Belki de savaşların en tehlikelisi bu.” diyenlerin sayısı hiç de az değil. Bu hikâyenin içinde kimyasallar, genetiği değiştirilmiş tohumlar, tohumda tekelleşmekle suçlanan dev şirketler, komplo teorileri var.
“Kısırlaştırır!”, “Kansere yol açar!”, “Bir toplumu tamamen ortadan kaldırabilir!”. Bu bir korku imparatorluğu mu yoksa işin içinde gerçek payı var mı? Bazı devletler ve çok uluslu şirketler tohumu bir silah olarak mı kullanıyor? Gıda güvenliği tehlike altında mı? Dünyada neden bir tohum tartışması, hatta kimilerine göre, savaşı var?
Tekelleşme
Tohum besin zincirinin temel halkası. Tohumu kontrol eden gıdayı kontrol ediyor. Tartışmanın başladığı nokta bu. Tarımda, tohum sektöründe geleneksel yöntemleri savunan gruplara göre, çok uluslu şirketler sektörde tekelleşiyor. Bu da gıda güvenliğini birkaç şirketin kontrolüne bırakıyor.
Dünya çapında pazar araştırmaları yapan İrlanda merkezli Research and Markets’a göre, sektör, büyük oranda altı şirketin kontrolünde: Monsanto, DuPont/Pioneer, Syngenta, Dow, Land O’Lakes ve Bayer.[1] Bu şirketler dünyadaki tohumların yarısından fazlasını kontrol ediyor. 2013’te pazarın değeri 50 milyar dolardı. 2019 itibarıyla 83 milyara yükselmesi bekleniyor.
Tohum şirketlerinin güçlenmesi ‘Yeşil Devrim’ dönemine rastlıyor. Bu, 1940’ların sonunda başlayan ve tarımda kimyasalların sıkça kullanıldığı dönem. Tohum sektöründeki büyük firmalar da aslen kimyasal madde üreten firmalar. Vietnam Savaşı’nda kullanılan kimyasal silah niteliğindeki ‘portakal gazını’ üretenler arasında Monsanto ve Dow da vardı. Gazdan etkilenen Vietnamlıların hakkını savunan bir sivil toplum kuruluşu, şirketlere karşı 2004’te New York’ta savaş suçu ithamıyla dava açtı. Davacılar gazın kalıcı etkileri nedeniyle tazminat istedi. Dava 2009’da şirketler lehine sonuçlandı.
Bu karşıt iki görüş Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ın tohum ve gıdada kullanımıyla ilgili tartışmaların da temelini oluşturuyor. GDO’lu üretim yapan firmalar tohumların dayanıklılık kazandığını ve güçlendiğini, insanların bu sayede açlıktan kurtulduğunu savunuyor.‘Yeşil Devrimi’ savunanlar kimyasalların tarımsal verimi artırdığını, bir milyar kişinin açlıktan kurtulduğunu söylüyordu. Karşı çıkan gruplarsa dünyada kıtlık olmadığını, sadece besine erişimin adaletsiz olduğunu savundu. Toprağa zarar verdiği gerekçesiyle kimyasallara karşı çıktı.
Tarım yazarı ve gazeteci Ali Ekber Yıldırım dünyada bir açlık tehlikesi ya da tohum kıtlığı olmadığını savunanlardan: “Aksine üretim fazlası var dünyada. Ama bunun paylaşımı sorunlu. Birleşik Arap Emirlikleri, Çin, ABD veya büyük şirketler gidiyor, Afrika’da toprakları kiralıyor, satın alıyor. Ürünü alıp ülkesine götürüyor, dünya piyasalarına satıyor. O topraklarda yaşayan insanlar da açlık yaşıyor.”
