“Geçmiş iki büyük paylaşım savaşının ve krizin sonrasında tarım sektöründe yeşil devrime yönelinmişti. Bunda başlangıçta verimlilik artsa da açlığa çözüm olmamış tersine giderek açlık çeken sayısında artışlar yaşanmıştır. Ayrıca dünya için içinden çıkılamaz bir dizi sorun da üretilmişti. Bugün yaşadığımız krize yönelik önerilen çözüm olan ikinci yeşil devrim veya genetik devrim de sadece içinden çıkılmaz bir dizi sorun üretecek. Büyük genetik şirketlerin manipüle ettiği bu ikinci yeşil devrim dünyayı tümden yaşanılmaz kılacak ve tüm canlıların yaşamı için bir tehdit mi oluşturacak. Bu durum bugünden konuşulmalı ve iki elin parmaklarını aşmayan sayıdaki genetik şirketlerinin dünyanın yok oluş tarihini yazmalarına seyirci kalınmamalı.
Bilindiği gibi kriz bazı kesimler için çile, bazı kesimler için fırsatlar yaratır. Tarih boyunca daima egemenler en örgütlü kesim olduğu için krizleri fırsata dönüştürenler onlar olmuştur. Bugün bu paradoksu aşma çabası hemen her kesimde var.
Tarımsal üretim tarzları genel olarak verimlilik ölçütüyle değerlendirilir ve insanların açlığının giderilmesi gerekliliği üzerinden konuşulur, tartışılır.
Tarımın verimliliği konusunda yapılan kapsamlı bir çalışmada dünyanın 57 ülkesinde yürütülen 280 proje araştırılmış, gelişmekte olan ülkelerde geleneksel metodlarla yapılan tarımın gelişmiş ülkelerdeki teknolojik ve kimyasal destekli tarıma göre toprağa daha az zarar verdiği ve bu nedenle de daha sürdürülebilir olduğu vurgulanmıştır. Araştırmacılar, toprağın biyoçeşitliliğini bozmayan yöntemlerin uzun vadede daha yüksek hasat verdiğine dikkat çekerek, böcek ilaçlarının, verim artırıcı kimyasalların kullanılmaması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Zira tarımsal üretimde meydana gelen yoğun ‘kimyasalaşma’nın çevreye ve insan sağlığına etkisi ancak uzun vadede ortaya çıkmaktadır. Araştırma ekibinde yer alan İngiltere Essex Üniversitesi’nden Prof. Jules Pretty’e göre, kimyasal tarımın insanlığa üç türlü faturası vardır. ‘Ucuz gıda adına kimyasal içerikli yiyecekler için önce şirketlere, sonra bunun pisliğini temizlemek için ekolojiye, son olarak da kendi sağlığımızı kurtarmak için doktorlara bedel ödemekteyiz.’
Batılı ülkelerin kırsal alanının önemli bölümü çatısız – sessiz fabrikalara dönüştü. Şimdi batılılar bu üretim tarzından geriye dönmeye çalışmaktadırlar. Küçük çiftçilikle yürütülen organik tarım sistemi 2001 itibarıyla Avusturya’da tarımsal çıktının yüzde 10’unu, İsviçre’de yüzde 8’ini oluşturmaya başladı. İngiltere organik yiyecek pazarı 1995’de 105 milyon pound iken, 1999–2000 yıllarında yaklaşık yüzde 22 arttı. İngiltere’deki organik çiftçilerin sayısı 1996’da 794’ten 2000’de 2.800’e çıktı. AB’nin topraklarının şu an yüzde 2,3’ünde organik tarım yapılmaktadır. Bütün bu rakamlara baktığımızda ve AB reformlarını incelediğimizde endüstriyel üretimin uygulandığı gelişmiş ülkelerde organik tarım ve köylü tarımına doğru bir dönüş hükümet politikaları ile üretici isteği ve tüketici talebinde görülebilmektedir.
Bizde ise IMF, DB, DTÖ ve AB OTP’si ile endüstriyel tarım çerçevesinde çiftçiler sözleşmeli tarıma yönlendiriliyor. Ama AB reformlarını incelendiğimizde; çiftçilerinin organik tarıma yönelmeleri için çeşitli destekler ve korumalarla özendirildiği görülebiliyor.
