Haber : Abdullah Aysu-Via Campesina Avrupa Koordinasyonu’nun (ECVC) 2011 yılı Genel Kurul’u, 15-17 şubat tarihleri arasında Belçika’nın Louvain-la-Neuve şehrinde toplandı. Avrupa’nın farklı ülkelerinden 18 çiftçi örgütünün katılımıyla gerçekleşti.
Toplantının başında gerçekleştirilen yuvarlak masaya Türkiye’den delege olarak Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Abdullah Aysu, katılımcı ve çevirmen olarak Tohum izi Derneği’nden Ekin Kurtiç ve Aslı Öcal kendilerini tanıtarak katıldılar. Tanışma faslının ardından Abdullah Aysu, Türkiye tarımında yaşanan güncel sorunlar ve mücadeleler hakkında sunum yaptı. Konuşma metnini aşağıda yayınlıyoruz:
“Havaya, suya, toprağa, tohuma ve yaşama sahip çıkan; ağacın,
böceğin, çiçeğin… vicdanı olmaya çalışan çiftçiler merhaba.”
Bugüne kadar çiftçi örgütlerinin odak noktası ağırlıklı olarak tarımdaki kapitalist dönüşümün küçük çiftçileri yok etmesine karşı verilen mücadeleler olmuştur. Ancak bugün, bu ana eksenden kaymadan, genelde tüm dünyadaki, özelde ise Türkiye gibi “gelişmekte olan” ülkelerin küçük çiftçilerini gitgide artan biçimde derinden etkilemeye başlayan bir başka kuşatma alanına dikkat çekmek istiyoruz. Bu alan doğal varlıkların kapitalist kaygılarla metalaştırılması neticesinde yaratılan bir kuşatmadır.
Bugün sizlere Türkiye örneğinden yola çıkarak 4’lü bir kuşatma mekanizmasını anlatacağız. Bunlar suyu metalaştırıp ona entegre olmuş yaşamdan koparmayı hedefleyen Hidro Elektrik Santraller (HES’ler); ikincisi yine enerji bahanesiyle uygulanan termik santral projeleri; üçüncüsü dünyanın en yenilenemez doğal varlık tüketimi olan madencilik faaliyetlerinin gitgide genişletilmesi ve son olarak da bu aktiviteleri meşrulaştırıcı çerçeveyi çizmeye yönelik olarak hazırlanan Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısıdır.
Birkaç yıldan bu yana Türkiye kırsalı yeni ve köklü değişimlere sahne oluyor. Kırsaldaki değişimlerden birinin adı; HES! Gerek Türkiye toprakları gerekse Türkiye’deki küçük çiftçiler, 21 tane nehir siteminin etrafında oluşan ekolojik yapıya bağlıdırlar. HES’ler gerçekleşirse bütün bu nehir sistemleri kaynaktan ucuna kadar borular içerisine alınarak yarattıkları ekosistemden izole edileceklerdir.
HES’lerin bahanesi ise enerji! HES bahane diyoruz. Çünkü, Türkiye’de kurulacak olan 2700’e yakın HES’in sağlayacağı enerji Türkiye’de üretilen toplam enerjinin yüzde 3’ü bile değil. Sadece enerji nakil hatlarındaki kaçağın engellenmesi toplam enerjiyi yüzde 16 arttırabilecekken bu konuda çaba gösterilmiyor. Devlete ait barajlar tam kapasite çalıştırılsa toplam enerji yüzde 20 civarında artacak. Çalıştırılmıyor. Yüzde 50 kapasiteyle çalıştırılıyor. Bütün bu aksaklıklar giderilmeden 2700 adet HES’in kurulması için ruhsat veriliyor. Neden?
Çünkü
1. HES’lerden üretilecek enerji 25-30 yıllığına devlet alım garantili. Yani HES yapımcısı şirketler imtiyazlı şirketler oluyor.
