19 Aralık’ta BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “Köylü Hakları ve Kırsal Alanlarda Çalışan Diğer Kişiler Deklarasyonu”na verilen çekimser oydan traktör üretimindeki düşüşe, “soğan yakalamak”tan gezici mevsimlik tarım işçilerinin durumuna, tarımda 2018 Türkiye’si manzarasının birinci bölümü. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (@ciftcisen) genel başkanı Abdullah Aysu’yu dinliyoruz…
Söyleşi: Tuba Çameli
Paris’te altıncı haftasına giren Sarı Yelekler eylemlerine köylülerin de katıldığını Köylü Konfederasyonu’nun (Confédération Paysanne) ulusal genel sekreterinin 5 Aralık’ta yayınlanan mektubundan öğrendik. Kamuoyuna açık mektupta, “Köylü Konfederasyonu Sarı Yelekler hareketine katılmıştır ve katılacaktır” deniyor ve bu sürece yönelik iç tartışmaların sürdüğü vurgulanıyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Abdullah Aysu: Ulusüstü şirketler devletleri ve hükümetleri sıkıştırmaya devam ediyor. Bu artık öyle bir noktaya geldi ki, insanlar kendilerine dayatılan bu köleleştirme düzenine karşı çıkıyor. Hükümetler tarafından konan yaptırımlar karşısında bir çelişki oluştu. Bu çelişki gittikçe derinleşecek. Sarı Yelekler bu çelişkinin sonucunda kendiliğinden ortaya çıktı. Başlangıçta bazı kuşkular vardı.
Aslına bakarsanız özellikle sağcıların kendilerini de köleleştiren zincirlerin farkında varmaları ve bunu hissederek karşı çıkmaları dikkate değer. Daha önce kendilerini özgür sanıyorlardı. Ulusüstü şirketlerin önlerine hükümetleri koşarak yapıp ettiklerine karşı artık insanlar politik aidiyetleri ne olursa olsun tavır alıyor. Bu nedenle Sarı Yelekler’in içinde de, dillendirilen taleplerin içinde de çiftçiler ve köylüler vardır, olacaktır. Confédération Paysanne tavır koymuştur.
Tüm bunların bizi bir yere götürdüğünü düşünüyorum. Bir tek Fransa’da değil, geçenlerde Brüksel’de 35 bin kişi yürüdü. Bu insanlar da küresel iklim krizine karşı yürüdü. Fransa’daki, başlangıçta akaryakıt vergisine karşı çıkmış olsa da yaşamın her alanında dayatılanlara karşı bir çıkışla, toplumun tüm katmalarını keserek devam ediyor. Bu pozisyon alışlar birçok ülkede farklı gerekçelerle ortaya çıkıyor, çıkacaktır. Tüm bunlar birer işaret fişeğidir. Bugün bu işaret fişeklerinin yarattığı ışık huzmeleri kendini göstermeye başladı. Ertelemeler, aralıklar olsa da bir kere başladı. Bu süre içinde başlangıç aşamasında yer almayan gruplar da dahil olabilirler. Bu ışık huzmelerinin gözlerimizi kamaştıracağı yere doğru gidiyor olabiliriz. Tohum atıldı bir kere, nasıl filizleneceğini hep beraber göreceğiz. “Baharı” bekliyoruz…
Tarıma “bahar” erken gelmiş, 13 Aralık’ta cumhurbaşkanı ikinci 100 günlük eylem planını açıkladığı toplantıda “çiftçinin zenginleştiği, hatta bir traktörü değil, iki traktörü bulunduğunu” söyledi, “çiftçiye traktör yetiştiremiyoruz” dedi.
Dedi ve ne oldu? Türkiye tarım makinaları sektör raporundan durumun böyle olmadığını, traktör üretiminin geçen seneye göre yüzde 65’e kadar düştüğünü öğrendik. İç piyasada satılamayanların da dış piyasada satıldığı ortaya çıktı. Biz zaten biliyoruz, yaşıyoruz çünkü. Bizce bu tür söylemler, politik yanılsama yaratma amaçlı.
Bir gün sonra, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, tarımsal hasıla açısından Avrupa birincisi, dünya yedincisi olduğumuzu ilan etti. Öyle mi gerçekten?
Bunlar ciddiye alınacak sözler değil. Çünkü tarımsal veriler, verileri bırakın yaşananlar bu söylemin tersini ortaya koyuyor. Bakan Bey, ithal etmediğimiz kaç ürün kaldığını açıklasa keşke. Veya neden dışa bağımlı, ithalatçı ülke olduğumuzu söylese. Durum ortada. Tarımda kendi ihtiyacımızı karşılayamaz hale getirildik. Buna odaklanmak ve tarımın vahim durumuna çözüm üretilmesi gerek. Gerisi soyut laf.
Bakan sizinle aynı görüşte değil, bütçe konuşmasında şöyle dedi: “Türkiye 17 milyar dolar ihracatıyla, 12 milyar dolar ithalatıyla net tarımsal ihracat fazlası veren bir ülkedir. Net artıdadır.” Birkaç gün sonra da “Türkiye’de para var ki ithalat yapabiliyor” dedi. Ne diyorsunuz bu değerlendirmelere?
Rakamları toplar çıkarırsanız böyle şeyler söyleyebilirsiniz. İthalat çiftçinin üretimini baskılıyor, bunu hep söylüyoruz. Üretimden caydırıyor. Ekilmeyen 3 milyon 200 bin hektarlık tarım alanının durumu ortada. Açıklanan rakamlar gerçeği yansıtmıyor.
Aynı konuşmada, adeta kuruş hesapları yaparak “tarımsal üretimde maliyet artışlarının kontrol altına alındığını” söyledi. “Buğday ve arpanın desteklerini 5 kuruştan 10 kuruşa çıkardık, gübre desteğini de 4 liradan 8 liraya çıkardık” dedi. Çiftçinin derdine derman olur mu bunlar?