Sözleşmeli üretim organik tarım için bir önkoşul olarak ileri sürülüyor. Oysa sözleşme çiftçileri üretim sürecinde özgürleştiren değil, bağımlı kılan bir durumdur, doğru değildir.
Ayrıca uluslararası kurumlar, hükümetler ve bir takım ‘ekonomist-aydın’lar Türkiye tarımını batılıların terke soyunduğu üretim tarzına daha fazla gömmek istemektedirler.
Batılıların terke soyunduğu üretim tarzı bilindiği gibi endüstriyel üretim tarzıdır. Muazzam büyüklükteki endüstriyel çiftliklerde çok az çiftlik işçisine ihtiyaç vardır. Çok büyük araziler sadece iki veya üç işçiyle idare edilebilir. Kapitalizmin kâr hırsının vardığı aşama, -doğaya hükmetme girişimi- tarım tarzının mono ekime (tek ürün ekimi) dönüştürmüştür. Bu tarz üretimin yoğun kimyasalları zorunlu kılmasından ötürü çevre o kadar zarar görmüş ve halen görmektedir ki; doğa insanlara eski verimi vermediği gibi, tarımı sürdürebilir olmaktan da hızla çıkarmaktadır. Bilindiği gibi, doğada her kazancın bir bedeli vardır. Aşırı üretim doğayı zorlar, doğanın kendisini yenilemesine fırsat tanımaz ve bunun doğal sonucu olarak da ekolojik krizle yüzleştirir, yüzleşiyoruz da.
Enerji tesislerinde, tarım araçlarında ve tarımsal entegre tesislerde fosil kökenli yakıt yoğun olarak kullanılmaktadır. Fosil kökenli yakıt, küresel ısınmanın en önemli nedenleri arasında sayılmaktadır. Endüstriyel üretim tarzı da fosil kökenli yakıta dayalı bir üretim tarzıdır. Bilim insanları ‘eğer azgelişmiş ülkeler de gelişmiş ülkeler gibi tarımda aynı oranda mekanizasyon kullanacak olsaydı, dünya petrol rezervleri ancak 25 yıl dayanırdı’, tespitinde bulunmaktadırlar. Tarımsal üretim sürecinde fosil yakıt değil; rüzgâr ve güneş gibi doğayla dost enerji alternatifleri denenmeli ve kullanılmalıdır.
Endüstrileşmiş yani, makineleşmiş ve kimyasal madde yoğunluklu tarım metodu ilk başlarda ekin verimliliğinde artış sağlamış ama muazzam bir maliyeti de beraberinde getirmiştir. Endüstriyel tarım, birçok durumda çevresel bozulmaya (toprak erozyonu, böcek ilaçlarıyla kirlenme, tuzlanma), sosyal sorunlar (aile çiftçiliğinin yok edilişi, toprak, kaynak ve üretimde tekelleşme, sınaî tarımın büyümesi ve çiftlik üretimine hâkim olması, kırsal/kentsel göç biçimlerinde değişimler) ve doğal kaynakların aşırı kullanımına neden olmuştur, oluyor da.
Ayrıca endüstriyel tarım metodu artık kârlılığından hızla uzaklaşıyor. Çünkü endüstriyel tarım tarzı ile kullanılan ilaçlara bağışıklılık kazanan böceklere daha yüksek dozda ve çok miktarda ilaç kullanmak gerekiyor. Yine sürekli kimyasal gübre verilen toprakların yapısı bozulduğundan, daha fazla verim için daha fazla kimyasal gübre atma ihtiyacı doğuyor. Bunun yanında, tohum vermeyen genetiği değiştirilmiş katır tohumlar nedeniyle çiftçiler, her yıl çokuluslu şirketlerden tohum alma zorunda kalacak. Yani iç (hükümetler) ve dış dinamiklerce (çok uluslu şirketler ve koruyucuları IMF, Dünya Bankası) dayatılan endüstriyel tarım tarzı; çiftçilerin gelirini azaltıcı, çokuluslu girdi üreten şirketlerinin kârını artırıcı bir şekilde işliyor, işletiliyor.