2. HES yapımcısı şirketlere sular 49 yıllığına veriliyor. Suyu satma hakkı tanınıyor.
3. HES’ler temiz enerji grubunda sayılıyor. Dolayısıyla HES yapma ruhsatına sahip olan şirketler kirleticilere temiz hava kotası satabilecek.
4. HES yapımcısı şirketin istemesi halinde çevresindeki tarım arazilerini devlet onlar için istimlak edebilecek. Diğer maddeler de önemli ama en çok da bu madde önemli. Bu maddeyi açmakta yarar var.
Türkiye’de tarla satın almak o kadar kolay bir iş değil. Her tarlanın sayısız mirasçısı var. Hele yan yana tarla almak ve büyük ölçekli tarlalara sahip olmak mümkün değildir. Ancak HES için ruhsat alan şirketler için devlet toprakları istimlak edip şirketlere devredebiliyor. şirketlerin istimlak yoluyla ele geçireceği binlerce hektar verimli topraklarda tarımsal üretim yapabilecekler. Suyun ve toprağın sahibi kılınan şirketler gıdanın da sahibi olacak. Toprakları ellerinden alınmış çiftçiler kente göç etmek zorunda kalacak. Tarım şirketleşecek! işte bu nedenle HES’ler için verilen her ruhsat çiftçilere yazılmış birer ölüm fermanı! Aynı zamanda doğaya da yazılmış bir ölüm fermanı!
Bilindiği gibi bu güne değin suya göre yerleşti insanoğlu. Ona göre konumlandı tüm canlılar. Suyun yanında yeşeren yüksek otları yiyerek büyüdü büyük baş hayvanlar. Semirdi et bağladı. Sağıldı süt verdi. Sütten yoğurt, yağ, peynir yapıldı, geldi sofralarımıza. Katık oldu ekmeğimize.
Yüksek yerlerde yetişen küçük otları yiyerek yaşar keçiler, koyunlar ve yaban hayat. Onların doğaya saldığı gübreler yeşertir otları, otlar tutar toprağı, böylece kapılmaz sele, rüzgâra toprak.
ışte bu “yaşam iksiri” olan akarsuların üzerine şimdi Hidro Elektrik Santraller (HES) yapılıyor… Hem de hiçbir dere, çay ve nehri atlamadan mikro HES’lerle birlikte tamı tamına 2700 adet HES inşa edilecek.
Her HES suya vurulan bir kelepçe aslında. Bir şirket alacak suyu boruların veya tünellerin içine, belli kota çıkaracak sonra yukarılardan aşağıya bırakacak, elektrik elde edecek. Sonra salacak; “azad edecek” suyu. Suyun azad edildiği yerden bu kez bir başka şirket suyu, boruların veya tünellerin içine hapsedecek. Böyle şirketten şirkete geçecek, su…
şirketlerin HES’lerle suya vuracakları kelepçeler nedeniyle su, toprak ve canlılarla buluşamayacak. Peki su, toprak ve canlılar ile buluşamazsa ne olur/ne olacak?
Önce yavaş yavaş kuşlar kaybolacak, ardından sazlıklar ölecek sonra da iklim sertleşecek. Tarlalar çoraklaşacak, hayvanlar suya kolayca erişemeyecek. Göller kuruyacak, su giderek daha derine kaçacak. Yaban hayat yok olacak. Yaban hayatın ürün verimliliğinde sağladığı artış düşecek. Verimliliğin azalmasıyla açlık ve kıtlık baş gösterecek. Yaşamı suya bağlı milyarlarca canlı ölüm kalım savaşı verecek…
Kırsaldaki ikinci değişimin adı: Termik Santrallerdir.
Türkiye’de 60 adet termik santral kurma girişimi vardır. Termik santrallerin hepsi de verimli ovalarda kurulmaktadır. Bunların bir kısmı kurulmuş, 47’si için ruhsat verilmiş, kalanı ise ruhsat alma aşamasında. Bilindiği üzere termik santraller kömür yakmaktadır. Kömür yandıktan sonra gözle görülebilen zehirli, SO2-kükürt dioksit ve NOx-azot oksit gazlar çıkarmaktadır. Bu gazlar rüzgârın etkisiyle geniş alanlara dağılmakta/yayılmakta sülfürik asit (H2SO4) olarak yağmurla birlikte toprağa düşmektedir.
