Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta , her fırsatta Tekel işçilerinden bahsetti. İşçileri yan gelip yatmakla, sendikayı kışkırtıcılıkla suçladı. Seçimlerde aldığı oyların sayısını ve “ayaklar baş olursa, kıyamet kopar” anlayışını hatırlattı. “Siz kim oluyorsunuz! Bu ülkeyi ben yönetiyorum” dedi.
Kim oluyor bu sendikalar?
Başbakan’ın sorusuna soru ile cevap verelim. Hem de New York’a giden Papa’nın ilk sorusuyla: “Türkiye’de sendika var mı?” Türkiye her yıl, Myanmar ve Swaziland ile beraber, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yıllık konferansında sendikal haklar ve özgürlükler konusunda en kötü ülkeler listesine giriyor. ILO, Türkiye’yi imzaladığı uluslararası sözleşmelere uymaya davet ediyor. Avrupa Komisyonu, AB üyesi olmak isteyen ülkeyi ILO standartlarını yerine getirmeye çağırıyor. Tekrar tekrar hatırlatıyorlar: Türkiye’deki yasalar ve uygulamalar, uluslararası sendikal hak ve özgürlükler ile uyum içerisinde değil.
Sendikal hayatı düzenleyen yasaların imalat tarihi 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi… İşçiler için sendikaya üye olmak oldukça zor. Sendikaların toplu sözleşme yapabilmesi daha da zor. Bilmeyenler için anlatalım ve unutmak isteyenler için hatırlatalım: Bir sendikanın, bir işyerinde toplu sözleşme imzalayabilmesi için iş kolundaki bütün işçilerin en az yüzde 10’unu ve söz konusu işyerindeki işçilerin yüzde 50’sinden fazlasını üye yapması gerekiyor. İşçilerin ise sendikaya üye olmaları için mesai saatleri içerisinde notere gitmeleri ve ücret ödemeleri gerekiyor.
Sendikaların yetki alma süreci, uzun sürüyor. İşverenin ısrarlı itirazları üzerine yapılan sayımlarda, emekli olan, vefat eden veya sendikadan istifa etmeye zorlanan işçiler nedeniyle sendikalar yetkilerini kaybediyorlar. Metal ve tekstil iş kollarında 800-900 gün süren yetki davaları var.
Yetkili sendikayı engellemek için işkolu tespit davası akıllıca bir yöntem. Mesela bir belediye hastanesinde temizlik işçileri sağlık sendikasına üye olunca, “burası bir belediye işletmesi” deniliyor. Genel hizmetler sendikası geldiğinde olay mahalli yeniden bir hastaneye dönüşüyor. Belediyeyi yöneten parti değiştikçe sendika değişiyor, sendika değiştirmeyen işçiler ya işten atılıyor ya da sürgüne gönderiliyor. Pek çok örnekte sendika üyesi olmak işten atılma gerekçesi oluyor. Bazen sendika üyesinin akrabaları ve arkadaşları, Deri-İş üyesi Emine Arslan’ın başına geldiği gibi sadece aynı soyadı taşıyanlar bile işten atılabiliyor. Bursa Asil Çelik’te olduğu gibi işveren aylarca toplu görüşme masasına oturmayıp grev kırıcılar vasıtası ile üretime devam edebiliyor. Arçelik’te olduğu gibi işçilerin üye olmasının ardından taşeron firmanın sözleşmesi feshedilebiliyor.
Kamu çalışanlarının ne grev ne de toplu sözleşme haklarının olmayışı, işçi sendikalarının grev haklarını kullanamamaları… Emekli-Sen gibi kapatılan sendikalar ve hakkında kapatma davası açılan Çiftçi-Sen ve Genç-Sen gibi sendikalar… Sendika genel merkezlerinin basılması, yöneticilerin tutuklanması… Onlarca örnek verilebilir. Soru kısa, cevap uzun. Başbakan’ın sendikalardan şimdilik korkmasına gerek yok. Darbe yasaları ve devam eden darbe zihniyeti sendikalara nefes aldırmıyor. Sendikalar grev önlüğü değil, deli gömleği giyiyor.
