İnsanlık bir seri katil gibi hareket eden Covid-19 salgınıyla karşı karşıya. Avrupa’da ikinci dalganın başladığından, ülkemizde ise ilk dalganın ikinci pik noktasından söz ediliyor. Salgınının başladığı dönemde ülkemiz de dahil, bütün ülkelerin yetkilileri dünyanın artık eskisi gibi olamayacağını söylüyorlardı. Sanırsınız ki, ekosistem artık tahrip edilmeyecek, doğanın tahribatında büyük rolü olan endüstriyel tarımdan giderek uzaklaşılacak, doğanın sahibi değil bir parçası olunduğu kabul edilecek, acilen küresel iklim değişikliğini durduracak tedbirler alınacak. Ne yazık ki, bugün söyledikleri ve yaptıkları, bu salgın hiç yaşanmamış ve yaşanmaya devam edilmiyormuş gibi ekosistemi tahrip eden politikaları daha şiddetli ve daha baskıcı yöntemler kullanarak devam ettirmektir.
10-12 Ağustos tarihlerinde Dünya Gazetesi yazarı Ali Ekber Yıldırım’ın Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli ile yaptığı bir söyleşi yayınlandı. Oldukça uzun olan söyleşi uygulanan vahşi kapitalist tarım politikalarının değişmeyeceği, küçük aile tarımı yapanların üretimi sürdürmelerinin daha da zorlaşacağı mesajlarını veriyor. Özetle denilen; endüstriyel tarım temelli şirketlerin önü açılacak, tarım arazileri toplulaştırılacak, küçük çiftçiler ise sözleşmeli üretimle şirketlere bağlanacak.
Bakan “Türkiye’nin potansiyelini değerlendirmek, gelirlerini artırmak amacıyla verimlilik ve kar odaklı optimizasyona geçilecek” diyor. Optimizasyon bir sistemde var olan koşulların ve belirli kısıtlamaların varlığında en çok, en yüksek çıktıyı alabilmek için yapılan çalışmalar anlamına geliyor. Bakan, stratejik ürünleri dikkate almadan optimizasyonla tarımsal hasılayı 4 kat artırmanın mümkün olduğunu, bunun için 5 farklı senaryo hazırlandığını anlatıyor. “Sadece en karlı ürünler ekilecek” diyerek, örneklendiriyor. “4 misli daha fazla tarımsal hâsıla elde edebilirsin. Ama çıkan ürünler, mesela yer fıstığı gibi. Türkiye’nin çok ihtiyacı olmayan ama parasal anlamda da değer katacak olan ürünler.” Afrika’daki açlığın sebebinin gıda üretimi için yeterli tarım arazilerinin olmamasından kaynaklanmadığı, tarım arazilerinin gıda üretimi yerine Dünya’nın farklı ülkelerine kahve ihracatı yapmak için kullanıldığından dolayı açlığın var olduğu unutuluyor.
Anlaşılan endüstriyel temelli, birim alandan en fazla ürünü(!) almaya yönelik üretim yapılmaya ve gıdayı kar elde etmeye yönelik bir metaya dönüştüren politikalara devam edilecek. Daha çok kar elde etmek amacıyla ürün deseni değiştirilecek, ülke olarak kendine yeterli ürünlerden bile kar oranı düşük diye vazgeçilebilecek, hangi ürünlerin daha fazla gelir getirdiğini ister istemez şirketler karar verecek ve ürün desenini onlar belirleyecek, ithalata yönelik tarım politikalarına devam edilecek. Ülke açısından gıdada bağımlılık arttığı gibi tek tek tüketicilerin de ne tüketeceğine şirketler daha büyük oranda karar verecek. Şirketlerin gıda sistemi daha güçlü bir şekilde inşa edilecek.
Gerçi bakan söyleşide, küçük üreticilere destek verileceğini, küçük üreticilerin desteklenmesine yönelik “sadece bizim üstümüzden değil örgüt ve birlikler üzerinden yürümesi. Bu konuyla alakalı olarak da örgüt ve birliklerin kanun ve nizamlarla çerçeveye oturtmak yerine, biz destekleri hangi tip örgütler üzerinden vereceğimize dair bir çalışmamız var. Yani örgütleri, kooperatifleri daha çok işin içerisine alacağımız, ama sağlıklı olanları alacağımız, sağlıklı olmayanların da kendilerini sağlıklı olmaya mecbur hissedeceği bir ortama doğru işi evirmeyi düşünüyoruz” diyor. Çok açık değil mi, bu örgüt ve kooperatifler şirket gibi hareket edecek, şirketlerin gıda sistemini uyum sağlayacak ve onu güçlendirecek örgütlenmeler olacak. Bu görevi yerine getirmiyorlarsa bir şekilde tasfiye edilecek.
Bakan ilave ediyor: “Bundan sonraki ajandamız özellikle ölçek meselesini bir kapsama almak ve ölçek meselesinin üzerine biraz daha gitmek. Hep toplulaştırma, toplulaştırma gidiyoruz. Ama, arazi kullanım planları, toplulaştırma ve arazi bankacılığı. Üçü bir arada bir şey yapmamız lazım.” Hedefin hep şirketleşme yönünde olacağının vurguları bütün söyleşi boyunca sürüyor.
