“Sağlıksız beslenecek kadar zengin miyiz?” Umut Kocagöz bu soruyu geçtiğimiz gün yayınlanan yazısında sormuştu1. Bir gazete haberi üzerinden bu soruyu hepimize soruyordu. Haberde, ihraç edilen gıda ürünlerinde ortaya çıkan zehirli madde nedeniyle ihracatın iptal edilmesi ve Türkiye’de üretilen gıda ürünlerinde kimyasallar nedeniyle gıdaların zehir haline geldiği yazılıydı. Kocagöz’ün yazısında iki önemli konu belirgin olarak verilmişti; “sağlıklı beslenme” ve sağlıklı beslenmeye erişim. Kocagöz’ün tespitlerini yenilemeden ve onun bıraktığı yerden tartışmaya devam edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sağlıklı gıdaya erişimin, bireysel bir tercih ve tüketim seçeneğinden çıkararak hak mücadelesi eksenine taşımanın koşulları aranmalıdır.
Bir yandan pahalı organik gıda sağlayıcıları, bir yandan ucuz market anlayışıyla Türkiye’nin her yerini saran zincir marketler, her türden bütçeye uygunluk sergileyen serbest pazar ekonomisini göstermektedir. Gıda tüketiminin bireysel tercihlerimizmiş gibi gösterilmesi aslında pazar ekonomisinin bize sunduğu bir yanılsama olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizleri birer tüketim nesnesi ve veri olarak gösteren bu yanılsama, meseleyi kendi tüketimimizden sorumlu olarak zehirli ya da zehirsiz gıdayı tercih ettiğimiz şeklinde yorumlamakta ve bunu bireysel bir seçimmiş gibi göstermektedir. Gerçekte olan ise asgari geçimlik ücret kazanan bir ailenin, karlı bir pazar olarak görülen temiz gıdaya ulaşmak için ne parası ne zamanı ne de imkanının olmadığıdır. Asgari geçim seviyesinde geliri olan aile, yaşadığımız toplumun bize dayattığı verili kodları kabul edecek ve en yakındaki marketten en ucuz ürünleri alarak ailesine gerekli olan gıdayı temin edecektir. Bu bireysel tercih yanılgısıdır. Oysa burada bir tercihten ziyade, zorunluluk söz konusudur. Sağlıksız besinler tüketildiği için hastalıklar baş gösterecek ve kişi, hastalıkların tedavisini karşılayamadığında kendine kızıp neden daha sağlıklı gıdalar tüketmediğini sorgulayacak ama bunun arkasındaki şirketleri, organizasyonları ve tabi ki devletleri göremeden sadece kendini daha iyi besleyemediği, sağlıklı gıdalar alamadığına kızacaktır. Bu algı, bir yandan kamu spotlarıyla bir yandan da doktor ya da sağlık bakanlığının açıklamalarıyla sanki bizlerin kişisel tercihleriymiş gibi gösterilmektedir. Ucuz gıda ile sağlıksız besinlerin satışını sağlayan şirketler ve “organik” adı altında pahalı ürünlerle yüksek kar oranları peşinde koşanlar sorunun görünmez aktörleri olarak kalacaktır.
Gıda üretim şirketlerinin örgütlü ve planlı bir bağı varken, bireysel tüketimin yalnızlığından kurtulup örgütlenmemiz ve gıda tüketimini bireysel tercih hattından çıkararak yaşamsal bir hak mücadelesine dönüştürmemiz şarttır. Bu mücadele alanlarından biri tüketimin örgütlenmesi olduğu gibi diğer önemli bir alanı da devlet politikalarına müdahale olmalıdır. Yunanistan’daki şebeke suyu mücadelesi bunun için iyi bir örnek olarak önümüzde durmaktadır2. Kendi temiz suyunu dışarıdan ücretle almak yerine, devletin para karşılığında sağladığı suyun temiz içilebilir su olması için bir mücadele verilmiştir. Şirketlerin suyu pet şişelere koyarak daha küçük ve daha da küçük miktarlarda satmasına karşı çıkarak şebeke suyundan vazgeçilmemiş ve politik bir mücadele hattı belirlenerek, tüketim-üretim ayağında örgütlenme eş güdümlü yapılmıştır. Tüm bu mücadelelerin sonucunda şebeke suyu, tesisat ve yatırımlarıyla içilebilir su olma özelliğini korumuştur. Yunanistan’daki mücadele örneğinde olduğu gibi, suyun ticarileşmesine karşı hak mücadelelerini, tarımsal sulamanın metalaşması ve ekoloji meselesi olduğu kadar, kentte içme suyuna erişimi de içeren çok boyutluluğu ile görmek gerekir. Aynı şekilde sağlıklı gıdaya erişimin de tarımdaki dönüşümden bağımsız olmadığı ve devlet, üretim ve tüketim ayaklarıyla çok yönlü düşünülmesi gerektiği akılda tutulmalıdır.
Charles Gide, dayanışmayı toplum yaşamının temel bir yasası olarak kabul eder. Gide, salt kendi çıkarını gözetmeyi salık veren serbest rekabete karşı dayanışma hatlarına ve mücadelelerine vurgu yapmakta ve tüketimin üretimdeki rolüne dikkat çekmektedir. Bu ise tüketicilerin birleşmesi yani kooperatifleşme ile gerçekleşebilir. Böyle bir örgütlenme ile üreticinin tüketici üzerindeki üstünlüğü de önlenecektir. Kamunun “toplumsal iyi”den uzaklaşma hali, tam da şirket egemenliğine uyum sağlayan bir politik hat üzerinden ilerler. Sağlıklı gıdaya erişim hakkı bağlamında yapılacak mücadele gıdayı hem şirketlerin egemenliğinden kurtarmalıdır hem de devletin bu konudaki politikalarını dönüştürücü nitelikte olmalıdır. Gıda egemenliği konusunda çok yönlü düşünülüp tartışılması ve mücadele alanlarının genişletilmesi bir zorunluluktur.
***
1 Umut Kocagöz, “Sağlıksız beslenecek kadar zengin miyiz?” 18 Temmuz 2017 https://www.karasaban.net/sagliksiz-beslenecek-kadar-zengin-miyiz-umut-kocagoz/
2 Bu deneyim, 2016 Ekim-2017 Mayıs tarihleri arasında Yunanistan ve Girit’te geçirdiğim süre zarfında kooperatif çalışması ve gıda mücadelesi yürütenlerden edindiğim bilgilere dayanmaktadır.
Bir Yorum
Pingback: Sağlıklı beslenme bireysel bir tercih midir? – Selma Değirmenci - Başlangıç