Zehir tohumları
Bu sene Dünya Sosyal Forumu’na damgasını vuran tartışmalardan biri de gıda güvencesiydi. Küçük ölçekli ve organik tarımı çökerten büyük şirketlere ve genetiğiyle oynanmış ürünlere karşı örgütlenen Via Campesina’nın üç ülkeden üyesine mikrofon tuttuk…
Via Campesina şemsiyesi altında nasıl kazanımlar elde edildi?
Mangaliso Kubheka: Biz Via Campesina’ya 2001’de katıldık. Bugüne dek pek çok şey yaptık, özellikle de üretim ve satış aşamasında. Bugünse gıda hakkından ve tarım reformundan söz ediyoruz; besin güvenliğine sahip olabilsinler diye insanlara haklarını anlatıyoruz. Bizim toprağımız yok, burada bizimle olan arkadaşlarımızdan bazılarının evi bile yok. Özelleştirmeye, elektrik kesintilerine karşı savaşan arkadaşlarımız var. Hükümetimizse yalnızca kendi refahı için çalışıyor.
Türkiye’de 2004 yılında yeni bir yasa çıktı. Bu yasadan önce tarım sektöründe çalışanlar, hükümet ve uzmanlar bir sonraki yıl kullanılacak tohumlara beraberce karar verebiliyordu. Fakat artık hükümet bu kararları özel şirketlere devrediyor. Tarım sektörü çalışanları kendi tohumlarını ve tohumlarından ürettiklerini satamayacak. Sizin ülkenizde tohumlara ilişkin benzer sorunlar mevcut mu?
Güney Afrika’ya Genetiği Değiştirilmiş (GD) tohumların gelişini gördük. Topraksızlar Hareketi ve Via Campesina olarak, kendi tohumlarımızı üretmemiz şart diyoruz. Organik tohumlar varken GD tohumları istemiyoruz. Hangi tohumları kullanacağımıza kendimiz karar vermeliyiz, çünkü ne yemek istediğimizi biz biliyoruz. Aksi takdirde, o tohum bizim için zehirdir.
Ama kendi tohumlarınızı kullanmanızı da yasaklamıyorlar, değil mi?
Biz hâlâ kendi tohumlarımızı kullanıyoruz, fakat buna da müdahale etmek istiyorlar. İşte Via Campesina tam da buna karşı mücadele ediyor. Çünkü gıda egemenliği dediğimiz şey, insanların kendi tohumlarına sahip olup üretmeleridir. Bugünlerde Güney Afrika’da bio-dizel gündemde ve soya fasulyesi ekip yetiştirmemiz gerektiği söyleniyor. Oysa biz bu soya fasulyelerini yemeyeceğiz ki. Kendimiz için, iyi olduğunu bildiğimiz şeyler yetiştirmek istiyoruz. Şu anda Güney Afrika’da genetiğiyle oynamadıkları tek şey fasulye.
Amazonlar’da tohumları patentliyorlar, 10 bin dolara satın aldıkları tohumdan milyarlarca dolar kâr ediyorlar. Güney Afrika’da da olan bu mu?
Henüz değil. Fakat bana bu istikamette ilerliyormuşuz gibi geliyor. Malûm, ufaktan başlayıp bir kez içeri sızınca büyüyorlar. Diğer ülkeler Mon santo’yu kovarken hükümetimizin nasıl olup da Mon santo’ya izin verebildiğini bilmiyoruz.
Türkiye’de tarım nüfusunun toplam nüfusa oranı yüzde 35 civarında, hükümet bu oranı yüzde 8 dolaylarına düşürmeyi planlıyor. Bu da şehirlere büyük bir göç demek. Ülkenizde de benzer bir durum var mı?
Şu anda bile insanlar çifliklerini terk etmeye zorlanıyor ve hükümet bu konuda tek bir beyanda bile bulunmuyor. Hükümetimizin tavrı, bir tür tedirginliğin sonucu aslında. Kapitalistlerle çalıştıklarını biliyoruz. Fakat onlara doğrudan korku veren bir unsur var: Güney Afrika halkı. Bu yüzden saman altından su yürütüyorlar.