“Hep sözleşmeli üretim diyoruz. Türk Şeker’in sözleşmeli üretimde şekerpancarında yürüyen iyi bir sistemi var. Pancarın münavebesi hububatta da oluyor. Münavebe kısmında da Türk Şeker biz bu işe gireceğiz deyince, aman dedim üreticinin lehine olan her şeyde biz olumlu bakarız. Üreticinin bir kısmının finansman desteği sağlayınca biz alkışladık.”
Aynı gün Dünya Gazetesi yayımlanan bir haberde Türkşeker Genel Müdürü Mücahit Alkan da pancar dışındaki ürünler için de sözleşmeli alım yoluyla piyasaya neden girdiklerini açıklıyor ve sisteme girişlerinde Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın yönlendirmesinin çok etkili olduğunu belirtiyordu. Sözleşmeli üretim yaptırarak piyasaya girince Ziraat odalarından teşekkür telefonları aldıklarını, sadece hububat ve bakliyatta değil seracılıkta da sözleşmeli üretim yapmak istediklerini, Türkiye’nin yüzde 10’unda sözleşmeli tarım yapmayı planladıklarını anlatıyordu. En önemli çalışmalarımızdan birisinin “Sadece Hazine arazisi değil, mera alanları da hayvancılığın zayıflamasıyla birlikte boş yerler haline geldi. Ziraat odaları, tarımsal kooperatifler, çiftçi birliklerinin organizasyonuyla bu arazileri kiralayıp onlara tahsis edebiliriz. Veya onlar da doğrudan kiralama yapabilirler. Kullanılmayan tarım arazilerini üretime açmayı planlıyoruz”. Alkan, böylelikle Türkiye tarımının nasıl şirketleştirildiğini, toprakların nasıl daha az sayıda elde toplanacağını, çiftçilerin sözleşmeli üretimlerle şirketlere bağlanmış olacağını, önlerinin nasıl açıldığını anlatmış oluyordu.
Yapılanlar ve yapılmak istenenlerden küçük üreticilere söylenmek istenen çok açık: ya şirketleşin, ya şirket gibi kooperatifler kurun, ya da sözleşmeli üreticilikle şirketlere bağlanın. Hiçbirini yapmıyorsanız, toprağınızı mesleğinizi bırakın.
Oysa küçük çiftçilerin topraklarında kalarak yerel tohumlarıyla doğayla birlikte üretmeleri sağlıklı gıdaların üretilmesi ve erişilmesi açısından çok önem taşıyor. İnsan sağlığının ekolojik sistemlerle ve gıda üretim teknikleriyle, sağlıklı gıdaya ulaşabilmekle ne kadar bağlantılı olduğunu salgın döneminde gördük. Her canlı için temel bir gereksinim olan gıdanın bir kar elde etme aracına, bir metaya dönüştürülmesinin ağır sonuçlarını salgınla beraber daha çok hissettik. Yine endüstriyel tarımın bir kriz karşısında ne kadar kırılgan olduğunu izledik. Gıdanın üretimden pazarlamaya kadar çok az sayıda küresel şirketin eline geçmesinin ne kadar büyük tehlike olduğunu hissettik.
Gıdanın çok az sayıda şirketin eline geçmesi, 16 Aralık 1996’da Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği “Beslenme Temel Hakkı”nın da ihlali anlamını taşıyor. Bu hak özetle, doğrudan veya parasal imkanlarla, niceliksel ve niteliksel olarak yeterli, kültürel geleneklere uygun, bireysel ve ruhsal olarak tatmin edici ve insan onuruna uygun her türlü korkudan arındırılmış bir yaşamı mümkün kılıcı olan gıda hakkıdır. Gıda Hakkının teminatı da küçük çiftçiler ve köylülerin varlığıdır. Gıdaya sahip çıkmak onları topraklarından kopararak veya şirketlere bağlayarak mümkün değildir. Onun için Çiftçi-Sen’inde bileşeni olduğu dünyanın küçük çiftçilerinin küresel örgütü La Via Campesina ve müttefikleri kısa adı “Köylü Hakları Deklarasyonu”nu hazırlamışlar ve 2018 yılında Deklarasyonu Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna taşımışlar ve Genel Kurul’da kabul ettirmişlerdir. Bu salgın koşullarında ve yeni salgınlara gebe olan bir dünyada, hem insanlığın hem de gezegenin geleceği için, sağlıklı gıdalara ulaşabilmek için iktidardan BM’de kabul edilmiş Köylü Haklarını uygulamasını ve bununla ilgili iç hukuk düzenlemesini yapmasını talep etmek gereklidir. Güçlü bir şekilde şirketlerin gıda sisteminin kurulduğu bir dönemde gıdayı üretenlerin ve gıdaya ihtiyaç duyanların halkın gıda sistemini yani Gıda Egemenliği’ni inşa etmekten ve bunun adımı olarak Köylü Hakları için mücadele etmekten başka bir çareleri yoktur.