Dünyadaki en gelişmiş termik santrallerde dahi, bu zehirli gazları tutacak bir sistem bulunmamaktadır. Elektro statik filtreler sadece kömür tozlarını tutabilmektedir. Dolayısıyla bu zehirli gazlar rüzgârla ya da yağmurla toprağa, bitkilere, suya zarar vermektedir. Kanserojen yüklü bu zehirler insan sağlığını tehdit etmektedir. Yani termik santrallerin kurulu olduğu bölgede sağlıklı insan, hayvan ve bitki örtüsünden bahsetmek hayaldir.
Örnek: Bugün Sugözü Termik Santralinin yanı başındaki Sugözü köyünde sakat kuzular doğmakta, küçük ve büyükbaş hayvanlar düşük yapmakta, ölü yavru doğumları vakaları yaşanmaktadır. Termik santral gazlarının üzerinden geçtiği Gölovası köyünde neredeyse her evde bir kanser vakası vardır.
Kırsaldaki üçüncü değişimin adı: Maden talanı
Maden şirketleri, maden arama amaçlı Türkiye yüzölçümünün yüzde 54’ü oranındaki alanla ilgili ruhsat almış durumdadır. Siyanürle altın aramadan tutun zeytinlik alanların altında maden arama dahil. Maden çıkarma yöntemlerindeki hoyratlık tarımsal alanlarla birlikte, diğer toprakları ve suları kullanılamaz hale getirmektedir.
Kırsal alandaki dördüncü değişimin adı: Hazırlanan Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısıdır.
1. Tüm tabiat kararları (Tabiat Sit kararları, Milli Parklar, Tabiat Parkları, Doğal alanların korunması ve bu alanların kullanıma açılması) Çevre ve Orman Bakanlığının yetkisine verilmektedir
2. Özerk olan kültür ve tabiat koruma kurullarından tabiat kararları alınmakta, tabiat konusundaki kararlar bakanlığa bağlı kurullara devredilmektedir.
3. Yasa tasarısı yürürlüğe girdiği andan itibaren o tarihe kadar alınmış tüm koruma alanları hakkındaki kararlar yeniden düzenlenecektir.
4. Korunan alanlarda Su Kullanma Hakkı Sözleşmesi imzalamış ve /veya HES için ruhsat almış tüm şirketlerin faaliyetleri yasallaşacak ve koruma altındaki vadilerde HES inşaatları hız kazanacaktır.
5. Taslak tüm biyoçeşitliliğin ve doğal alanların koruma- kullanma dengesine göre sürdürülebilirliğini kapsamaktadır. Böylece sadece doğal alanlar değil biyoçeşitlilik de kullanma ilkesi nedeniyle ticarileştirilecektir. şirketlere devredilecektir.
ÇıFTÇı-SEN olarak bazı bölgelerde HES’lere karşı düzenlediğimiz eğitim, eğitici eğitimi ve bilgilendirme toplantılar ve 17 Nisan Dünya Çiftçi Günü’nde “çayına suyuna sahip çık” temalı yaptığımız miting başarılı olmuştur.
şu an HES’lerle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Su mücadelesi köylüler ve kentliler tarafından sularına sahip çıkma mücadelesine evrilmiş durumdadır. Hemen her bölgede suyunu koruma platformları formatında yerellerde örgütlenmelerin oluşturulmasına köylülerin sahiplenmesiyle başlamıştır. Bu örgütlenmeler kentlerden hukuksal, bilgi, kamuoyu oluşturma ve benzeri lojistik destekler de bulmuştur. şu an köy-kent ortak mücadelesi formatında kendine alan açmaya çalışmaktadır. HES’e karşı mücadele, kırsalda kurulmaya çalışan termik santraller, oto yol yapımları, maden çıkarma ve son çıkarılmaya çalışılan Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nda karşı mücadelede ortak davranılmıştır. Ancak bu ortak mücadele refleksi henüz çok yeni ve gereken güçte değil, zayıftır.”