Önce grev vardı
Peki sendikalar nasıl var olacaklar? İşçileri temsil eden ve onların haklarını savunan örgütler haline nasıl gelecekler? Haftalardır, Ankara’da eylemler yapan Tekel işçilerinin en sık kullandığı slogan “genel grev”. Ne soğuktan ne de biber gazından etkilenmeyen bir sesle tekrarlıyorlar. Tekrarlamayan sendikacıları susturuyorlar.
Genç işçiler, Google’da aradıklarında, grev sözcüğünün sendika sözcüğünden daha eski olduğunu öğrenecekler. Türkiye’deki ilk sendikal örgüt, 1895 yılında Tophane işçileri tarafından kurulmuş. Ama ilk grevi telgraf işçileri Beyoğlu’nda 1872 yılında yapmış. İlk sendika yasası ise bir yasaklar manzumesi olarak 1947 yılında çıkartılmış.
Kronolojide bir hata var gibi görünse de haklar antolojisi böyle; önce grev, sonra sendika, sonra yasa… Basit bir formülle işçiyi işçi yapan çalışma olduğu için, çalışmaya ara vermek işçi örgütünün en önemli gücüdür.
Türkiye Cumhuriyeti’nde sendikal tarih yasaklar tarihidir. Dönemin Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes, 1950 yılında “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim” vecizesine imza attı. Sınıf esasına dayalı dernek kurmanın yasak olduğu veya sendikacıların idam ile yargılandığı dönemleri hatırlayanlar hâlâ aramızda. Bugün hükümette AB’ye tam üye olma hedefini önüne koymuş bir parti var. Ama bu hükümet Avrupa Sosyal Şartı’nın örgütlenme, toplu sözleşme ve grev hakkı maddelerine şerh koyuyor. Hükümetin işçi, sendika, toplu sözleşme ve grev korkusu bir türlü geçmiyor.
En çok korktukları sendikal faaliyet grev, en sevdikleri demokratik uygulama grev erteleme. Yasalara göre sadece toplu sözleşmelerde yaşanan anlaşmazlıklar sonucunda grev yapılabiliyor. Uzun formaliteler sonrası ilan edilen grevler engelleniyor. Örneğin lastik iş kolundaki grevler her toplu sözleşme döneminde “milli güvenlik” nedeniyle iptal ediliyor. Dayanışma grevi, siyasi grev ve genel grev zaten yasak. 25 Kasım 2009’da genel greve katılan KESK üyelerine disiplin cezaları yağdığını biliyorsunuz.
İstiyorlar ki sendikalar, insan kaynakları departmanı gibi çalışsın, Çalışma Bakanlığı’nın bir birimi olsun, hatta hükümetin ve devletin tanıtım ajansı olsunlar. Grev yapmayan, yapamayan sendikalar zaten daha fazlası olamazlar. Üretimden gelen gücü kullanmak için yasal düzenlemeleri beklemek grevin tarihine aykırı. Çünkü yasa yokken, sendika yokken, önce grev vardı.
Hem şiir hem bilim
Sinter Metal işgalinde “biz siyasetten, sendikadan anlamayız!” diyen genç işçilerle katları dolaşırken, karşımıza hep kapalı kapılar çıkıyordu. İşveren kapıları kilitlemiş ve kapı kollarını sökmüş. Genç işçilerden biri gülümseyerek tornavidasını çıkarttı. “Ben kapı ustasıyım” dedi. “Benim yaptığım kapıyı benim yüzüme kapatamazlar.” Kilit yuvasını tamamen söktü ve kapıyı açtı. Brecht görmeliydi bu işçiyi, Ahmet Arif dinlemeliydi…
İşçilerin bütün kapıları söküp atacak güçleri hem bir şiir kadar güzel hem de yer çekimi kadar bilimseldir. Ama “Tarihin cesur ulusları yoktur /Cesur insanları vardır.” Türkiye’nin hemen şimdi cesur işçilere ihtiyacı var.
Kaynak : Radikal Gazetesi