Sosyalist sol için yayın faaliyeti her daim aktüel ihtiyaçlar mucibince yeniden ve yeniden değerlendirilmesi gereken temel önemde bir politik ve örgütsel bir mesele. Lenin tam da bu öneme binaen yayın faaliyeti için “kolektif örgütleyici” şeklinde bir tabir kullanmıştır. Buna göre yayın faaliyeti esas olarak toplumsal mücadele ve direnişlerin deneyimlerini ortaklaştıracak ve bunları bir siyasal alternatif halinde kolektifleştirecek, yani örgütleyecek bir faaliyet olarak tasarlanmalı. Bizde maalesef yayın faaliyetinin bu politik-örgütsel gerekliliklere tabi kılınmadığını, daha doğrusu çoğu zaman solun müdahale ve eylem kapasitesiyle bağlantısız bir biçimde ele alındığını gözlemlemek mümkün. Örneğin Türkiye’de sosyalist hareketin birçok büyükçe örgütsel yapısının kendisine bağlı ya da yakın günlük gazeteler çıkartıyor oluşunun aktüel gerçekliğimizle pek bir ilgisinin olmadığı kanaatindeyim. Türkiye’de sosyalist solun hemen bütün küme ve yapıları iri ya da cılız birer propaganda örgütünden ibaretken ulusal çapta bir ajitasyon faaliyetini hedefleyen ayrı ayrı gazetelerin politik ve örgütsel (ve maddi) olanaklarımızla ilintisini kurmak cidden güç. Solun çok daha güçlü olduğu, çok daha ciddi bir toplumsal etkisinin bulunduğu zamanlarda bu kadar fazla günlük gazete söz konusu değildi. Bu gazete bolluğu, örgütsel bir kapasite eşiğinin geçilmiş olmasının (yani büyümenin) bir ifadesi olmadığına göre, tam tersine örgütsel ve politik zaafların (Gün Zileli’nin “medyaterapi” dediği şekilde) telafi edilmesinin bir yolu halini alabiliyor.
Toplumsal karşılığı bir hayli cılızlaşmış solun yeniden geniş kitlelere hitap edebilmesinin yolunun basın-yayın faaliyetinden (hele hele ulusal çapta gündelik bir gazeteden), yani tek taraflı bir ajitasyon çalışmasından geçtiğini düşünmek abes. Böylesi bir yeniden “buluşma”, ancak geniş kitlelerin kendi hayat ve mukadderatlarına sahip çıkmaya dönük gündelik mücadeleleri aracılığıyla mümkün olabilir, çoğu zaman aynı kitlelerin gıyabında yürütülen bir yayın faaliyetiyle değil. Siyaset elbette aynı zamanda pedagojik bir faaliyettir. Yani eleştirel bilginin üretilmesi ve dolaşımıyla ilgili bir konudur. Ancak bu pedagojiyi biz çoğu kez basitçe bazı hakikatlerin geniş kitlelere (yayın yoluyla) bildirilmesi şeklinde tek taraflı bir ilişki olarak anlıyoruz. Oysa bizim siyasal pedagojimiz alttakilerin gündelik mücadele ve direnişleri içerisinde açığa çıkan “hakikatlerin” örgütlenmesi, kolektifleştirilmesi anlamına gelmeli. Dolayısıyla solun yayın faaliyeti de böylesi bir siyasal pedagojinin ürünü olmalı.
Bu bakımdan Türkiye’de sosyalist solun ne kapasite ve imkânlarıyla ne de örgütsel ve politik ihtiyaçlarıyla rabıtası olan bir “büyük” yayın hamlesine değil, daha mütevazı mecralara, ana akım medyada sesi kısılan mücadele ve direnişlerin deneyimlerini yaygınlaştıracak, bunlar aracılığıyla ortaya çıkacak bilgiyi kolektifleştirecek alternatif yayın mecralarına ihtiyacımız var. Bu mecraların “alternatif” sıfatını hakedebilmesi, bunların sadece siyasal yönelişleri itibariyle değil, işleyiş ve örgütlenişleri itibariyle de mevcuda muhalif ve rakip olmasıyla mümkün. Yani “bizim” yayınlarımız bir kolektif örgütleyici olacaksa eğer, enforme eden ve edilen ikiliğini aşmaya dönük bir pratiğin de ifadesi olmalı. Söz konusu yayınların okuyucularının aynı zamanda bu yayının şu ya da bu ölçüde de olsa o yayının üretici ve örgütleyicileri de olabilmeleri bu noktada temel bir kıstas. Dolayısıyla soldan bir yayın, ancak (ne kadarsa o kadar) kolektif mücadele ve direniş pratiklerinin organik bir bileşeni olabildiği ölçüde, yani bu mücadeleler içerisinde ve aracılığıyla örgütlenebildiği ölçüde “fark” yaratabilecektir. Aksi takdirde, yani çıtanın mevcut kapasite ve olanaklarımızın çok ötesine çekildiği koşullardaki bir basın-yayın faaliyeti, olsa olsa hâkim örgütlenme ve ifade biçimlerinin soldan da olsa bir biçimiyle yeniden üretilmesi anlamını taşıyacaktır. Aslı varken taklide (yani hâkim medya mecralarının sol versiyonlarına) itibar edilmemesi kaidesi, mevcut sol gazetelerin tirajlarından da rahatlıkla anlaşılabiliyor.