2001 yılı içerisinde TBMM ve Hükümet nezdinde çeşitli girişimlerimiz olacaktır. Tarımın ve doğanın tahribine yönelik olarak çıkacak yasalara ve hükümet uygulamalarına karşı çeşitli ittifaklarımızla kampanyalar düzenlenecektir. Her aşamasında sizlerle bilgi paylaşımında bulunacağız. Bu kampanyalar esnasında sizlerin de örgütlerinizle TBMM’ne, Hükümetimize mektuplar göndererek bizlere destek vermenizi bekliyoruz.
Son söz: ÇıFTÇı-SEN, olarak köylü haklarını savunmaya devam edeceğiz. Köylü haklarıyla birlikte yaşamı da tüm kesimlerle birlikte savunacağız. Bu mücadelemizde Via Campesina Europa bağlı örgütlerin omzunu omzumuzun yanında görmek bize güç katacaktır.
Gezegenimi rahat bırak! Yoksa yakar seni o gezegen!
ECVC’ye yeni katılımlar oldu
Toplantının birinci günü, Via Campesina Avrupa Koordinasyonu’nun bugüne kadar gerçekleştirdiği aktiviteler ve çalışma gruplarının raporları sunuldu. Daha sonra iç yönetimi belirleyen tüzük tartışıldı ve oy birliğiyle kabul edildi. Ayrıca Via Campesina Avrupa Koordinasyonu’nuna adaylıklarını sunan Romanya’dan ve Finlandiya’dan çiftçi örgütlerinin üyelikleri oylamaya sunuldu ve her iki örgüt de oy birliğiyle kabul edildi. Bugüne kadar varlığını COAG içerisinde devam ettirmiş olan Bask Ülkesi’nden EHNE örgütü de COAG’dan ayrıldığını duyurarak, Via Campesina Avrupa Koordinasyonu’na aynı anda adaylık başvurusunu yaptı ve COAG’ın da olumlu oyuyla kabul edildi.
Koordinasyon komitesindeki eksik üyeler için seçim yağıldı
Genel Kurul’un ikinci günü ECVC Koordinasyon Komitesi’nin seçimi gerçekleşti. Norveç, ısviçre, ıtalya, Hollanda’dan birer aday ve İspanya’dan biri kadın diğeri erkek olmak üzere iki adayın başvurduğu komite seçimi gizli oylama ile yapıldı ve Hollanda dışındaki örgütlerden adaylar Komite’ye girmeye hak kazandı. Daha sonra 2012 Genel Kurulu ve 2011 Nyeleni Gıda Egemenliği Avrupa süreci hakkında tartışmalar ve görüşler sunuldu. 17-18 Nisan’da Brüksel’de gerçekleştirilecek Nyeleni buluşması hakkında bilgiler verildi. Nyeleni buluşması tohum temalı bir buluşma. Via Campesina’nın her yıl düzenlediği, temalı 17 Nisan Dünya Çiftçi Günü etkinlikleri dahilinde gerçekleştirilecek. Afrika Nyeleni ile buluşulacak. Buluşma, tohumun şirketlere ait olması değil, halkların olması, tohumun patentlenmesi değil, herkese özgür tohum ve biyoçeşitliliği koruma amaçlı olacak. Ayrıca Via Campesina’nın genel politikalarının ve prensiplerinin kısa özeti komite tarafından sunuldu. Öğleden sonra toplantı atölye çalışmaları ile devam etti. Sabah programında bir atölye kadın ve genç köylüler ve tarım işçileri hakları üzerine yapılırken diğer atölye Ortak Tarım Politikası ile ilgili gerçekleşti. ikinci günün toplantı kapanışına, Via Campesina Avrupa Koordinasyonu’nun ittifak içerisinde olduğu Friends of Earth ve Sürdürülebilir Kalkınma Evi örgütleriyle tanışma toplantısı yapıldı.