Yani ticaret anlaşmaları aracığıyla…
Aynen öyle. Güney Afrika’da çiftlikleri boşalttıklarında insanları kente getirmiyorlar; tarıma elverişsiz topraklardaki kamplara yerleştiriyorlar. Güney Afrika halkı zaten yoksul; çoğu işsiz. Onları yoksullaştıran da bizzat devletin politikası… İnsanların sığırları var, hayatlarını bunlardan kazanıyorlar. Devlet insanları yerinden ettiğinde, hayvanlarını yanlarında götürmelerine izin vermiyor; dahası, hayvanları telef ediyor. Taşınmaya zorlanıyor ve hayvanlarınızı yanınıza alamıyorsanız, yoksullaşıyorsunuz. Zira, bankada paramız yok bizim, hayatta kalmak için hayvanlarımıza bel bağlıyoruz. Mesela ben Kenya’ya gelirken çocuklarımın okulu için aileme para bırakabileyim, cebimde de para bulunsun diye bir keçi satmak zorunda kaldım… Ama hayvanları nerede olduğunu bile bilmediğimiz bir mezbahaya götürdüklerinde, hayvanları oradan çıkarabilecek paramız olmuyor. İşte tam da bu noktada “böyle olmamalıdır” diyoruz. Dünyanın dört bir yanında devletlerin yaptıklarına karşı halklar olarak birleşmeliyiz. Aksi halde, Güney Afrika’daki ANC gibi, en iyi hükümeti bile seçseniz değişen bir şey olmayacaktır. Nitekim biz uzun zaman ANC ile aynı safta mücadele verdik, fakat başa geçince değiştiler. Tek fark, eski apartheid rejiminin bürolarında şimdi ANC’nin oturuyor olması. Apartheid sırasında hiçbir hakkımızın olmadığını biliyorduk. Bugün anayasa haklarımız olduğunu söylüyor, fakat nerede o haklar? Güney Afrika anayasası, dünyanın en iyi anayasası diye övülüyor. Fakat kimin için en iyi? İnsanları yerinden eden, onları sokağa düşüren anayasanın neresi iyi? Bu anayasa uygulanmıyor olsa gerek ki, beyaz zengin çiftçiler adam öldürüyor. Bir çiftçi on yaşında bir çocuğu vurduğu için para cezasına çarptırılabiliyor. “Niye vurdun?” diye sorduklarındaysa “onu kuduz köpek sandım” diyebiliyor. Afrikalı bir beyazın gözünde Afrikalı siyah bir köylünün bir hayvan kadar bile değeri yok.
KOLOMBİYA’DA KÖYLÜLERİN İSYANI
Özgürleşme mi, kalkınma mı?
Türkiye hükümeti, AB uyum programı gereğince tarım nüfusunu büyük oranda düşürmek istiyor. Sizde de benzer sorunlar var mı?
Sophia Monsolve: Evet. 1960’larda Kolombiya, Dünya Bankası’nın tarım misyonunun hedefi oldu. Bu misyon ekibindekilerin bir önerisi de kırsal nüfusun azaltılmasıydı. Bahane de şuydu: Tarımda verimi ve üretimi artırmak için bu kadar insana ihtiyacınız yok. Tarım sektöründe makineleşme ve ilerlemeci şiarın diğer öğeleri vasıtasıyla modernleşme sağlayacaksak, küçük ölçekli çiftçilerden “kurtulmamız” gerekiyordu. Batı yarıküredeki en ciddi insanî sorunlara sahip ülkeyiz biz. Şiddet üzerinden politika üretmek meşrulaşmış; insanları kırsaldan zorla çıkarmanın bir aracı haline gelmiş durumda. Buradaki amaç, siyasî açıdan güçlü aktörlerin devreye girip yerlerinden edilmiş insanlara ait arazilere el koyabilmesidir. 1950’lerde olan buydu, şimdi bir kez daha oluyor. Birçok Afrika kökenli topluluk, yerliler, küçük ölçekli köylü-çiftçi canice yöntemlerle yerlerinden ediliyor. Kolombiyalı çiftçilere göre yerlerinden edilmelerinin nedeni savaş değil, aksine, yerlerinden edilmek istendikleri için savaş var. Sizin ülkenizde Kürt sorunu varsa, Kolombiya’da bin beteri var.
Türkiye’de 2004’te çıkan tohum yasasına göre, köylüler, kendi tohumlarından elde ettikleri ürünleri satamayacak ve tohum şirketlerinin sattıkları tohumları almak zorunda kalacak. Sizde durum nasıl?