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Ocak ayı başındaki 7. Büyükelçiler Konferansı’nda kiralanan topraklarla ilgili istatistikler verdi. “41 ülke başka ülkede toprak kiralamış, 61 ülke başka ülkelere topraklarını kiraya vermiş. Dünyada yaklaşık 203 milyon hektar tarım alanının uluslararası şirketlerce satın alındığı veya kiralandığı biliniyor. Dünyanın toprak bakımından en büyük üç ülkesi Çin, ABD ve Hindistan. Dışarıda başka yerlerde arazi kiralayan ya da satın alanlar arasında onların şirketleri de var. Bu toprakların yüzde 70’i 11 ülkede bulunuyor. Bunların yedisi en fazla açlık yaşayanlar.”
İstanbul Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Ahmet Atalık da GDO’nun üretici firmaların iddialarının aksine açlıkla mücadelede etkin bir araç olmadığını savunuyor: “Bu iddia kesinlikle doğru değil. 2013’te GDO’lu tohumla tarım yapılan alan 175 milyon hektar. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine[2] göre, dünyada tarıma uygun araziler 4 milyar 900 milyon hektar, yani 175 milyon hektar bunun sadece yüzde 3,6’sına karşılık geliyor.”
Dünya üzerindeki 5 milyar hektara yakın tarıma uygun arazilerin sadece 175 milyon hektarında GDO’lu tohum kullanılıyor. [Reuters]
Atalık “GDO’lu tohumlar daha verimli olsaydı daha çok araziye ekilirdi.” diyor.
Peki GDO’lu tohumlar daha verimli değilse GDO ısrarı neden?
“GDO’lu tohum fiyatı normal tohuma göre daha fazla artıyor. Tekeli eline geçiren firma hem GDO’lu hem normal tohum üretiyor. Canı isterse normal tohumu çekiyor piyasadan, çitfçiyi GDO’lu tohuma mecbur ediyor. GDO üreticileri, ürettikleri tohum için tarım ilaçlarını da üretiyor. Çiftçiye ‘Bu tohum için bu ilacı satın alacaksın.’ diyor. Böylece ilacına da bağımlı kılıyor. Çıkarlarını düşünüyorlar.”
Tohumda patentleme nedir?
Tohum şirketlerinin tekelleştiği eleştirilerinin dayanağı patentleme. Eskiden çiftçi yerel tohumları ekiyor, bir miktar ayırıp ertesi yıl tekrar ekiyordu. Endüstriyel çiftçilikle bu değişti. Tohum şirketleri, genetiğini değiştirerek ya da hibritleme (pazarın istediği şartlara göre üstün özellikli anaç tohumları melezleme) yöntemiyle tohumlarını patentliyor. Patentlenen tohumlar telif hakları kapsamına alınıyor.
İhracatçı hepsi aynı boyda, parlak, raf ömrü uzun ürün istiyor. Pazar buna uygun tohumlarla doluyor. Ali Ekber Yıldırım’a göre, bu biyo-çeşitliliği tehlikeye atıyor: “Herkes ‘Çocukluğumdaki domatesin tadı yok.’ diyor. O tohumlar yok. Geleneksel ürün çeşitliliğimiz yok oluyor. Mesela Amasya elması pazarda çok az. Çünkü o elma bir yıl ürün verir bir yıl vermez. Üretici bunu kârlı görmüyor, bilinen dört çeşit elmayı tercih ediyor. Devlet de ‘Tüketici bunu istiyor, buna yöneliyoruz.’ diyor.”
2007’de ABD’de görülen bir dava patent konusundaki dönüm noktalarından biriydi. Monsanto kendisinden aldığı tohumları birden fazla sefer ekerek telif haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle çiftçi Vernon Hugh Bowman’a dava açtı. Mahkeme şirketi haklı buldu.
Şirketin çiftçilere karşı başlattığı hukuki savaşın bir cephesi daha var. Monsanto’nun GDO içeren tohumlarını alıp eken çiftçilerin ürünlerindeki genler, polenlerin doğal yollarla taşınması sonucu organik tarım yapılan arazilere yayıldı. Çiftçiler şirketi GDO’lu tohumlarıyla tarlalarını kirletmekle suçladı. Monsanto ise bu arazilere yayılan genlerin kendi ürünleri olduğu gerekçesiyle çiftçileri telif hakkı ihlaliyle suçladı. Süreç yargıya taşındı, mahkeme Monsanto’yu haklı buldu.
