15 Temmuz gecesi, Türkiye’nin kırında bir reformun hangi temellerde olabileceğini tartışmak için bilgisayarın başına oturmuştum. Yurt dışında idim. Telefonuma gelen bir mesajla, ülkenin çok daha başka çatışmalar içerisinde olduğunu öğrendim. Yazmayı bırakıp haber sitelerine baktım, eş dostun nasıl olduğunu sormaya yöneldim.
Aradan bir aydan fazla zaman geçti, başladığım bu yazıya tekrar baktım. Aslında o zamandan bu zamana, yazının içerik olarak pek fazla bir şey değişmediğini fark ettim. Ve sanki o yazıyı bugün yazıyormuş gibi yazmaya tekrardan karar verdim.
Söküğü Gıda Egemenliği İle Dikmek
Umut Kocagöz
Çünkü, Türkiye zor ve karanlık bir dönemden geçiyor. Ya bu savaş bir şekilde bitecek, yeni bir toplumun temelleri atılacak; yada Türkiye, çok daha uzun süren büyük bir savaş içerisine girecek, Ortadoğu’yu saran savaş silsilesi ülkemizi de saracak. Büyük kentlerde yapılan terör saldırıları, göçmenlere uygulanan şiddet, Kürtlere karşı yürütülen operasyonlar, halkın kendi içinde ortaya çıkan ve önü alınamayan yarılma… Türkiye bir yerden sökülüyor, ve bu söküğü dikecek bir kuvvet ortada görünmüyor.
Zaten bu söküğü ancak tabandan yükselen, geniş ve katılımcı, demokratik, adil, yeni bir toplumsal projeye dayanan bir kuvvet dikebilir. Diğer bütün kuvvetler bu söküğü bu güne kadar büyüttüler. Bu bahsettiğimiz kuvvet, yeni bir Türkiye, yeni bir ülke, yeni bir kır ve kent kurabilir.
Ancak bu kuvvet, mevcut siyasal sorunlar ile, bildik araç ve gereçlerle uğraşamaz. Hatta, egemenlerin kendi iç çatışmalarına dayanan gündemlerini de bir yere kadar bertaraf edebilmelidir. Aynı zamanda, kendi özerk gündemini oluşturmayı, halkın gerçek sorunlarını açığa çıkarmayı bilmelidir. Yani aslında, Türkiye’yi yeniden inşa edecek güç, Türkiye’de siyasetin kendisini, içeriğini, biçimini değiştirmek zorundadır. Türkiye’de siyasete dair bilinci, etik ve ahlaki değerleri değiştirmek zorundadır. Yeni değerler inşa etmek, mevcut oyunun dışına çıkmak zorundadır.
Örneğin, Türkiye’nin Ortadoğu bataklığında sürekli askerileşmeye dayanan politikalarına karşı, farklı etnik, ulusal ve dini kimliklerden kişilerin barış içerisinde bir arada yaşamasını savunmaktan öteye geçmelidir. Başka bir ifade ile, barış içerisinde bir arada yaşamı pratik olarak inşa etmelidir. Bunun için, ortaya atacağı yeni değerlere bağlı olarak; örneğin tarım, gıda, hayvancılık alanlarına sahip çıkmalıdır. Kırın bir savaş alanı olarak değil, yaşam ve üretim alanı olarak yeniden tesis edilmesini örgütlemelidir. Savaşa karşı, kırsalı örgütleyen bir üretim mücadelesi verebilmelidir. Kırdaki sorunları açığa çıkarmalıdır; bu sorunların farklı aktörlerini; örneğin çiftçileri, kır işçilerini, mevsimlik işçileri, enerji projesi mağdurlarını, vb. örgütleyecek bir zemin kurmalıdır.
Bu hareket ancak bir taban hareketi olarak örgütlenebilir. Bu açıdan, bir örgütlenme pratiği olarak gıda egemenliğinin, toplumu kuracak dinamik bir güç olduğunu söyleyeceğiz. Çünkü gıda egemenliği, ilkin, toplumun kendi egemenliği zemininde örgütlenmesidir. Bu egemenlik, esasında şirketlere, ve onların siyasal temsilcilerine karşı, halkın kendisini korumasıdır. Toplumun şirketler karşısında örgütlenmesi, bütün dinamiklerin yan yana gelmesini ifade eder. Yani gıda egemenliği, tabanda gerçekleşen bir örgütlenme pratiğidir.