Bizde de benzer bir prosedür GD (genetiği değiştirilmiş) tohumlar üzerinden gerçekleşiyor. Bu tohumlar, özellikle Latin Amerika’nın güney köşesine nüfuz etmiş durumda. Arjantin’deki tarım üretiminin yüzde 30’u GD tohumlarla yapılıyor. Brezilya’nın güneyinde, Paraguay ve Bolivya’da da durum aynı. GD mısır Meksika’ya da geliyor. Arjantin’de insanlar Mon santo şirketinin tohumunu almasalar bile, olur da bu tohumlar rüzgarla tarlalarına gelirse, şirket dava açıyor. İnsanlığın başından bu yana köylüler ve topluluklar doğal kaynakların sahibi olmuşlardır. Fakat bugün, kapitalizm doğal kaynaklara bile sahip olmak istiyor. Bu şirketler, tohum piyasası üzerinde tekel oluşturmak üzereler. Bu tür kaynaklara erişim denetimini az sayıda elde toplarsanız, ardından bu gücü küresel bir şikete aktarmanız daha kolay olur. Her ne kadar AB size GD tohumları istemediğini söylese de, bu tür tohumlar usulca, ancak etkin bir şekilde içeri sızmanın bir yolunu buluyor. Hatta diyebiliriz ki, AB bir noktada tüm çevresinden yalıtılacak, çünkü etrafı GD besinlerle kuşatılmış olacak. Bakın Almanya’ya, GD besinleri üzerindeki yasaklar kısmen kaldırılmaya başlandı bile.
Brezilya ne durumda peki? Lula hükümeti vaatlerini yerine getirebildi mi?
Lula hükümeti açlığı önlemek amacıyla yola çıkmıştı. Dünyada bu tür vaatlerde bulunan pek fazla hükümet yok. Lula hükümeti önemli adımlar attı elbette, ancak bunlar yetersiz. Kırsal nüfusun önemli bir oranının gıdaya erişebilmesi elbette iyi bir şey, çünkü bu olmazsa yaşayamazsınız. Fakat hükümet burada durmamalı. Gıda güvencesinin önemli bir ayağı da, üretim kaynaklarına erişim hakkına sahip olmaktır. Ancak bu şekilde kendi kendinizi besleyebilir ve sonsuza dek yardıma muhtaç olmaktan kurtulabilirsiniz. İşte, Lula hükümetinin icraatlarında eksik olan da bu. Hükümet ülkede gerçek bir tarımsal dönüşümü sağlamaya yetecek ölçekte bir reform uygulamayı başaramadı, ihracat amacıyla soya ve şeker pancarı ekmeyi tercih etti. Brezilya, AB ve Çin’e en çok soya ihraç eden ülke. Ayrıca ihracat amaçlı sığır üretiminde de başı çekiyor. Şimdi de AB kaynaklı bir trend olan bio-yakıt ve bio-dizel ile birlikte, küçük ölçekli çiftçilerin hayatı iyice cehenneme dönecek. Zira, tüm büyük ölçekli yatırımcılar soya ve şeker pancarı gibi monokültürel ürünlerden büyük kâr elde edecekler. Yani durum iyice kötüleşiyor.
Yerel tohumların büyük şirketler tarafından patentlenmesi gibi bir durum hâlâ söz konusu mu?
Hâlâ böyle bir durum var. Bazı yerli topluluklar buna karşı örgütlenmeye başladı bile. Kâşif kılığında da geliyorlar, hangi tohumları ne amaçla kullandığınızı öğrenip onları elinizden alabiliyorlar. Bu savaşta çeşitli stratejiler mevcut. Mesela, bazen tohumların patentlerini bizzat topluluklar da almaya kalkabiliyor. Ancak başka hareketler bu stratejiye kuşkuyla yaklaşıyor, çünkü bu, bir şekilde “oyuna dahil olmak” anlamına geliyor. Bu tür gruplar hayatın patentlenmesini topyekûn reddediyorlar.
Via Campesina kuruluşundan bu yana ne gibi kazanımlar elde etti?
Köylüler dünyanın en kenara itilmiş kesimlerinden biri. Yerli halklar son 30 yıldır uluslararası arenada görünür olmayı bir şekilde başardılar. Örneğin BM İnsan Hakları çerçevesinde onların haklarını koruyan sözleşmeler var. Çiftçilerse dünya nüfusunun yarısını oluşturmalarına ve ciddi insan hakları ihlâllerine maruz kalmalarına rağmen, kimse onlar hakkında konuşmuyor. Kırsal alandan çıkıp kentlileşmek doğal bir yasanın gereğiymiş gibi gösteriliyor. Güney, Avrupa’dakine benzer bir modernleşme sürecini takip etmiyor. Örneğin, bizde sanayileşme büyük çapta değil. Dolayısyla, kente göçmek zorunda kalacak insanları istihdam edecek sanayiden yoksunuz. Hatta tam tersi oluyor, sanayi sektörü giderek küçülüyor. Brezilya’da Topraksızlar Hareketi’nin göstermek istediği ise, toprağa erişimi demokratikleştirmek ve tarım uygulamalarını değiştirmek suretiyle, aslında özgürleşme anlamında gerçek bir modernleşmenin başarılmış olacağı.
TAYLAND’DA TARIM POLİTİKALARI
Acı pirinç
Türkiye’de kırsal nüfusu çok ciddi biçimde düşürmeye çalışıyorlar. Ülkenizde de böyle bir durum var mı?