Çiftçiler Monsanto’yu, oluşturduğu avukat ordusunu sopa olarak kullanarak kendi tohumlarını almaya zorlamakla suçluyor. Çiftçilerin “MonSatan” (MonŞeytan) dediği şirketi, sivil toplum kuruluşları da sık sık protesto ediyor. Bu amaçla “Monsanto’yu İşgal Et” isimli bir hareket bile oluştu.
ABD’de çiftçiler ve STK’lar tohum devi Monsanto şirketini MonSatan (MonŞeytan) diye tanımlayarak protesto ediyor. [Shutterstock]
GDO savaşın neresinde?
Tohum tartışmalarının tüketiciyi en çok ilgilendiren kısmı GDO. Akıllara ilk “Tükettiğimiz ürünlerde GDO var mı?” sorusu geliyor. GDO’nun zararlı olduğu yönünde bir ön kabul var. Gerçekten öyle mi?
GDO kavramı, bir organizmanın genetik mühendislikle genlerinin mutasyona uğratılması için kullanılıyor. Tohum sektöründe bu işlemden genelde ürünlerin daha dayanıklı olması ve raf ömrünü uzatmak için yararlanılıyor. Örneğin bir mısır tohumu alınıyor, içine tohumu hastalıklardan koruyacak bazı genler karıştırılıyor. Ya da böcek ve zararlı ot ilaçlarına karşı daha dirençli hale getiriliyor.
GDO’lu ürünler 20 yıllık geçmişe sahip. İlk GDO’lu ticari ürün (Flavr Savr domatesi) 1994’te ABD’de üretildi ve Tarım Bakanlığı’nca onaylandı. Domatesi piyasaya süren Calgene şirketini daha sonra Monsanto satın aldı. 1995 ve 96’da GDO’lu soya ile mısır satışa sunuldu. Bugün dünyada GDO en çok mısır, soya, kanola ve pamukta kullanılıyor.
Dünyada ilk GDO’lu ürün 1994’te ABD’de üretildi. [AP]
GDO karşıtları tohuma yapılan gen transferinin insan sağlığına, çevreye zarar verebileceğini düşünüyor. Örneğin bir tohuma bebeklerde kansere yol açabilecek gen eklenebileceğini savunuyorlar.
Peki bu gerçekten mümkün mü? İstanbul Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nden Şule Arı teknik olarak mümkün olduğunu söylüyor ama ekliyor: “Genetiği değiştirilmiş organizmalar birçok amaç için kullanılabilir. İsterseniz onun içine son derece zararlı, insanı öldürebilecek şeyler koyabilirsiniz. Buna biyo-terörizm deniyor. Yasal düzenlemelerle biyo-teknolojik uygulamaların kontrol altına alınması buradan doğuyor. Artık gıdada bunu tespit etmek analizlerle mümkün. Ayrıca artık zararlı tüm genleri ortadan kaldırmaya yönelik yeni teknolojiler geliştiriliyor.”
GDO’yu kötü amaçlı kullanmak teknik olarak mümkün. Denetimler bu yüzden önemli. [Shutterstock]
Türkiye’de durum ne?
2010’da yürürlüğe giren Biyogüvenlik Kanunu Şule Arı’nın bahsettiği denetimleri düzenleme amacıyla oluşturuldu. Yasa GDO’lu tohumların Türkiye’de üretilmesini, her türlü ticaretini yasaklıyor.
Büyük oranda AB mevzuatından alınan yasaya göre, sadece tohum değil genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi, GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve ek besinlerinde kullanılması da yasak.