Türkiye’den Çiftçi-SEN kadın, genç köylüler ve tarım işçileri hakları atölyesinde katılımcı olarak bulundu. Aşağıdaki görüşler ve paylaşımlarla atölyeye katkıda bulundu.
“Onlarca yıl öncesinde başlayan yanlış ve güdümlü tarım politikaları Türkiyeli çiftçileri üretimden kopardı. Köy nüfusunun çoğunluğunu şu an yaşlı insanlar oluşturmaktadır. Gençler çiftçiliği umut olarak, geçim kaynağı olarak göremiyor. Bu nedenle köyleri terk ediyorlar. Kente göçüyorlar. Bu gidişat iyi değil. Gençleri çiftçilikte tutabilmek iyice zorlaştı. Gençlerin toprakları terk etmesiyle meydan şirketlere kalmaktadır. Gençlerle çalışma yapmakta zorlanıyoruz. Beraber olmak için yollar arıyoruz.
Kadınlar bizde yasal olarak miras yoluyla toprağa sahip olabiliyor. Ancak kültürel olarak ya kardeşlerinden payına düşen hisseyi almıyor ya da payını alıyor ancak toprağın tapusunu kocasının üstüne yapıyor. Kooperatife üyelikte toprak sahipliği, kredi kullanımında ise mülkiyetin ipotek gösterilmesi zorunluluğu köylü kadınların kooperatiflere kolayca üye olmasını engelliyor. Krediye erişemiyor.
Köylerde sosyal yaşam alanlarının erkekler ve kadınlar için farklı olması da kamu tarafından verilen bilginin (teknik bilgi) erkeklerin bulunduğu alanlarda paylaşılmasına ve bu nedenle köylü kadınların bu bilgiye erişmesini engellemektedir. Tarım alanında bilgi paylaşımı ve uygulamalar çoğunlukla kadınlar tarafından yürütülüyorken, tarıma ilişkin kamu yönetim mevzuatına dair bilgi ile teknik bilgiye tek başına erkekler sahip oluyor. Bu durum kadınlar için hak kaybı olduğu kadar tarımda bilgi bütünlüğünün de parçalanmasına yol açıyor.
Mevsimlik işçi konusuna gelince Türkiye’de iki türlü mevsimlik işçi var. Bir Gürcistan ve Azerbaycan’dan çalışmaya gelenler var bir de Güneydoğu Anadolu bölgesinden gelen Kürt mevsimlik işçiler var. Gürcistan ve Azerbaycan’dan gelen mevsimlik işçiler yoksulluktan göçmekteler. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi´nden gelen Kürt mevsimlik işçilerin göçü ise bölgede yaşanan çatışma ortamı nedeniyle çiftçilik mesleklerini yürütememenin yanı sıra uygulanan yanlış tarım politikalarından kaynaklanmaktadır.
Tabii ki mevsimlik işçilerin durumunu belirtmememe gerek yok. Kötü koşullarda yaşıyorlar. Sosyal güvenceleri yok. Ücretleri çok düşük. Çocukların eğitime erişmesi neredeyse yok denecek düzeyde. Kadınlar hem çalışıp hem aileye bakmak durumunda kaldığı için çifte bir sömürüye tabii tutuluyor. Çatışmanın durması ve barışın gelmesi için Avrupa Via Campesina Koordinasyonun da yapabileceği çok şey var ve olmalı diye düşünüyorum.”