Türkiye tarımının yapısal sorunları var, hep anlatıyoruz. Sorunlar dağ gibi yığılmış duruyor karşımızda. Kuruş hesapları yaparak Türkiye tarımı düzeltilemez. Düzeltilmesini bırakın, pansuman bile olmaz. Yapısal sorunları çözülmeden Türkiye tarımı düzlüğe çıkmaz. Çıkmaz, çünkü karar vericilerin ve politikacıların tutumu ortada. 19 Aralık’ta, “Köylü Hakları ve Kırsal Alanlarda Çalışan Diğer Kişiler Deklarasyonu” New York’ta, BM Genel Kurulu’nda nihai olarak kabul edildi. Ne yaptı Türkiye peki? Adeta çiftçiye, köylüye yönelik bakışlarını açık eden bir tutum alıp BM’deki oylamada çekimser oy kullandılar. Tarımsal hasılada iddialı olanlar, söze geldiğinde “Türkiye tarım ülkesidir” diyenler bunu yapar mı? On yıllık bir mücadelenin ürünü olan bu bildirge, nihayet kabul ediliyor, Türkiye çekimser oy kullanıyor.
Deklarasyon için yıllardır mücadele eden çiftçi ve köylü örgütleri için çok önemli bir gelişme bu. “Köylü kavramının ve kırsalda çalışan diğer insanların tanımlanması”ndan “devletlerin yükümlülükleri”ne, “kırsalda yaşayan kadın ve çocukların hakları”ndan “doğal çevre hakkı”na, “örgütlenme özgürlüğü”nden “gıda hakkı ve gıda egemenliği”ne günümüzdeki hemen tüm sorunlara dair kapsamlı açıklamalar getiren, üstelik kabul görmüş bir çerçeve metinden söz ediyoruz.
Bu deklarasyonun mutlaka Türkiye tarafından kabul edilmesi ve iç hukuka kazandırılması gerek. Dünyadaki tüm diğer örgütler gibi biz de deklarasyonun iç hukuka kazandırılması için mücadele edeceğiz. Sözde “köylü-çiftçi hakları” diyenlerin de bu gelişmeye “çekimser” kalmasını kabul etmeyeceğiz. Kuruş hesapları yapacaklarına, tarıma ve tarımda çalışanlara bütüncül olarak bakan bu deklarasyonu ivedilikle iç hukuka dahil etmeleri gerek.
Bütüncül bakılmıyor, ama soğana karşı en az üç bakanlık beraberce mücadele yürütebiliyor. Geçen ay Tarım ve Orman, Ticaret, hatta Hazine ve Maliye bakanlıkları seferber oldu ve soğan depoları basıldı. Soğan deposu neden basılır?
Soğan toplanır ve depoya konur. Başka yolu yok. “Fiyat artışını önlemek için depolara baskın yapıyoruz” dediler. Peki fiyat neden artar? Mesafeyi uzattığın oranda ürünün fiyatı artar. Çiftçiden soğan kilosu 35-40 kuruşa çıkar. Tüccar satın alır, soğanı o ilin haline getirir. Tüccar nakliyeciye verir, satılacağı ile nakledilir ve o ilin haline teslim edilir. Komisyoncu alır soğanı, markete veya manava gider. Altı el değiştirir soğan. Bu arada herkes kârını koyar üzerine.
Bu durakların hepsinde devlet de vergisini alır. Sanki fiyatı çiftçi artırıyormuş gibi bir algı oluşturmak isteniyor. Bu yanlış. Bu süreç tüm ürünler için böyle yaşanır. Saydığım duraklarda özellikle tüccar ve komisyoncular para kazanır. Az buz paralardan söz etmiyoruz. Komisyoncu veya tüccar dediğimizde, sermayesi hariç yıllık kazancı en az 10 milyon olan insanlardan söz ediyoruz.
Soğana dönersek, devlet hem vergisini alıyor hem de durakları azaltmıyor, sonra da göstermelik biçimde soğan depolarını basıyor. Depoda bekleten de köylü değil, onun böyle bir gücü yok. Tüccar depoluyor soğanı. Basılan depolar tüccar olmayanların depoları. Piyasayı belirleyenlerin depoları değil. Tüccarın deposu izinli, onu basamıyor. Burada biraz fazla soğan yapmış olan ve ahırına, oraya buraya koyan çiftçinin veya piyasaya girmeye çalışanların deposunu basıyor devlet. Öbür tarafta piyasayı regüle edebilen tüccara bir şey yapmıyor.
Söz toptancı halinden açılmışken, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli hal yasası hazırlıklarından söz ediyor. Yasa taslağı aracıları azaltacak mı?
İncelediğim kadarıyla yasa taslağı ne aracıları ne de durakları azaltıyor. Toptancı halleri eksiklikleri olsa da düzeltilmeye muhtaç sosyal yapılar. Eksiklerinin giderilerek bir sosyal yapı olarak halkın yararına işlemeleri için çalışılması gerekir. Aksine, yasa taslağı ile haller özelleştirilerek şirketlere veriliyor. Ne üretici ne de tüketicinin yararına sonuçlar doğurur böyle bir uygulama.
Mevsimlik gezici-geçici tarım işçiliğinde insanlık dışı bir uygulama var. İnsanlık adına suç işleniyor resmen. Bu önlenemez mi? Önlenir.
Gezici-geçici mevsimlik tarım işçileri geçen ay evlerine döndü. Her yıl çoluk çocuk 48 ile çalışmaya giden en az üç milyonluk bir göçten söz ediyoruz. HDP’nin verdiği soru önergesi sorunu net biçimde ortaya koyuyor. İşçiler 14-15 saatlik mesailerle ortalama 35-40 lira karşılığında insanlık dışı koşullarda yaşıyor ve çalışıyor. Etnik, kültürel ve siyasal farklılıklarından ötürü gittikleri yerlerde dışlanıyor ve ötekileştiriliyorlar. Konfederasyon olarak bu konuda çözüm önerileriniz var mı?