GDO’lu ürünlerde istisna hayvan yemi. Bakanlık bazı mısır ve soya türlerinde GDO’ya izin veriyor. (Hayvan yemindeki GDO ile ilgili ayrıntılar “Hayvancılık Bitti Mi?” dosyasında)
Türkiye’de GDO tartışmaları ve kafa karışıklığının temel nedenlerinden biri mevzuatın gecikmesiydi. GDO’lu ürünlerin dünyadaki satışı 1994’te başladı. Türkiye’de bu ürünlerle ilgili ilk mevzuat ise yasa bile yokken bir yönetmelik olarak 2010’da oluşturuldu. Danıştay iptal edince alelacele yasa çıkarıldı.
Peki, 1994-2010 arası neler oldu? Biz GDO’lu ürün yedik mi?
“Yedik tabii… Geçmişte birkaç kez gemiler yakalandı, GDO tespit edildi. Özellikle Ziraat Mühendisleri Odası’nın çabasıyla.” Ali Ekber Yıldırım GDO lobisinin istediklerini yavaş yavaş kabul ettirdiğini söylüyor: “Sırada gıda ürünlerini yasal olarak kabul ettirmek var. Buna çalışıyorlar, başvuru oldu.”
İstanbul’da Ocak 2015’te tohum çalıştayı düzenleyen Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜAB) ise yaşanan GDO tartışmalarının tohum sektörünü olumsuz etkilemesinden rahatsız. Birlik çalıştayda sektörle ilgili kafa karışıklığını giderme amacıyla “Tohumda Doğruyu Bilin İstedik” başlıklı bir kitapçık dağıttı. Kitapçıkta tohumda GDO’nun yasak olduğu hatırlatılıyor, hibrit tohum ile GDO’lu tohumun farkı vurgulanıyor.
“GDO tartışılıyor, ekranda domates, biber, patlıcan görüntüsü. İnsanların kafasında bunlarda GDO varmış algısı oluşuyor. Bunlar tamamen birileri tarafından yanlış empoze ediliyor.” TSÜAB Başkanı Yıldıray Gençer bu ‘birilerinin’ kim olduğunu söylemiyor. “Medyada, isim vermek istemiyorum, tohumculukla ilgili asılsız konuşan çok isim var. Belki şöhret, belki ortalığı karıştırmak adına…”
Türkiye’de sektöre yabancı firmaların hâkim olup olmadığı da tartışılıyor.
TSÜAB kitapçığında buna “Hayır!” cevabı veriliyor. Sermaye sahipliğine göre sektördeki firmalardan 623’ünün yerli, 16’sının yabancı, 4’ünün de ortaklık olduğu yazıyor. Ancak firmaların pazar payı yok.
Gençer ellerinde bu konuda veri olmadığını söylüyor. Ama çalıştayın başında birliğe en çok maddi destek sağlayan 15 kuruluşa plaket verildi. Tohum sektöründe faaliyet gösteren şirketler yasa gereği birliğe üye olmak zorunda. Birliğe katkıda her kuruluşun yıllık cirosunun binde 3’ü esas alınıyor.
Plaket verilen 15 kuruluşun dokuzu yabancı sermayeliydi. Listenin başında Monsanto vardı. Ama ilk plaketin bir yerli kuruluşa verilmesi kararlaştırıldı, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) ile Monsanto sıralamada yer değiştirdi.
Gıda kitle imha silahı olarak kullanılabilir mi?
Mesele bu kadar tartışmalı olunca komplo teorileri de gündemde yerini alıyor. Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’a atfedilen “Petrolü kontrol eden ülkeleri, gıdayı kontrol eden insanları kontrol eder.” sözü teorilerin çıkış noktası. Çok uluslu tohum firmalarına yönelik tepkilerin büyük bölümü, kontrol mücadelesinin parçası oldukları algısından kaynaklanıyor. Bu aynı zamanda sektörde yabancı hâkimiyeti ile ilgili endişelerin temel nedeni.
En vahim iddia GDO’lu tohumun kitle imha silahı olarak kullanılabileceği. Bu yaygın bir endişe. Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan 2010’da, Nevşehir Üniversitesi akademik yılı açılış konuşmasında ABD ve İsrail’in ürettiği GDO’lu domateslerle 20 yılda bir milleti yok edebileceğini savunmuştu.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ise iddia için “Şehir efsanesi” demişti.