Chinda Bunchan: Evet. Özellikle ülkenin kuzeyinden ve kuzeydoğusundan büyük kentlere doğru ciddi bir göç var. İnsanların göçe zorlanmalarının sebebi, mısır ve şeker kamışı üretimindeki başarısızlıklar. Kavun için de aynı durum söz konusu. Tayland’ın dünyanın en büyük pirinç üreticilerinden biri olmasına rağmen, küçük ölçekli üreticiler açısından pirinç üretmek dahi çok büyük bir sorun. Özellikle de üretim için gerekli olan teknolojilere erişim güçlüğü yaşıyorlar. İhraç edilecek pirinci üretmek için gerekli olan kimyasal gübre ve böcek ilaçları ateş pahası. Hükümetse bu sorunu çiftçilerin gerekli malzemeleri satın almasını sağlayacak krediler vermekten ibaret bir yöntemle aşmaya çalıştı.
Türkiye’de 2004 yılında çıkan tohum yasası gereği, çiftçilerin tohumları üzerindeki hakları ellerinden alınmış durumda. Sizde de pirinç üzerinden benzer bir durum söz konusu mu?
Evet. Tohum şirketlerinin tohumlar üzerindeki hakları, bu şirketlerin üretimin topyekûn kontrolünü ellerinde tutmalarını sağlayan döngünün yalnızca bir ayağı. Bu şirketler, sadece kendilerinden tohum alan çiftçilerden pirinç alıyorlar. Yani tohumunuzu onlardan almazsanız, pirincinizi de satamıyorsunuz. Kâğıt üstünde kendi tohumunuzu kullanmanız hâlâ mümkün, fakat ondan ürettiğiniz pirinci satacak yer bulamadığınız için bu iş, fiiliyatta, yalnızca kendi tüketiminize yönelik bir üretimle sınırlı kalıyor. Kendi tohumunuzdan ürettiğiniz pirinci bu şirketlere satmaya kalkarsanız, ürününüzün kalitesinin düşük olduğunu iddia ediyorlar; zira, onların “kaliteli” tohumlarını kullanmamış oluyorsunuz.
Peki çiftçiler ve hükümet politikası arasındaki ilişki nasıl?
Bazen, pirinç tohumunda olduğu gibi, hükümet çiftçilere destek sağlıyor. Taylandlı çiftçilerin bir yıllık pirinç mahsulü için takriben 900 bin ton pirinç tohumuna ihtiyaç duydukları tahmin ediliyor. Hükümet bunun 50 bin tonunu tedarik ediyor. Gerisi özel şirketlerce sağlanıyor. Görüldüğü üzere, devletin katkısı son derece kısıtlı.
Tayland hükümeti işin başından beri genel olarak Dünya Ticaret Örgütü’nün ve serbest ticaretçilerin tarafını tuttu. Hükümet bir yandan çiftçi hareketini zayıflatmak için elinden geleni ardına koymazken, bir yandan da onlara bir anlamda suçlu yaftası yapıştırdı. Bugün çiftçiler birleşerek saflarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Fakat bunu ihracat bayrağı altında değil, kendine yetme saikiyle yapıyorlar.
Peki ya GD tohumlar?
Yasa uyarınca, GD ürünleri sadece belirli, tanımlanmış deneyler için belirli alanlarda kullanılabiliyor. Ancak gerçekte bu tohumlar bu deney alanlarının dışına taşmış durumda. Bunun bir sebebi yozlaşma: Hükümet, GD tohumları bunların GD olduğunu bilmeyen çiftçilere sattı. Böylece bu tohumlar birçok alana ekildi ya da farklı yollarla el değiştirdiler. Dolayısıyla, pek çok yerde belirli bir kirlenme var.
Köylüler GD tohumlara alternatif olarak kendi tohumlarına sertifika alabiliyorlar mı?
Tayland Alternatif Tarım Ağı bunu gerçekleştirmek için köylüleri bir araya getiriyor. Özellikle pirinç tohumu üzerinde yoğunlaşıyorlar.
Türkiye’deki çiftçilere vereceğiniz bir mesaj var mı?
Çokuluslu şirketlere direnmek, küresel ölçekte gerçekleştirilmesi gereken bir şey. Çünkü küreselleşme tüm ülkelerin derdi. Mesela biz bu şirketleri Tayland’dan kovalamayı başarsak bile, dünya üzerinde başka yerleri etkilemeyi devam edecekler. Bu nedenle, herkesin bir araya gelip küresel ölçekte direnmesi çok önemli.
* express dergisinin Mart 2007 tarihli sayısından alınmıştır.