Şirketlerin ürettiği suya duyarlı tohumlar toprağa saçıldıktan sonra kimyasal gübre vermek gerekmekte. Kimyasal gübre hem toprağın yapısını bozar hem de aynı verimi vermek için ileriki yıllarda toprağa daha fazla gübre saçmayı gerektirir. Bu fazla gübre kullanımı toprağı, yeraltı ve yerüstü sularını kirletir. Aynı zamanda yabancı otu artırır. Yabancı otlar böcekler için konukçu görevi görür ve böcekler çoğalır. Yabancı otları ve böcekleri öldürmek için bu kez çiftçilerin ilaç kullanması gerekir. Yabancı ot ve böcekler ilaca bağışıklık kazandıkça bu kez ilacın miktarını ve dozunu arttırmak gerekir. Yabancı ot ve böcek öldürücü ilaçlar da, toprağı ve suyu kirletmesinin yanında, insan sağlığı için de risk oluşturur.
Bütün bunları uygulayan çiftçiler belki bu gün için birim alandan fazla verim elde edebiliyor ama eskiye oranla daha az kazanç elde ediyor. Çünkü ürettiği ürünün girdilerini (tohum, ilaç, gübre, traktör v.s) çokuluslu şirketlerden satın alıyor. Girdi fiyatlarını belirleme tek taraflı girdi üreten şirketlerin tekelinde bulunuyor, dolayısıyla çiftçiler kazandıklarını çokuluslu şirketlere aktarıyor, onlar için çalışmış oluyorlar.
Bir başka konu ise endüstriyel tarımın yoğun enerji kullanımına muhtaç olmasıdır. Kimyasal gübrelerin üretimi ve saçılması, zirai ilaçlar, traktör kullanımı, ürünün hasadı ve hasat sonrası nakliye hep yoğun enerji sarfiyatı ile gerçekleşir. Dolayısıyla enerji fiyatlarının artışı süreklilik arz ettikçe tarımsal ürün maliyetleri de hep yüksek kalacaktır.
Oysa endüstriyel tarım öncesinde bu girdilerin çoğuna gereksinim duyulmuyordu. Örneğin; üretimde nöbetleşe ekim uygulayarak ve böcekleri uzaklaştırıcı koku yayıcı bitkiler dikilerek ilaç kullanılmasına gerek kalmıyordu. Gübreler doğal yollarla sağlanıyordu. Çiftçi, kendi ürettiği ürününden tohumluğunu ayırıyor, dışarıdan almasına gerek kalmıyordu. Üretimin devamlılığı bu yollarla sürdürülebiliniyordu.
Şimdilerde şirketler daha da ileriye giderek tohum, kimyasal gübre, ekipman, ürün işleme, nakliye ve pazarlama zincirinin tüm halkalarını ele geçiriyor, tamamına hâkim oluyor. Söz konusu zincirin her halkasını hem birbirine uluyor hem de tekelleştiriyorlar. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de tohumların genetik yapısı ile oynayarak, genetik yapısını değiştirdikleri tohumları patentlemekte, tarımda tam bir hâkimiyet kurma yolunda koşar adım ilerliyorlar.
Ancak şimdi endüstriyel üretim tarzının yoğun kullanıldığı bölgelerde sihir bozuluyor. Artık her geçen gün verimlilik daha da düşüyor, eski verimlilik düzeyi aşırı gübre ve ilaçla bile yakalan(a)mıyor. Çünkü kullanılan kimyasallar, toprağın yapısını bozmakla kalmıyor onu üretimin beşiği olmaktan da çıkarıyor.
Endüstriyel üretim tarzı mono ekimi (tek ürün ekimi) zorunlu kılıyor. Mono ekim de kimyasal ilacı, kimyasal gübreyi, yoğun mekanizasyonu gerektiriyor. Mono ekimin gerektirdiği bu girdiler nedeniyle toprak, su ve insan sağlığı risk altına giriyor, biyoçeşitlilik her geçen gün azalıyor. Başka bir deyişle birkaç ürün çeşidine yoğunlaşan mono ekim nedeniyle gezegenimiz önemli bir çeşitlilik kaybına uğradı, yerel ürün çeşitliliği yok olmaya yüz tuttu. Crucible Group Raporuna göre; son yüzyılda dünyanın bilinen bitki türlerinin yaklaşık dörtte üçü kayboldu. 20. yüzyılın başında Hindistan’da 30 bin pirinç türü yetişiyordu. Bugün Hindistan’ın pirinç ekinlerinin yaklaşık dörtte üçü yalnızca 10 türden oluşuyor.