Bu göç, şubatta seralarda çalışma ile başlıyor, sonra sırasıyla pancar, fındık, domates, soğan, pamuk ve son olarak narenciye için Türkiye’nin dört bir yanına taşınıyorlar. Ancak dört-beş aylarını evlerinde geçiriyorlar. Dayıbaşının verdiği para çoktan bitmiş, hatta borçlanarak, bir sonraki sene yine mevsimlik işçi olarak çalışma mecburiyetinde kalmış bir halde dönüyorlar evlerine. Parmağını bile oynatmıyor kamu. Sadece yöneticiler, karar vericiler değil, tüketici de bu konuda duyarsız. Bizim başından beri her platformda dile getirdiğimiz iki çözüm önerimiz var. Biri uzun vadeli, biri de kısa vadeli.
Kısa vadeli çözüm önerimiz yolculuk, yaşam ve geçim şartlarının iyileştirilmesine yönelik. Mevsimlik gezici-geçici tarım işçiliğinde insanlık dışı bir uygulama var. İnsanlık adına suç işleniyor resmen. Bu önlenemez mi? Önlenir. İstenirse trafik kazalarında ölümler en aza indirilebilir. Denetlersin; düzenli ve toplu olarak yolculuk edilmesini sağlarsın. Bu insanların yaşadığı iller de, hangi mevsimlerde nereye gittikleri de belli. Toplu halde taşı, geldikleri yerde de servis araçları ile yerleşim birimlerine ulaştır. Bu noktalara afet evleri gibi evler yap. Bir sağlık ocağı ve okul kur buralara. Çocukların okula devamını zorunlu tut. Çünkü mevsimlik işçi ailelerin çocukları da en az üç-dört ay okula devam edemiyor. Bu dönemde SGK’sını öde. Okul, sağlık hizmeti sağla, ilacı da ücretsiz yap.
Bunların tümünü yapmak mümkün mü? Mümkün. Yapılmıyor. Her alanda üçüncü havalimanında olduğu gibi vahşi bir sömürü sistemi var. Mevsimlik işçilerin ücretlerini bir standarda bağla. Nasıl? Bunun için de bir önerimiz var. Mevsimlik işçi ücret almasın, çiftçi ile ortak mücadele etsin. Desin ki, “fındığa verilen fiyatın mesela yüzde 20’sini istiyorum. Benimle pazarlık yapsın”. Bunu yaparken çiftçi ve işçi fiyat belirleyen mekanizmaya karşı beraber mücadele etsin. İki emek gücünü bir araya getiren ortak bir mücadeleden söz ediyoruz. Bu mücadele sadece ekonomik açıdan değil, insanca bir yaşamın temini ve sosyal haklar açısından da önemli. Çoğu yerde çiftçi mevsimlik işçinin parasını zor veriyor. Çünkü ürününe verilen fiyat ortada. Ortak bir mücadele şart. Bunun henüz örneği yok. Biz konfederasyon olarak bunu öneriyoruz, diğer kesimler bu öneriye karşı çıkıyor. Mevsimlik tarım işçilerinin sadece derneği var, sendikası yok. Dernekler maalesef sendikalara göre bir adım gerideler hak arama hususunda.
Mevsimlik işçi ücret almasın, çiftçi ile ortak mücadele etsin. Desin ki, “fındığa verilen fiyatın mesela yüzde 20’sini istiyorum”. Çiftçi ve işçi fiyat belirleyen mekanizmaya karşı beraber mücadele etsin. İki emek gücünü bir araya getiren ortak bir mücadeleden söz ediyoruz.
Uzun vadeli olan öneriniz nedir?
Aslına bakarsanız, Türkiye’de gezici mevsimlik tarım işçisine gerek yok. Eğer Türkiye’de doğru bir tarım politikası uygulanmış olsa bu insanların tümü kendi topraklarında çalışabilir. Türkiyeli tarım işçilerinin çoğu köyleri boşaltıldığı, göçe zorlandığı veya toprakları güvenli olmadığı için yer değiştiren insanlar. Siz onların topraklarında barış koşullarını sağlasanız, yaylarına, meralarına çıkabilseler, kendi topraklarında tarım yapabilirler. TEKEL’i kapatmayıp tütün ekimine izin verseniz, SEK’i ve Et-Balık Kurumu’nu kapatmayıp hayvancılık yapmasına izin verseniz, şeker fabrikalarını kapatmayıp pancarın değerinden alımını yapsanız, insanlar göç etmez, kendi topraklarında veya kendi illerinde çalışabilir. Bir grup daha var bugün: Suriyeli, Gürcü, Afgan mevsimlik gezici-geçici işçiler. Onların da toprakları verimliydi. Suriye örneğin, zeytinde bizden iyiydi. Onların da topraklarında savaş çıkarılmasaydı, bu insanlar kendi topraklarında tarım yaparak geçiniyor olacaktı. Şimdi ne oldu, Suriyeli işçilerin de bu piyasaya girmesiyle bir işçi rekabeti doğdu.
Nedir bu işçi rekabeti?
Karadeniz’ de Gürcüler görece daha yüksek ücret alırken, Kürtlere daha düşük yevmiyeler ödeniyor. Çukurova’da ise Kürtler görece daha çok, Suriyeliler ve Afganlar daha az kazanıyor. Bu açıdan nöbetleşe bir yoksulluk, yoksunluk yaşanmaya devam ediyor. Tüm mevsimlik işçilerin yaşam koşulları ayrımcı politikalar ve daralan ekonomi nedeniyle gün geçtikçe kötüye gidiyor. Tüketecekleri her şeyi yanlarında getiriyorlar. Adeta her sene göç ediyorlar. Kadınlar hem bahçede hem de geçici barınma alanlarında susuz, zor koşullarda, erkeklere oranla iki kat çalışıyor. En çok mağdur olanlar çocuklar. Ne çocukluklarını yaşayabiliyorlar ne de okula devam gibi yaşamsal bir haklarını kullanabiliyorlar. Bu geçim ve yaşam biçimi sonucunda okula devam edememek o çocuğu da bu yaşama mahkûm ediyor. Kuşaklar boyu insanlar geçici mevsimlik işçilik dışında başka bir beceri kazanamıyor. Dolayısıyla Kürt, Suriyeli, Afgan işçiler vahşi, ayrımcı yaşam ve çalışma koşullarına terk edilmiş durumdalar. Barınma koşullarından su ve sanitasyon imkanlarına kadar her alanda çok ağır koşullarda yaşıyorlar.