Genel Kurul’un son günü ise biri tohum ve biyoçeşitlilik, diğeri tarımsal ürünler ve üretim (süt, şarap, sebze gibi) hakkında olmak üzere iki farklı atölye çalışmasıyla başladı. Çiftçi-SEN’in katıldığı tohum ve biyoçeşitlilik atölyesinde genel olarak GDO ve tohumlar hakkında her ülkedeki farklı ve benzer deneyimler paylaşıldı. Çiftçi-SEN ise Türkiye’deki güncel durum, yasal mevzuatlar ve mücadeleler ile ilgili aşağıdaki iki sunumu gerçekleştirdi:
I.Sunum
“BİYOÇEŞİTLİLİK, TAHRİBAT VE MÜCADELE…
“Yeni Dünya Düzeni” adı altında uygulamaya sokulan serbest pazar ekonomisi (neo liberal politikalar) gezegenimizin ekosisteminde onarılmaz yaralar açıyor. Türkiye, dünyadaki yara alan ülkelerin ilk sıralarında yer alıyor.
Türkiye göç yolları üzerinde. Kısa aralıklarda değişik iklim koşullarına sahip. Bu nedenle çok sayıda bitki türünün yaşamasına olanak sunuyor.
Türkiye’de yaşayan bizler; ovalarımızı, vadilerimizi, nehirlerimizi, bozkırlarımızı, dağlarımızı, ormanlarımızı, göllerimizi, yaylalarımızı 132 memeli, 10 bin bitki, 125 sürüngen ve çift yaşamlı, 364 kelebek ve 405 balık türüyle paylaşıyoruz.
Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı 10 bin bitki türünün üçte biri endemik. Anadolu, birçok bitki ve hayvan türünün binlerce yıl öncesine giden tarihiyle gen merkezi. Badem, kayısı, buğday, nohut, mercimek, incir, lâle, çiğdemin anavatanı Anadolu toprakları. Ayrıca önemli kuş göç yollarına sahip. Dünyadaki 9 bin kuş türünden 456’sına ev sahipliği yapıyoruz.
Ancak doğamız tehdit altında
Türkiye ormanları tehdit altında. Yüzölçümümüzün dörtte biri ormanla kaplı. Ancak son 50 yıl içinde ormanlarımız yarı yarıya azaldı. Doğu Karadeniz ormanlarının yüzde 88’i zarar gördü.
Son 40 yıl içinde sulak alanların yarısını kaybettik. Batı Karadeniz’in kıyı kumullarındaki her sekiz bitkiden biri, neslinin tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıya.
Türkiye çok sayıda bitki türünün tehlikede olduğu 10 ülke arasında dördüncü sırada. Balık stoklarımız azalıyor. Tehdit altında bulunan ve korunması gereken 39 deniz canlısı var. Konutlar tahribat yaratacak şekilde yayılıyor. Turistik tesisler, otoyollar, kum çıkarma gibi faaliyetler kıyılarımızı geri dönülemez şekilde bozulma sürecine sokuyor. Evsel ve sanayi kaynaklı atıklar, kaçak kum alımları, madencilik ve termik santraller akarsularımızı ve topraklarımızı kirletiyor.
Biyoçeşitliliğe, sulara ve topraklara şirketler sahip kılınıyor
Ülkemizin can damarı olan akar suların üzerine sayıları 2700’ü bulan mikro Hidro Elektrik Santraller (HES) yapılıyor. Yapılan HES’lerle toprak ile suyun, su ile yaban hayatın bağı koparılıyor. Çiftçilerin elindeki topraklar, hükümetin HES şirketleri yararına yaptığı istimlâk yöntemiyle şirketlerin elinde toplanacak. HES’e karşı mücadeleler krimanilize ediliyor. HES’lere karşı kazanılan mahkeme kararları uygulanmıyor. SıT alanlarıyla endemik türlerin bulunduğu alanlarda HES’ler kurabilmek için Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı hazırlandı. TBMM’de bekliyor. Ona karşı mücadele sürüyor.
Çünkü Tasarı biyoçeşitliliği koruma altına almıyor, aksine, şirketlerin yıkıcı projelerini SıT alanlarında ve endemik çeşitlerin yaşam alanlarında da uygulanmasının yolunu açıyor.