Yumurtanın mı tavuktan yoksa tavuğun mu yumurtadan neşet ettiğine dair bitimsiz tartışmalardan her daim kaçınmak gerekir ama arabayı da atların önüne koşmamak kaydıyla. Bugün sol gazetelerin geniş kitlelere hitap edemiyor olmasının müsebbibi bu gazetelerin “kötü” yayınlar olması, yani kötü gazetecilik yapılıyor olması değil. Çok satan gazetelerin “iyi” gazetecilik dolayısıyla çok talep gördüğünü iddia eden yok herhalde. Dolayısıyla kötü gazetelerden ziyade belki de “kötü okurlardan” bahsetmek çok daha gerçekçi. Kötü okurlar derken kasıt yanlış anlaşılmasın: Mevcut sosyal ve siyasal güç dengeleri dahilinde geniş kitlelerce buluşacak bir gazete basitçe mümkün değil. Tabi sınıfların siyaseten giderek muhafazakârlaşmış ve kolektif gücüne ilişkin inancını yitirmiş olduğu koşullarda “kitlesel” bir sol gazete neden ve nasıl mümkün olsun? Önce bahsi geçen kitlelerin (hepimizin) kendi kaderini tayin etme kapasitesinde, kolektif eyleme ve örgütlenme gücünde son on, belki yirmi yılda gerçekleşen tahribatın onarılması gerekiyor. Yayın faaliyeti bu “tamiratın” elbette önemli bir parçası; ancak temeli, kalkış noktası ya da koçbaşı değil.
Karşı karşıya olduğumuz felaket, yani memleketin içerisinde bulunduğu ahval ve şerait bir “eğitimsizlik” sorunundan kaynaklanmıyor. Yani insanlar bilgiye ulaşamadıkları, kandırıldıkları ya da gözlerine bir perde çekildiği için cellatlarının ardından gitmiyor. İdeoloji ve hegemonya meseleleri hiçbir zaman Aydınlanmacıların genel olarak iddia ettiği üzere bir eğitim yahut cehalet sorunu kadar basit olmadı (böyle olsaydı bugün bizim de gazete değil de Diderot gibi bir “ansiklopedi” çıkarmayı tartışıyor olmamız gerekirdi). Yalanı, hileyi, ideolojik manipülasyonu teşhir, elbette temel bir ideolojik-politik mücadele yöntemi. Ancak egemenlerin zihinlerimizdeki tasalludunu kıracak olan basitçe ideolojik-politik teşhir değil. Hâkim ideoloji hayatın maddi ve manevi örgütlenişine ilişkin kullanışlı bir el kitapçığı ya da harita sunduğu için, daha doğrusu onu bizzat bu “kullanım kılavuzları” aracılığıyla örgütleyebildiği için başarılı. Dolayısıyla bizim “kullanım kılavuzları” da hayatı bir “başka” biçimde örgütlemeye ilişkin (güncel mücadelelerde temellenen) bir iddianın bizzat taşıyıcısı olmalı. Basitçe yalanlara karşı hakikati ifşa edecek bir yayıncılığı değil, “başka” bir hayatın, “başka” bir hakikatin istenir ve mümkün olduğunu “pratikte” iddia ve ispat edecek bir bütünlüklü faaliyeti ortaya koyabilmeliyiz. Bir yayın faaliyeti işte bu bütünlüklü siyasal uğraşın ihtiyaç ve gerekleri açısından ele alınmalı, tersi değil.
Tekrarlamakta fayda var: Yayın faaliyetini sosyalist solun yeniden inşa sürecinin, yani etkili bir sosyal-siyasal aktör olarak yeniden kuruluşunun ihtiyaçları açısından değerlendirmek ve tasarlamak gerekiyor. Sosyalist hareket zaten kendi maddi güç ve olanaklarıyla ilgisiz bir “büyük siyasetçilikten” (yani kolay ve kısa yoldan büyük siyaset sahnesine atlama hevesinden) çok çekti. Bizde yayın faaliyeti, mesela günlük gazeteler de bir tür sıçrama tahtası ya da mevcut kilitlenmeyi aşmamıza olanak verecek bir maymuncuk olarak görüldü, görülebiliyor. Oysa ihtiyacımız olan, “umuma” seslenecek bir veya birkaç ulusal gazeteden (yahut televizyondan) ziyade, neoliberal otoriterizme karşı mücadele eden kesimleri örgütleyecek bir yayın faaliyeti. Genel ve soyut bir kamuoyuna hitap etmekten ziyade somut toplumsal aktör ve mücadelelere seslenecek, daha doğrusu bunların seslerine ses katacak yayınlara ihtiyacımız var. Mevcut siyasal saflaşmaları yeniden üretecek değil, hâkim sınıfın farklı ve rekabet halindeki fraksiyonlarınca görünmez kılınmış meseleleri görünür ve duyulur kılacak yayınlara. Üstelik bazen “küçük” düşünmekten de çekinmeyelim: Uzak ve yakın tarih, bir işçi bülteninin, bir facebook sayfasının ya da bir fanzinin kışkırtıcısı ya da sesi olabildiği büyük mücadelelerle dolu. Unutmayalım: Radikal ya da devrimci bir yayının kaç kişiye ulaştığı kadar, belki de ondan önemli olan, onun “küçük” insanların (yani bizim) kendi hayatımıza sahip çıkmak yolunda verdiğimiz “küçük” mücadeleler içerisinde kökleşip kökleşememesi, o mücadelelerin organik bir parçası olup olamaması, yani kelimenin gerçek anlamında “kolektif örgütleyici” haline gelip gelemediğidir.
(Bu yazı caylakhaber.com sitesinde yayımlanmıştır.)
Kaynak : http://fotibenlisoy.tumblr.com- 22 Aralık 2012