Toplumların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik tarıma geçişleri, tarımın geçirdiği evreler, hep nüfus artışıyla, artan nüfusun gıda gereksiniminin karşılanması gerekliliği ile açıklanmaya çalışılmıştır. Toplayıcılık ve avcılıktan yerleşik tarıma geçiş , toplum yaşamında yol açtığı yenilikler ve değişiklikler nedeniyle gerçekten bir devrim niteliğindeydi. Ancak o gün bu gündür siyasi iktidarlar tarafından sermaye ve şirketler lehine tarımda gelişen her türlü yapısal ve toplumsal dönüşümler topluma hep “devrim” olarak yutturulmaya çalışılmıştır. 1947 – 1973 yılları arasında yaşanan ve 2. gıda rejimi olarak adlandırılan dönemde, tarım alanındaki teknolojik gelişmelerle birlikte uç vermeye başlayan yoğun su ve kimyasal kullanımı gerektiren endüstriyel tarım da “yeşil devrim” olarak adlandırılmıştı.
Bilim insanlarınca, 2050 yılında dünya nüfusunun 12 milyara ulaşacağı öngörülmektedir. Dolayısıyla, bu nüfusu besleyecek(!) yeni bir tarım ve gıda rejimine ihtiyaç olduğu hakim sınıflar tarafından dillendirilmektedir. Yani tarımda sermaye birikiminin önünü açacak yeni bir “devrim” istenmektedir. Bu defa, tarımdaki kapitalist yönelimin adı “Dijital Devrim”oldu.Bir zamanlar dünyayı açlıktan kurtaracağı söylenen, aslında gıda güvenliğini ve insan sağlığını tehdit eden, , bitki çeşitliliğini yok ederek ekolojik dengenin bozulmasına neden olan biyo çeşitliliği tehlikeye sokan GDO’lu(genetiği değiştirilmiş organizmalar) tohumlar da, 10-15 yıl sonra iddia edildiği gibi dünya nüfusunu beslemeye yetmeyecek demek ki. Oysa, bugün yaşanan açlığın nedeni gıda yetersizliği değil, gıda dağılımındaki adaletsizlik ve israftır. Sözkonusu olan , dünya nüfusunu doyurmaksa eğer, bugün doğal kaynakların( kamusal kaynakların) %75’ini kullanıp , nüfusun ancak %25’ini doyurabilen Endüstriyel tarım yanında; kamusal kaynakların ancak %25’ini: kullanıp nüfusun %75’ini doyuran bir küçük aile tarım sisteminin varlığını da bilmemiz gerekiyor.
Ülkemizde de, 2020 yılını “dijitalleşme yılı” ilan ettiklerini söyleyen Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli, 2030 ların ortalarında ” uzaktan eğitimin” , “dijital tarımın” ve inovasyonun büyük önem taşıyacağını ve yakın gelecekte 1.5 trilyon doların üstünde bir ticari hacme sahip olacağını söyledi. Bunun yanında sadece Türkiye’de değil, bu coğrafyadaki ürünlerin dünyaya pazarlanması gerektiğini; gelecek 10 yılda bilginin ve inovasyonun rekabette söz sahibi olacağı bir dönemin yaşanacağını vurguladı. İnovasyon para kazandıran yaratıcılık ve yenilik anlamına geldiğine göre sayın Bakan, insanları doyurmak , sağlıklı beslenmelerini sağlamak için üretim yapmak yerine, gıdayı bir meta olarak değerlendirip ticaretini yaparak para kazanmayı öneriyor. Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan da ” para paradır, paranın milleti, ırkı olmaz ” dedi ya, Pakdemirli de her şeyi tarım ve gıdadan para kazanmak olarak görüyor. Üretilen gıdanın sağlıklı olup olmadığı; üretim sürecinde eko sisteme zarar verip vermediği; küresel iklim değişikliğine neden olup olmadığı; doğayı, havayı, toprağı, suyu kirletip kirletmediği hiç önemli değil. “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu öğrenecektir ” kızıl derili atasözünü Pakdemirli ‘ye hatırlatmak gerekiyor.
Endüstriyel tarımın, yanlış enerji ve madencilik faaliyetlerinin ekosisteme verdiği zararlar iyice hissedilmeye başlanınca, küresel iklim değişikliğinin sonuçları somut bir şekilde ortaya çıkınca, “tarımda yeni devrim” iddiasıyla “tarım. 4.0”, “Akıllı tarım”, “dijital tarım ” ile “iklim değişikliğinin zorluklarını dikkate alarak daha sürdürülebilir bir tarımın mümkün olacağı; tarımsal verimliliğin en üst noktaya çıkarılacağı; gıda güvenliği ve gelişiminin sağlanacağı; sera gazı emisyonlarının azaltılacağı; girdi maliyetlerinin düşürüleceği; su, elektrik, mazot gibi girdilerin israfının önleneceği; yeraltı ve diğer su kütlelerindeki kirliliğin azaltılacağı” gibi gerçekçi olmayan söylemlerle bu sürece destek vermemiz, bu sürecin yaratacağı tehlikeleri göz ardı etmemiz isteniyor.
“Yeşil Devrim” le başlayan ve neo liberal politikalarla günümüze kadar uzanan endüstriyel tarımın, bu yeni kavramlarla yeni bir sürece evrildiğini gösteriyor. Tıpkı sanayi sektöründe olduğu gibi, Tarım ve gıda sektöründe de sermaye birikimine yönelik yatırımlar hız kazanmakta ve devlet eliyle şirket yatırımlarının önü açılmaktadır. Üretimden tüketimine tüm gıda zinciri şirketlerin denetimine verilmek isteniyor. Şirketlerin Devlet desteğiyle oluşturmaya çalıştığı “Tarıma Dayalı İhtisas organize Sanayi bölgeleri” uygulaması endüstriyel tarımı besleyen kaynaklar olacaktır. Tarım üretimi ve pazarlamasında kendine rakip istemeyen sermaye, Küçük aile tarımını tamamen tasfiye etmek, edemediklerini de “sözleşmeli tarım ” yöntemiyle kendine bağımlı hale getirerek işçileştirmek istiyor. Borçlarını ödeyemez hale getirilen çiftçilerin topraklarına ve traktörlerine haciz yoluyla el konulmak istenmesi ,onların açlığa ve yoksulluğa terkedilmesi bunun en somut kanıtıdır.
Şimdi, allanıp pullanarak anlatılan bu yeni “dijital devrim”le tarımda yaşanan yapısal sorunlar aşılabilinir mi? Bu sorunun cevabı, tarımda yaşanan sorunlara hangi pencereden baktığınıza göre değişir. Eğer kimyasallarla havayı, suyu, toprağı kirleten endüstriyel tarımdan yanaysanız, bu model endüstriyel tarım için biçilmiş kaftandır yani bir “devrimdir”. Yok eğer, endüstriyel tarımın ekolojik ve ketlsosyal yıkımının farkındaysanız; üretimden tüketime halkın gıda egemenliğinden ve agro ekolojiden yanaysanız, bu model dünyanın ve tüm canlıların geleceğini tehdit eden, küçük aile tarımının köküne kibrit suyu dökecek bir “karşı devrim” olduğunu rahatlıkla görürsünüz.