GDO’lu tohumların kısırlığa, kansere, böceklerde üremeyi bozarak ekosistemin çöküşüne yol açabileceği yönünde iddialar da var. Bu iddiaları doğrulamak en azından şimdilik mümkün değil. Zira doğru sonuçlara ulaşabilmek için daha uzun araştırma ve gözlem süresinin geçmesi gerekiyor. GDO karşıtları bu süreç tamamlanmadan GDO’lu tohumlarda kitlesel üretime geçilmesine de tepkili.
Norveç’te bir tohum deposu
Tohumla ilgili komplo teorilerinin belki de en ilginci Kuzey Kutbu’na yakın bir yerde inşa edilen tohum deposuyla[3] ilgili. Depo 2008’de Norveç’e bağlı Svalbard takımadalarında açıldı. Büyük depremlere, deniz seviyesinden çok yukarıda olduğu için sele, hatta olası bir nükleer saldırıya bile dayanıklı. Depoyu işleten Küresel Hasat Çeşitliliği Vakfı (Global Crop Diversity Trust) amacın dünyadaki tüm tohumlardan örnekleri güvenli şekilde saklama olduğunu söylüyor.
Norveç’teki tohum deposu komplo teorilerinin odağında yer alıyor. [GETTY]
Amerikalı gazeteci Frederick William Engdahl’in ise şüpheleri var. Dünyada pek çok tohum bankası olduğunu hatırlatıyor, Svalbard’ın neden gerektiğini soruyor. Tüm tohumlar toplandıktan sonra diğer tohum bankalarının terörist saldırılarla yok edilebileceğini, böylece tekel oluşabileceğini söylüyor. Irak işgali’yle yok olduğunu söylediği Ebu Gureyb tohum bankasını örnek veriyor. Engdahl’e göre, bu tekel, tohumu istediğine verecek. Büyük şirketler üzerinden tohumu kontrol eden hükümetler politikalarına karşı çıkan ülkeleri aç bırakabilecek.
Engdahl, tezine dayanak olarak depoyu işleten vakfın bağışçılarını gösteriyor. Bağışçılar arasında DuPont/Pioneer ve Syngenta gibi tohum üreticileri var. Microsoft’un eski patronu Bill Gates’in kurucusu olduğu Bill & Melinda Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı da bağışçılar arasında.[4] Engdahl, ABD’nin en zengin ve etkili ailelerinden Rockfeller’ın, projeye neden bu kadar ilgi duyduğunu soruyor. Cevap olarak “Ölüm Tohumları/Genetik Biliminin Arkasındaki Karanlık Oyunlar” kitabında ortaya attığı tezi sunuyor.
Engdahl, Rockefeller’ın ari ırk oluşturmak için 1900’lerin başında ‘Amerikan Soy Arıtımı Derneği’ isimli kuruluşa mali yardımda bulunduğunu ileri sürüyor. Ailenin, ‘Amerikan Planlı Aile Federasyonu’ isimli bir kuruluşa daha yardım yaptığını söylüyor, “Bu kuruluş, akılcı aile planlaması adı altında soy arıtım, zorla kısırlaştırma çalışmalarına destek veriyordu.” [5]diyor. Engdhal’e göre, Rockefeller Svalbard projesini bu ırkçı amaç uğrunda kullanmak için destekliyor olabilir.
Engdahl’in bahsettiği çok sayıdaki tohum bankalarının en büyük üçüncüsü Ankara’da. Kasım 2014 itibarıyla bankada 310 türde 61 bin tohum örneği saklanıyordu.[6] Bankanın kapasitesi 250 bin tohum. Ankara’daki depo olası aksiliklere karşı tedbir amacıyla İzmir’deki Tohum Gen Bankası ile yedekleme yaparak çalışıyor.
Kaynak: Al Jazeera Türk Dergi – 30 Ocak 2015