30 Kasım’da Muğla’da CHP, ardından 1-2 Aralık’ta Mersin’de HDP tarım sempozyumu düzenledi. Nasıl geçti bu toplantılar, konuşmacı olarak neleri vurguladınız?
Abdullah Aysu: Her iki sempozyumda da Türkiye tarımının cumhuriyetin kuruluşundan beri yapısını anlattım. Ziraat Bankası’ndan Toprak Mahsulleri Ofisi’ne, Devlet Üretme Çiftlikleri’nden Tarım Satış Kooperatifleri’ne, ülke çapındaki tarımsal üretimi destekleyen organizasyonların, kurum ve kuruluşların geçmişteki işleyişini ve bugünkü duruma nasıl geldiğimizi dile getirdim. Bunlar ülke çapına yayılmış, düzenleyici ve destekleyici yapılardı. Şöyle bir örnek vereyim: Et Balık Kurumu 73 mağazası olan ve GİMA ile Ordu Pazarları’nın da et reyonlarını işleten 300 farklı alanda örgütlü bir kuruluştu. O zamanlar bizim talebimiz neydi? Aşamalı bir biçimde çiftçilerin örgütlenmesi ve buraların kooperatiflere devredilmesiydi. Bunu yapmadılar, tümüyle ortadan kaldırdılar. IMF ve Dünya Bankası’nın 17 ayrı kredisi ile bu düzenleyici ve destekleyici kurumlara son verdiler. Her bir kredi ülke çapına dağılan bu organizasyonların ortadan kaldırılmasına hizmet etti. “Et Balık Kurumu’nu kapatacaksın ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin entegre tesislerini anonim şirketlere dönüştürerek özelleştireceksin” dediler. ‘Zirai Donatım Kurumu’nu kapatacaksın” dediler. “Ziraat Bankası’nın kredi seviyesini piyasa seviyesine yükselteceksin” dediler. Direktiflerin hepsini eksiksiz yaptılar ve tarımın yapısını çökerttiler. Bugün üzerinde konuşacağımız somut bir çerçeve ve muhatap kalmadı. Mesela, “Devlet Üretme Çiftlikleri tohum üretsin, damızlık üretsin” diyemiyoruz, çünkü onların önemli bir kısmı özel şirketlere kiralandı. Diğerleri bu görevlerini yerine getiremez hale getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi işlevsizleştirilmeden önce 8 milyon ton buğday satın almıştı –stokunda en az 5 milyon ton buğday olan bir kurumdan söz ediyoruz. Şimdi kendisine ait bir dirhem –yaklaşık 3 gr.– buğday yok. Alım yapmıyor; alım yapmadığı için de piyasayı regüle edemiyor. Alım yaptığı dönemde “fiyatı şöyle ayarlayın, alımları şu dönemlerde yapın, fiyatları önceden açıklayın” gibi somut şeyler konuşuyorduk. Şimdi bunları söyleyeceğimiz bir muhatabımız yok. Ortada kurum, kuruluş, kısacası muhatap olmayınca, biz somut değil, soyut konuşmaya başladık. Soyut konuşunca sadece laf konuşur olduk. Laf konuşmaya başlayınca da, kimin lafı daha çok kandırıyorsa, kitleleri manipüle ediyorsa onun sesi duyulmaya başlandı. Bir önemli şey daha oldu tabii: Tarımın ülke çapındaki organizasyonu bozulunca, tarımı ve gıdayı çokuluslu şirketler kontrol etmeye başladı.
Bu süreç ne zaman ve nasıl başlıyor?
1973-1979 arası Tokyo’da Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması’nın gündeme geldiği toplantılarda tarımın serbest piyasa içine alınması tartışılıyor. Fakat Türkiye dahil tüm ülkeler reddediyor bu öneriyi. Çok değil, bir sene sonra, 1980’de, 24 Ocak kararlarıyla Türkiye tarımı serbest piyasasının içine alınacak biçimde organize ediliyor. İşte bu kararlarla birlikte tarımın olmazsa olmazı, tohumun kendisi de serbestleştirildi. Arkasından ithalatı serbest bırakıldı. Devletin başat genel müdürlükleri kapatıldı. Bunlar şimdi yaşadığımız sorunların çözüm yeri olan genel müdürlüklerdi. Örneğin, Türkiye’nin üç tarafı denizle çevrili, ama Su Ürünleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Şu anda ilaç kalıntıları sağlıksız diyoruz, eskiden kimse reçetesiz ilaç kullanamıyordu. Bunun yetkilisi olan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü kapatıldı. Gıdaların sağlıklı olup olmadığını denetleyen laboratuarlara sahip olan Gıda İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Çiftçiye bilgi götüren Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Bu saydıklarım 1983’te Turgut Özal’ın ilk icraatları. Hayvancılık Bakanlığı kurulsun mu kurulmasın mı tartışmaları yapılırken, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. En önemlisi, Türkiye’nin arazilerinin haritalarının çıkarıldığı Toprak ve Su Genel Müdürlüğü kapatıldı. Toprak sahipsiz kaldı, isteyen istediği yere ev yaptı, fabrika kurdu, imara açtı. Çay-Kur’un tekel olma özelliği kaldırıldı, özel sektör girdi bu alana da.
IMF ve Dünya Bankası’nın 17 ayrı kredisi ile düzenleyici ve destekleyici kurumlara son verdiler. Direktiflerin hepsini eksiksiz yaptılar ve tarımın yapısını çökerttiler. Üzerinde konuşacağımız somut bir çerçeve ve muhatap kalmadı.
Özal’lı yılları izleyen koalisyonlar döneminde neler oldu?