Bu yasaya tasarısına göre;
* İdarenin yetkisindeki bu alanlarda küçük çiftçilerin, yani geçimlik bitkisel üretim ve hayvancılık yapanların söz hakkı yok.
* Anadolu’nun her köşesindeki doğal varlıklar (biyoçeşitlilik) şirketlerin kullanımına açılıyor. Bir başka deyişle bu yasa şirketlerin biyoçeşitliliği, dereleri, gölleri, yer altı sularını, ormanları, meraları, yeraltı katmanlarını (madenleri) sınırsızca kullanmalarının önünü açmak için hazırlanmıştır.
Bu yasa ile ilgili AB ilerleme Raporu’nun görüşü de şöyledir:
“Doğa koruması konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. TBMM’ye sevk edilen ve Türk Natura 2000 ağına faydalı katkılar sağlayabilecek birçok alanın mevcut koruma düzeyinin kaldırılmasına neden olacak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı endişelere neden olmuştur. Ulusal biyo-çeşitlilik stratejisi ve eylem planı ile kuşlar ve habitatlara ilişkin uygulama mevzuatı henüz kabul edilmemiştir. Ülkenin doğusundaki yeni su ve enerji altyapısı inşasının, potansiyel olarak korunan flora ve fauna türleri üzerindeki olumsuz etkileri konusunda artan endişeler bulunmaktadır. Potansiyel Natura 2000 alanlarının listesi henüz derlenmemiştir. Sulak alanların korunmasına ilişkin yönetmelikte yapılan değişiklik, Sulak Alanların Uluslararası Önemi Sözleşmesi kapsamında korunan sulak
alanların korunma durumunu zayıflatmıştır. Doğa korumasına ilişkin sorumluluk çeşitli yetkili kurumlar arasında açık bir şekilde paylaştırılmamıştır.” Görüldüğü üzere AB’nin de görüşü negatiftir.
Türkiye’nin Biyoçeşitlilik bakımından zenginliği, şirketlerin doğal varlıklar üzerinden sermaye birikimine yönelmesi, kırsal alanı çatışma alanı haline getirmiştir. Osmanlı’dan bu yana köyler ilk kez resmi devlete karşı ciddi bir duruş sergilemekte. Kentteki doğa severler, köylerle aile bağı sürenler ve dünya görüşlerinin bir gereği olarak bu tür meselelere kayıtsız kalmayan solcular konuya hassasiyetle yaklaşmakta ve böylelikle de köylüler kentlilerden az da olsa destek görebilmektedirler. Bu iklim içinde ortak bir mücadelenin olanakları sınırlı ölçüde olmakla birlikte her geçen gün çoğalmaktadır. Türkiye kırsalında yeni bir mücadele alanı açılmış ve açılan bu alanda köylüler ile kentlilerin sermaye karşıtı, doğa yanlısı yaşamı savunma amaçlı ortak mücadelesi başlamış durumdadır.
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu olarak bu konuda beklediğimiz Via Campesina Europa ile de mücadeleyi ortaklaştırmaktır.”
II. Sunum:
“TOHUMLAR, ŞİRKETLER, KÜÇÜK ÇİFTÇİLER
Bilindiği üzere tohum, bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır.
Tarım, tohumun ürün almak amaçlı kullanımıyla başlamıştır. Tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye ve böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Ayrıca çiftçi kendi ürettiği ürününden tohumunu ayırabilendir. Bu nedenle biz üretici köylüler ve tüketiciler için tohum, yaşamla eş anlamlıdır. Bilindiği üzere şirketlerin en büyük hayali de, çiftçiyi/köylüyü kendine bağımlı kılmak ve gıdaya egemen olmak için tohumu ele geçirmektir.