2.5.1. Şirketlerin yaydığı ‘dünya aç kalacak’ paniği, açlığın kıtlığın nedeni olacak
Şirketlerin yaydıkları ‘dünya aç kalacak!’ karabasanıyla/propagandasıyla çokuluslu tarım ve gıda şirketlerinin dayattığı endüstriyel üretim tarzı artık üretimi artırmıyor, toprak, su ve insanlar dâhil tüm canlıları yavaş yavaş tüketiyor.
Endüstriyel tarımın panzehiri küçük aile işletmeciliğine dayanan organik-köylü tarım tarzı yani bilge tarımcılık olduğunu daha önce söylemiştik. Türkiye arazilerinin küçüklüğü ve kimyasallarla az kirlenmiş olması, söz konusu sistemi uygulamak için avantaj oluşturmaktadır.
Hükümetin belli bölgelerde organik tarım uygulamasına geçme arzusunda olduğu duyumlarını alıyoruz. Neden tüm Türkiye’de aşamalı bir biçimde organik tarıma geçilmediği veya geçilemediği açıklamaya muhtaç bir durumdur. Öncelikle böylesi bir yaklaşım bölgeler arası bir kayırmaya neden olacak, bölgeleri imtiyazlı kılacaktır, bu nedenle doğru bir yaklaşım değildir. Kaldı ki her bölgenin kendine özgü iklim koşulları ve toprak yapısı vardır. Bu yapıya uygun ürünler ve teknikler seçilebilir. Dolayısıyla ‘belirli ürünler ve koşullar nedeniyle belli bölgelerde organik tarım yapılamaz’ denilmesi teknik ve bilimsel olarak yanlıştır.
‘Organik tarımı her tarafta uygulayamayız, çünkü organik tarım metodları endüstriyel tarım tarzına göre daha az verimlidir, kıtlığa neden olur’ düşüncesine karşı organik tarımın endüstriyel tarıma göre daha az verimli olmadığı kanıtlanmıştır. Bu gün bu tartışılmasına gerek olmayacak gerçeklikte orta yerde durmaktadır.
Evet, başlangıçta endüstriyel tarımın uygulandığı alanlarda organik tarım endüstriyel tarım kadar verimli olmaz. Çünkü endüstriyel tarım yapılan arazilerde kullanılan kimyasal gübre toprağı değil sadece ekilen-dikilen bitkileri besler. Kimyasalların yoğun kullanılması sonrasında toprak zehirlenir ve fakirleşir. Organik yapısı yok olur. Toprağın mikro florası yok edilir. Dolayısıyla bunun tekrar geri kazanılması için zamana ihtiyaç vardır. Topraktaki sistem kendini yenilediğinde ise verimlilik yükselmeye başlar.
Organik tarım şirketler için sözleşmeli üretim yerine küçük aile işletmeciliği halinde yapılması istihdama ve verimliliğe yaptığı olumlu katkıları nedeniyle toplumun sosyal yanını güçlendirmek gibi önemli bir açığı kapatır. Başka bir deyişle bilgelik ve deney aktarıcılığıyla tarımı sürekli geliştirecek olan küçük aile işletmeciliği; istihdam olanağı yarattığı gibi endüstriyel tarıma kıyasla daha fazla verimlilik sağlamasıyla da açlığa çözümdür.
Endüstriyel tarım safsatasıyla ise;
Aile çiftçiliği yok edilir,
Toprak az elde toplanır,
Kaynak ve üretim tekelleşir,
Sınaî tarım büyür, tarım fabrikalaşır; üretilen ürünlerin sağlıklılığı tartışılır. (Günümüzde fabrikasyon tavuk ve süt ile et ineği yetiştiriciliğinde yaşanılan sağlıksızlığın tartışılması gibi.)
Kırsal/kentsel göç biçimlerinde olumsuz değişimlere neden olur.
Mono ekimi zorunlu kılar,
• Mono ekim nedeniyle de;
Toprak ve su kirlenir kullanılamaz olur
Yerel ürün çeşitliliği azalır, yok olur.
İnsan sağlığı için riskli oluşturur. “
2 Yorumlar
Pingback: Elli yıldır aynı yerde /Hasan Cengiz Yazar | Toprak Onur Yaşam
Pingback: Elli yıldır aynı yerde /Hasan Cengiz Yazar | Karasaban.net