DYP-SHP koalisyonu döneminde Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve Yem Sanayi özelleştirildi. Yem Sanayi’nin Türkiye’nin her tarafına dağılmış 28 fabrikası vardı. Et Balık, SEK, Yem Sanayi, ülkenin dört bir yanına dağılmış olmalarının ötesinde, hem sosyal hem de ekonomik değeri olan kuruluşlardı. Tüm bunlar özel sektörün eline geçti. DSP-ANAP-MHP hükümeti geldi, onlar da Kemal Derviş’in talimatıyla TEKEL, Şeker, Tütün ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri kanunlarını çıkardı. Çıkan bu kanunların sonucunda TEKEL gitti. Şeker fabrikaları özelleştirme rayına girdi. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri de anonim şirketlere dönüştürülerek özelleştirildi. Bu birlikler Türkiye genelinde 16 noktada örgütlüydü; bunlar varken çokuluslu şirketlerin aktif olması, tarımsal ürün ve gıdalarda kontrolü ele geçirmesi mümkün değildi. Bu birlikler Türkiye’deki 500 firma içinde ilk 30’daydı. Birer kaleydi bunlar. Çiftçiler aidat veriyordu, yönetimi belirleyen çiftçiydi. Ancak başına bir genel müdür atanıyordu ve yönetimin üzerinde oluyordu bu kişi. Tarımsal alanda tüm kararları o veriyordu. Biz buna itiraz ediyorduk, “biz seçelim, atanmasın” diyorduk ve elde edilen gelirin tekrar tarıma aktarılmasını istiyorduk. Hükümet ne yaptı? Bu geliri batan şirketleri kurtarmak için kullandı. Hisarbank, Töbank… Bunların hepsi buradan gelen gelirle kurtarıldı. Bizim elimizde bankamız vardı, Denizbank oldu. Tarişbank’ın her tarafta şubeleri vardı, aldılar beş şubeli Denizbank’ı, ona şapka olarak giydirdiler. Biz o zaman önde kağnılarla 30 bin kişi İzmir Gündoğdu meydanına gittik. Bize “100 milyon yatırın, sermaye artışı yapın” dendi, o gece o para yatırıldı. Sabah yine de banka TMSF’ye devredildi.
Böylece, 2000’li yıllarda çiftçiler olarak muhatap alacağınız, çözüm üretecek kurum ve kuruluşlar kalmadı…
Son kilit şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle AKP tarafından vuruldu. Şunu da belirtelim: IMF ile başlayan süreç, 1994’te Dünya Ticaret Örgütü ile yapılan anlaşmayla, onun tasarruflarının uygulandığı düzleme evrildi. Sonra da AB Gümrük Birliği anlaşması ile onun uyum yasaları devreye girdi. Şimdi içeride muhatabımız olmadığı gibi, bir yandan ulus-üstü şirketlerin çıkarını koruyan DTÖ, bir yandan da AB normlarının çapraz ateşi arasına kaldık. Tüm bu süreç yasalar eliyle yapıldı. Hâlâ da öyle yapılıyor. ve onlara destek veren ekoloji alanında örgütlü yapılar var, biz de destek veriyoruz. Peki biz kime söylüyoruz derdimizi? Toprağı koruyacak bir mekanizma yok ki. “Toprak-su kurumu, bu toprağı neden koruyamıyorsun?” diyemiyoruz. Sular elimizden alınıyor, kime sesleniyoruz? Muhatabımız kim? “Şu işleri gel konuşalım” diyemiyoruz. Biz tüm bu kurum ve kuruluşlara karşı mücadele de verirdik, ama bir muhatabımız vardı. Şimdi “ben her şeyi yaparım” diyen hükümet ve başkan var karşımızda. Şu anda geldiğimiz noktada salt tarımda değil, her alanda şirket sahipleri, toprak sahipleri bakan oldu. Bunlar çokuluslu şirketlerin, ulus-üstü şirketlerin dilini iyi biliyor, bizler bilmiyoruz. Onlar aralarında rahat rahat anlaşıp “işi” götürüyorlar. Hem CHP’nin hem de HDP’nin tarım sempozyumlarında bunları söyledim. Ayrıca, yakın tarihimizde tarımı organize eden kurum-kuruluşları savunması gerekenlerin, sarı öküzü verdikten sonra mal derdine düşenlerin sosyal demokratlar olduğunu da ifade ettim. Çünkü yakın tarihe bakın, bu kurum-kuruluşların yok edilip alanları ulus-üstü şirketlere açılırken kırılma noktaları SHP-CHP veya DSP’nin hükümet ortağı olduğu dönemlere denk gelir.
Son kilit şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle vuruldu. Şimdi içeride muhatabımız olmadığı gibi, bir yandan ulus-üstü şirketlerin çıkarını koruyan DTÖ, bir yandan da AB normlarının çapraz ateşi arasına kaldık.
Muhalefet partilerine geçmeden, tarımsal kurumlar birer birer kapatılırken veya işlevsizleştirilirken toplumsal muhalefet ne yaptı?