Türkiye’de hükümet, IMF-Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin isteğiyle şirketlerin yararına bir Tohumculuk Yasası Taslağı hazırladı. Yasa taslağı hazırlandığı andan itibaren biz çiftçilerin örgütü Çiftçi-SEN, kamu çalışanı memurların konfederasyonu-KESK, mimar ve mühendislerinin birliği TMMOB, bir çok örgütten oluşan GDO’ya Hayır Platformu ortak bir çalışma yürüttük.
Yetmişe yakın örgütle oluşturulmuş olan GDO’ya Hayır Platformu ile çeşitli bölgelerde kentlerde etkinliklerde Mısır balonu dolaştırıldı. Kampanyalar düzenlendi. imzalar toplanıp TBMM’ne götürüldü. Etkin bir kamuoyu oluşturuldu.
Yirminin üzerinde ülkenin çiftçi örgütlerinden TBMM’ne tepki mektupları örgütlendi. Kitlesel basın açıklamaları yapıldı. Çiftçi-SEN TBMM bahçesine protesto amaçlı tohum ekme eylemleri gerçekleştirdi. Ancak bu çabalar tasarının yasaya dönüşmesini engellemeye yetmedi. Tohum şirketlerinin çıkarına olan Tohumculuk Kanunu çıkarıldı. Peki çıkarılan yasa ne getiriyordu?
Çıkarılan Kanunla;
? Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verildi. Çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirildi. Sadece tohumun kendi aralarında parasız değiş tokuşuna izin verildi.
? Devlet-kamu tohum üretim alanının dışına çıkarıldı. Kamu, tohumun sertifikalandırma, ticaret ve denetimini şirketlere bıraktı.
? şirketlerle çiftçiler arasında çıkacak olan anlaşmazlıklarda da devleti/kamuyu değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği’ni yetkili kıldı.
Kısacası Yasa; çiftçilerin tohum ihtiyaçlarını sağlamaları için tek adres olarak tohum şirketlerini gösteriyor, çiftçileri ihtiyaçları olan tohumu, şirketlerden karşılamaya mecbur bırakıyordu.
Tohumculuk Kanunu TBMM’de kabul edildi. Ancak mücadeleye devam edildi.
Çiftçi-SEN, GDO’ya Hayır Platformu, Ziraat Mühendisleri Odası’nın ortak çalışmalarıyla hazırlanan bir dosya ile Ana Muhalefet Partisi’ne başvuruldu. Yasanın iptal edilmesi için Anayasa mahkemesine başvurulması talep edildi. Ana Muhalefet Partisi, Kanunun; Tohumculuk Üretimi, Tohumculuk Sertifikasyonu, Tohumculuk Ticareti, Piyasa Denetimi ve Yetki Devri maddelerinin iptali için Anayasa mahkemesine başvurdu. Anayasa Mahkemesi Çiftçi-SEN’den sözlü görüş talebinde bulundu. Çiftçi-SEN yasanın iptali doğrultusunda Anayasa Mahkemesi’nde sözlü görüş belirtti.
Anayasa mahkemesi Tohumculuk Kanunu’nun sadece bir maddesini, Tohumcular Birliği’ne denetim konusunda yetki devri yapılması ile ilgili maddeyi iptal etti; itiraz ettiğimiz diğer maddelerini kabul etti.
Yasa, şirketler lehine geçti ancak çiftçilerin meşruiyet çerçevesindeki mücadelesi devam ediyor. Sendikamız bünyesindeki bir kısım örgütlü çiftçi, kendi topraklarında yerel tohum ile üretim yapmakta, tohum ağlarını oluşturmak için çalışma başlatmış durumdadır.
Bu konuda Via Campesina Europa bünyesinde bir organizasyonun oluşturulması, oluşturulacak organizasyonla bilgi paylaşımı, bilgi desteğinin yanında ortak bir mücadelenin örülmesini bekliyoruz. “
Bütün atölye çalışmalarında konuşulan başlıklar, önemli görüş ve kararların katılımcılara sunulmasının ve sonuç bölümünün ardından Genel Kurul sona erdi. Sonuç bildirgeleri tarafımıza ulaştığında sizlerle paylaşacağız.