İkinci olarak gıda egemenliği, toprağın şirketler tarafından gasp edilmesine karşı, toprağa erişimi ve toprağın kullanım hakkını savunur. Kullanım hakkı, yalnızca bir mülkiyet hakkı değildir; toprağı kullanmak için, toprakta barış olmalıdır; kardeşlik olmalıdır. Gıda egemenliği, barışın örgütlenmesinin önemli bir temelidir. Sağlıklı ve adil gıda hakkının tohumdan başlayarak sofraya kadar örgütlenmesidir. Bu açıdan, toprak meselesine eşit ve adil bir yaklaşım geliştirir.
Üçüncü olarak, gıda egemenliği, baskıcı ve otoriter rejimler ile çatışır. Şirket modeline göre örgütlenmiş bireysel toplum modeli ile çatışır. Gıda egemenliği modeli kolektif, katılımcı, demokratik ve adil topluluklar sistemini savunur. Üretici çiftçiler ile kentte yaşayanlar arasında beraberliği, kır ile kent arasında katılımcı ve planlamaya dayanan bir sistemi savunur. İki kesimi onurlu, haysiyetli bir ilişki zemininde birleştirir. Toplumun tabandan, demokratik katılım prensiplerine bağlı olarak örgütlenmesini savunur. Bunu yalnızca bir proje olarak sunmaz; kendisini de bu şekilde örgütler.
Şirket modeli, hayatımızın her alanını ele geçirirken, bu modele karşı kendi egemenliğimizi kurmamız hayatidir. Gıda egemenliği, tohumdan sofraya, topraktan bütüncül bir kır modeline kadar, toplumun şirket egemenliği dışında örgütlenmesinin bir zeminidir. Bugün Türkiye’nin içine çekildiği savaşın en temel dinamiklerinden bir tanesi, toplumun nasıl tasarlanacağına dayanmaktadır. Mevcut iktidar, gaspçı ve rantçı bir rejim inşa etmektedir: kırda ve kentte, toplumun ortak varlıklarını, değerlerini, inançlarını, özgürlüklerini gasp etmekte, ranta çevirmekte, yönetmektedir. Bunu yalnızca çalışma rejimi olarak kurmamakta, bütün toplumu, gündelik hayat da dahil olmak üzere, bu şirket zihniyeti etrafında örgütlemektedir. Türkiye’nin kırı ve kenti, bu zihniyet modeline göre, gaspçı ve rantçı bir zihniyete kurban edilmektedir. İnsanların bir arada yaşama hakkı elinden alınırken, aynı zamanda yaşama dair güzel, tutkulu, olumlu ne varsa tahrip edilmekte, içi boşaltılmaktadır.
Özetle, şirket modeli, şirket egemenliği, hayatımızın, doğamızın, yaşadığımız bölgenin her alanına tesir etmektedir. Şirket egemenliği, toprağın kullanım biçimini ve mülkiyetini belirlemekte; toprağın üzerinde yapılacak işin içeriğini ve biçimini belirlemekte; bu yapılan işi yapan kişiler arasındaki ilişkiyi belirlemekte; ve genel olarak, bütün bu rejimi ifade edecek siyasal örgütlenmeyi belirlemektedir.
Bu açıdan, Türkiye’nin çok hızlı geçen son beş yıllık periyodunda egemenlik mücadelesi çeşitli biçimlerde ortaya çıktı, Özellikle kır temelli mücadelelerde, işçi mücadelelerinde, üniversite mücadelelerinde ve Gezi’de ortaya çıkan dinamik önemli örneklerdir. Şirketlerin ve onların siyasal temsilcilerinin egemenliğine karşı halk kendi egemenliğini tesis etmeye çalıştı; kendi egemenliğini kaybetmemeye çalıştı. Şirket zihniyeti, kendi egemenliğini tesis etmek için kırda ve kentte yıkıcı reform programları uygulamakta, bunları “kalkınma” adı altında sunmaktadır. Oysa kırda ve kentte halkın duyduğu reform ihtiyacı kendisini mücadelelerde, direnişlerde açığa çıkarmıştır.
Gıda egemenliği, kır-kent emek hareketinin hem kurucu unsuru, hem örgütlenme ilişkisi, hem de kır ve kentte bütünlüklü bir dönüşüm projesidir. Bu açıdan toplumun yeniden örgütlenmesinin önemli kurucu dinamiklerinden bir tanesidir. İçine çekildiğimiz darboğazda, beraber nefes almaya, beraber üretmeye, egemenliğimizi tesis etmeye ihtiyacımız var çünkü.
Bir Yorum
Pingback: Referandum ve Kırda Reform / Umut Kocagöz | Karasaban.net