O dönem asıl bakmamız gereken yere bakmadık. Asıl bakmamız gereken yer tarımı regüle eden kurumların tek tek yok edilerek sistemin değiştirilmesiydi. Sol, emekten yana olanlar bu sürece sadece kim kazanç sağlıyor, kime peşkeş çekiliyor diye baktı. Sistemin neoliberalleşmesini istemiyoruz diye saf tutmalıydık. Muhatap kalmadığı için muhalefet oluşturacak bir zemin de kalmadı. Bugün böyle bir hafıza da kalmadı artık. O gün sistemin değişmesine yönelik karşı çıkışımız daha güçlü olsaydı, bugün en azından o noktadan mücadele başlatabilirdik. Elimizde eğri bir ok vardı, hedefi vuramadı. Biz hedefi vurmaya çalıştığımız yerde kavga verirken egemenler çoktan hedefine ulaşmış oluyor. Biz hâlâ o eğri okumuzla vurduğumuz yerdeyiz ve soyut konuşmaya devam ediyoruz. Öte yandan popüler siyasetin aktörleri –iktidarda veya muhalefette olsun– uluslararası sermayeye hep koltuk değneği oldular. Enerji bunun en iyi örneklerinden biri. HES, JEST, RES, GES için ne dediler, yarımızdan fazlası her yerde yenilebilir temiz enerjiye inandı, hatta savundu. Doğru uygulamaları gündeme getirinceye kadar atı alan Üsküdar’ı geçti. Kuş göç yolları gitti, ekolojik denge bozuldu. Biz çiftçiler olarak bunlara karşı çıktığımızda söylemediklerini bırakmadılar. Mesela, organik tarım konusu: Türkiye’deki üretimin yüzde 1’i organik, bunu da yirmi firma gerçekleştiriyor. Bu yüzde 1’in yüzde 99’u ihraç ediliyor. Kalan yüzde 1 iç piyasaya sürülüyor, ona da parası olan erişiyor. Anayasal olarak sağlıklı gıda herkesin hakkı kâğıt üzerinde. Sonuç: Varlıklı bir azınlık erişebiliyor organik besine. Herkes için sağlıklı gıda üretmeyi öncelersen, ne böyle kontrolsüz ilaç kullanabilirsin ne de istediğin yere RES yapabilirsin. Büyük resmi görmeyip elimizdeki eğri oku oraya buraya atmaya çalışıyoruz.
Bu oku düzeltmenin ve doğru yere nişan almanın yolunu bu konferanslarda önerdiniz mi?
Bir kere artık soyut durumdan çıkıp somuta dönmemiz gerektiğini söyledim. Tarımı regüle edecek yapıların yeniden kurulmasının yolunun açılması gerek. Bunun yapılabilirliğini beklemeyelim, yaşama geçirelim, kendimiz yapalım önerisini getirdim.
Soyut laf söylemeyelim, ülke çapında tarımsal yapının yeniden kurulmasını talep edelim, eşzamanlı olarak biz de üreticiden tüketiciye bu ağı kuralım. Bunun embriyonları var.
Nasıl olacak? Bu rejimde bakanlar kendi bakanlıklarına görevlendirme bile yapamıyor. Bakanlıklar da, bakanlar da aslında yetkili değil. Kurullar var, onların da üzerinde saray var.
Ve hepsinin üzerinde çokuluslu şirketler var. Bu yapının tümü çokuluslu şirketlerin işlerini yapmakla yükümlü kılındı. Bunun tedavisi şu: Küreselleşmenin panzehiri yerelleşme. Yerelde üretim yapanla tüketimi aracısız bir şekilde bir araya getirelim. Gücümüz yeter yetmez, yettiği noktaya kadar yapalım. Bu zinciri kurmaya başladığımızda da, diyelim ki, “bakın olabiliyor”. Böylece hem fiyatlar düşecek hem de ilk halkadan, yani çiftçiden başlayarak son halkaya kadar izlenebilir, güvenli gıdaya ulaşabileceğiz. Üretimden tüketime kadar tüm toplumu da örgütlü yapılar altında bir araya getirebileceğiz. Soyut laf söylemeyelim, ülke çapında tarımsal yapının yeniden kurulmasını talep edelim, eşzamanlı olarak biz de üreticiden tüketiciye bu ağı kuralım. Bunun embriyonları var. Kadıköy Kooperatifi, Boğaziçi Kooperatifi, kırsaldaki köy kalkınma kooperatifleri öncü adımlar. Bunların tümüyle görüşülerek, beraberce bir sonraki adımın onların öngörüsüyle atılabileceğini söyledim. Sendikal olarak bizim için de iç hukuk düzenlemesinin sonuçlandırılması gerektiğini ilettim. Ayrıca, çiftçilerin üç ana örgütü var: Ekonomik kuruluşlar olarak kooperatifler, her ne kadar tarım bakanlığının yan kuruluşu gibi de olsa ziraat odaları ve hak arama örgütleri olarak sendikalar. Bizim avantajımız şu: Üyemiz olanlar öbür iki kuruluşun da üyesi. Bunların da bu mücadelenin içinde yer alması mümkündür. Açıkçası herkesle bunları paylaşmak iyi oldu, her iki toplantıda vekiller de vardı. İlgi, katkı ve katılım yüksekti.
Bazı yerel yönetimler Belediye Yasası’nın tüm sorunlarına karşın getirdiği bazı fırsatları değerlendiren uygulamalar yaptı, tarım müdürlükleri kurdu. Bunlar olumlu gelişmeler. Şimdi bunları gören bir yerden, hak arama örgütleri ve kooperatiflerle beraberce hareket edilmesi halinde, üreticiden tüketiciye örgütlenmeleri oluşturmak mümkün olabilir.
Konferanslar muhalefetin daha somut öneriler getirebileceği yönünde umut verdi mi?
Bunları karşılıklı konuşmak, etkileşim içinde olmak önemli. Ben bu mücadelede hep umutlu oldum zaten, yoksa örgüt olarak faaliyet gösteremeyiz. Partilerde bu konuda bir kıpırdanma görülüyor. Mesela, bazı yerel yönetimler Belediye Yasası’nın tüm sorunlarına karşın getirdiği bazı fırsatları değerlendiren uygulamalar yaptı. İzmir Seferihisar ve Bursa Nilüfer belediyeleri tarım müdürlükleri kurdu. Hatta bu uygulamanın bir eseri olarak çiftçiler için ortak makine parkı bile kuruldu. Bunlar tarım adına olumlu gelişmeler. Şimdi bunları gören, deneyimleyen bir yerden, hak arama örgütleri ve kooperatiflerle beraberce hareket edilmesi halinde, sözünü ettiğim gibi, üreticiden tüketiciye örgütlenmeleri oluşturmak mümkün olabilir.
Sözünü ettiğiniz tartışmanın yürütülmesi için yerel seçimler önemli bir fırsat olabilir mi?
