedi.
Not: Bu yazı Üretici Gazetesi için hazırlanmıştır.
Bir Yorum
muhammet ali saltan
efendim size katılmamak eldemi tabiri cahizse hani derle ya yahu eskiden yediğimiz dametesin tadı şimdi yok hıyarın tadı yok ot gibi ne yediğini anlamıyorsun yani üreticilerin bu konuyu tekrar düşünmelri gerekiyor bence tabi bukonulara duyarlı insanlarda var elbet,ama günümüzde her şey para olduğundan kısa zanmanda daha çok kananayım derdi yapmasınlar uzun vadede allahın bize bahşettiği bu toprakların kıymetini bilelim çünkü türkiyemiz dünyanım organik üretim merkezi olabilir diye düşünüyorum ama ben bile evimin bahçesine 200 metre kadar bölümüne organik sebze dikmek için tohum bulamıyorum.ne oluyor bizlere geleceğimizi kendimiz karartmıyormuyuz acaba saygılarımla