Kesinlikle. Büyükşehir Yasası’yla birlikte çiftçilerin kendi ortak varlıkları, meralar, otlaklar, yaylaklar çiftçinin elinden alındı. Bugün aynı yasanın “belediyeler tarım ve hayvancığı geliştirir ve destekler” maddesi çerçevesinde, bu ortak varlıklar sözgelimi 49 yıllığına çiftçilerin kurdukları yapılara, kooperatiflere kiralanabilir. Böylece çokuluslu şirketlerin çıkarlarını gözeten politikalara karşı yerelde çiftçi desteklenebilir. Her iki partinin de düzenlediği toplantılardan anladığım, gelen öneriler çerçevesinde detaylı bir tarım programı hazırlanacak. Bu konuya eğilmiş olmaları ve çiftçileri bu toplantılara taşımış olmaları önemliydi. Özellikle HDP bildik bir toplantı yapmadı. Birinci gün konuştuk tartıştık, ikinci gün atölyeler yaptılar. Konu bazında sorunlar tartışıldı. Bir sonuç bildirgesi hazırlanıyor, yakında çıkar. Bunun sonucunda bir tarım programı oluşacak. Muhalefet partileri bunu yapamazsa artık gayya kuyusuna dönen tarımın üzerine taşı koyalım, kuyu kapansın.
Yıllardır tohumu konuşuyoruz, yerli tohum yok, ithal tohum kullanılıyor diye. Devletin tohum politikası nedir?
Abdullah Aysu: İşin başlangıcına gidersek, 1925’te yurdun değişik yörelerinde Tohum Islah ve Üretme İstasyonları kuruldu. Bu istasyonlarda daha çok seleksiyon yoluyla tahıllara ait tohumlar geliştirildi. 1950’de kurulan Devlet Üretme Çiftlikleri’nden sonra çeşit geliştirme, tohumluk üretim ve dağıtım programları daha iyi organize edildi. Bu yıllarda henüz çeşit tescil ve tohumluklar için kontrol sertifikasyon sistemimiz yoktu. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Yetiştirme ve Islahı Kürsüsü 1953’te, deneme niteliğinde, Tarım Bakanlığı adına Tahıl Tohumluklarının Kontrol ve Sertifikasyonu’na başladı ve 1959’a kadar bunu sürdürdü. 1960’a gelindiğinde araştırma ve ıslah çalışmaları sonucu geliştirilen çeşitlerin tarafsız bir kuruluş tarafından tescil edilmesi amacıyla Bölge Çeşit Deneme Müdürlüğü kuruldu. 1963’te tohumlukların tescil, kontrol ve sertifikasyonu hakkında bir yasa çıkarılarak tohumluk üretimi, tohumluk dış satımı ve dış alımı bu yasa ve yönetmelikler çerçevesinde düzenlendi ve yürütüldü. 1980’lerde tarımın serbest piyasanın bir parçası haline getirilmesiyle birlikte makas değişti. Bir-iki yıl içinde özel tohumculuk kuruluşlarının sayılarında önemli artışlar oldu. Tohumluk fiyatları serbest bırakıldı. 1980’den bu yana çokuluslu tarım ve gıda şirketlerinin tarım ve gıdada egemenlik kurmaları için çabalayan Dünya Bankası’nın isteğiyle 1984’te tohumluk dış alımı da serbest bırakıldı.1985’te çıkarılan tohumluk teşvik kararnamesi ve bunların uygulamaya konulması ile özel tohumculuk kuruluşları beslendi. Hatta bu dönemde Özal’ın bir tarım bakanı var, Hüseyin Hüsnü Doğan, Özal’ın manevi evladı. Hürriyet’e verdiği bir demeçte şöyle diyor: “Tohum şirketleri kırk yıldır araştırıp bulmuşlar verimli tohumu, biz yeni baştan, sıfırdan mı üreteceğiz?” Yahu senin sıfır dediğin Anadolu birçok tohumun menşei, o dönem için en az altmış-yetmiş yıldır bu konuda çalışan tarım kurumlarının ve kuruluşlarının elinde kayıtlı binlerce tohum vardı. Ne yaptılar? İthalatın önünü açtılar. AKP hükümetleri de ithalat alanını daha genişletmek, tohumu tümüyle ulusüstü şirketlere teslim etmek istiyor.
Tohum ne devlete ne kişiye ne de şirkete ait. Tohum müştereğimiz, ortak varlığımız. Hem de on bin yıllık bir geçmişi olan bir müştereğimiz. Tohum üzerinde şirketlerin tasarrufta bulunması kabul edilemez.
Bunun bir göstergesi olarak da iki yıl önce tohumculuk yasası çıkarıldı…
Bizim o yasaya itirazlarımız oldu. Bir de yönetmelik hazırlandı. Bilindiği gibi, yönetmelikler yasaların üzerinde yaptırımlar getiremez. Ancak bu yönetmelik yasanın üzerine çıktığı gibi, tohumu çiftçinin elinden tümüyle alıyor. 19 Ekim 2018’de “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretilmesi ve Pazarlanmasına Dair Yönetmelik” üzerine eleştiri ve öneri getiren bir basın açıklaması yaptık. “Köylülerin elindeki son varlık olan tohumları şirketlere devredilecek. Tohuma hâkim olan, tarım ve gıdaya hâkim olur. Tohum canlıdır, sahiplenilmesi doğru değildir. İnsanlar tarım yapmaya başlayıp yerleşik düzene geçtiğinden bugüne köylüler tohumları ekoloji birlikteliğiyle ıslah ederek geliştirdi. Dolayısıyla tohumlar köylülerin ortak varlıklarıdır” dedik. Ertesinde, yirmi civarında birbirleriyle teması olan örgütler olarak, Ziraat Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Çiftçi-Sen, Tarım Orkam-Sen, ekoloji örgütleri bir araya geldik, tartıştık. 17 Aralık’ta, yönetmeliğe ilişkin hukuki mücadelemizi başlattık, dava açtık. Gelecek aylarda hem bu mücadeleyi sürdüreceğiz hem de alternatif yasa hazırlığı çabamız var. Burada kritik mevzu şu: Köylünün satamamasının ötesinde, tohumların kayıt altına alınması isteniyor. Peki kim kayıt altına alacak? Tohumcular Birliği ve üniversitelerden söz ediliyor. Tohumcular Birliği bir sivil toplum örgütü gibi duruyor, aslında şirketlerin bir araya geldiği bir yapı. Bunlar tohumları tescil edebilecekler. Bize göre de, evet, Türkiye’nin tohumları kayıt altına alınmalı. Ama bu işlem tohum şirketleri tarafından değil, kamu tarafından yapılmalı. Bunun detaylı olarak bir yasa ile çerçevesinin oluşturulması gerekir. Aslına bakarsanız, tohum ne devlete ne kişiye ne de şirkete ait. Tohum bizim müştereğimiz, ortak varlığımız. Hem de on bin yıllık bir geçmişi olan bir müştereğimiz. Tohum toplayıcıları olan kadınlardır önce, sonra çiftçilerdir. Onlar kullanmaya başladığından beri de, ki on bin yıldan söz ediyoruz, tohum ekolojik yaşamın bir parçasıdır. Bu nedenle tohumun üzerinde şirketlerin tasarrufta bulunması kabul edilemez. Evet, bizler, nerede ne kadar tohumumuz var, bilmek istiyoruz. Ancak bunlardan bir tanesinin bile şirketlerin eline geçmesini istemiyoruz. Talebimiz çok net.
Ulusüstü şirketler tohumu neden kontrol etmek istiyor?
Dünya yüzünde ona yakın tohum firması vardı. Birleşmelerle sayıları yedi oldu. Monsanto-Bayer, Dow, Basf, DuPont, Vincente, Pioneer, Novertist gibi ulusustü şirketler. Bunlar hibrit tohum üretiyor. Hibrit tohumu toprağa attığınızda –verim elde etmek için– gübre kullanmanız lâzım. Bunu kullandığınızda yabancı otlar çıkıyor, bunların yapraklarının altında böcekler yuva yapıyor, bunları yok etmek bu kez ilaç kullanmanız gerekiyor. Sonra bu ilaçlar kalıntı oluşturuyor, bu kez insanları “iyileştirmek” için ilaç üretilmesi gerekiyor. Tohum üreten yedi ulusüstü şirket aynı zamanda sözünü ettiğim alanların tümünde üretim yapıyor ve pazarı elinde tutuyor. Tohum her açıdan kilidi açan anahtar. Bunlar Türkiye’de artık devleti kenara çektiler. Meydan onlara kaldı. Eskiden ürününe böcek dadandığında, böceği götürüyordun, Zirai Mücadele ve Karantina sana ilaç yazıyordu. Şimdi ne kadar çok ilaç satarsa o kadar kâr eden bu şirketlerin satıcıları ile satılıyor ilaçlar. Tıpkı insanlar için üretilen ilaçlar gibi. Nasıl orada ilaç mümessilleri var, burada da aynı şekilde ilaç satıcıları var. Bunlar da ne kadar çok ilaç satarsa o kadar prim alıyor. “Çiftçi kaygı eker, keder biçer” deriz. Toprağa gömdük parayı, tohum ektik. Çıkmaya başladı, satıcı sana diyor ki “ilaç atmazsan öldün gittin”. Bulup buluşturuyorsun, alıyorsun o ilacı. Ne yapsın çiftçi, keder biçmemek için o ilacı alıyor.
Kritik mevzu şu: Köylünün satamamasının ötesinde, tohumların kayıt altına alınması isteniyor. Peki kim kayıt altına alacak? Tohumcular Birliği’nden söz ediliyor. Tohumcular Birliği şirketlerin bir araya geldiği bir yapı. Tohumlar kayıt altına alınmalı, ama bu, tohum şirketleri tarafından değil, kamu tarafından yapılmalı.
Peki, çiftçiler tohumdan gübreye, gübreden ilaca bu fasit dairenin farkında mı, yoksa sadece hasadın verimine mi bakıyor?
Çiftçi bunların farkında ve bu hususlarda çok mustarip. İtirazları var bu sürece. Geçenlerde, ABD’de açılan dava sonucunda Monsanto ağır para cezası aldı. Şimdi, geçen ayın sonunda Türkiye’de Bergamalı çiftçiler avukat Senih Özay ile birlikte bu konuyu Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşıdı. Biz de konfederasyon olarak bu davaya müdahil olarak katılacağız.
Konfederasyon olarak ayrıca doğal yolla ilaç yapımı konusunda çalışıyoruz. Muğla’nın Yeşilbelde, Turgut ve Taşlıca köylüleriyle geçen ay ortak bir çalışma yaptık. Çiftçi kadınları bir araya getirdik. Herkesin kendi tarımsal ilacını nasıl yapacağının bilgisini paylaştık ve uygulamasını yaptık. Bilge Tarım Okulları’nın deneme çalışmalarına başladık diyebiliriz. Orada, o bölgede ilaç temin edilebilecek tespih ağacının tohumunun ve ısırgan bitkisinin nasıl kullanılabileceğini gösterdik. Tespih ağacının tohumundan ve yaprağından ilaç yapılabiliyor. Bizim ekipten kadın bir çiftçi arkadaşımız bu eğitimi verdi. Bir gün sonra da onlar bu ilacı üretti. Doğal ilaçlar böceklerle mücadelede etkin bir sonuç veriyor. Kimyasal yok, insana ve ekolojiye zararı yok. Bu ev yapımı ilaçlar böcekleri uzaklaştırıyor ve doğal avcısı ile buluşturuyor. Bir süre aynı köylerde toprak ve bitki besin maddeleri, gübre konusunda eğitim vereceğiz. Yapmaya çalıştığımız, Bilge Köylü Tarım Okulları’nı yaygınlaştırmadan alandaki ihtiyaçları görmek. Burada kullandığımız reçetelerde bilge tarımın bilgisi ile yeni doğal bulguların, araştırmaların sonuçlarını birleştiriyoruz. Alandaki eksiklikleri giderirsek bunu daha geniş alanlara, köylülere yayabiliriz.
Kaynak: www.birartibir.org