Köylülerin siyasi kitle hareketlerinin taşıyıcısı olarak güvenilir, hedefe odaklı ve değişime hevesli bir kesim olmadığı düşüncesi, sol eğilimli hareketlerde yaygındır. Yine de, ülkemizde muhalif insanlar, bir çeşit “kara toprak nostaljisi” ile, Anadolu halk hareketlerini yad etmeyi, “Şeyh Bedrettin’lerin çocukları” olduklarını hatırlamayı sever. Hatta aslında öncü güçleri arasında eski tımarlarını yitiren sipahiler ve merkeze karşı güçlerini sınamaktan çekinmeyecek kadar erk sahibi ayan da bulunan Celali İsyanlarını, bir nevi küçük köylü ayaklanması gibi görmek isteyen solcularımız da, yok değildir. Oysa, Taner Timur’un belirttiği gibi, 16. Yüzyılın sonlarından, 17. Yüzyılın başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun derinden sarsan ve merkezin sırtını yasladığı küçük köylüye kuvvetle yabancılaşması gibi ciddi bir soruna yol açan Celali İsyanları’nın omurgasını oluşturan iki zümre vardı ki, bunlar(1):
Birinci grup, merkezden bağımsız olarak Anadolu’da çiftlik ve malikaneler kurma kavgası veren yönetici zümre mensupları (ehl-i örf) idiler. Bunlar yeniçeri ve sipahilerden, sancak ve eyalet beylerine kadar uzanan heterojen bir kategori oluşturuyorlardı. Topraklarını kaybeden köylüler ve tımarları ellerinden alınan sipahiler ikinci grubu oluşturmaktaydı…
Şüphesiz, daha 15. Yüzyıldaki Musa Çelebi ayaklanmasından beri, sırtını yoksul ya da mülksüzleştirilmiş köylü kitlelerine de yaslayan, kurulan ittifakların yapısı gereği “köylü isyanı” niteliği taşıyan ayaklanmalar Anadolu’da çok sayıdadır ve örn. Yetkin, bunları 11. Yüzyılda Büyük Selçuklu Sultanı Sancar’a karşı ayaklanan, göçebe Oğuz boylarına kadar götürmekte, Oğuzların aslında yerleşik ve kentli İran bürokrasisine karşı, üst düzey din adamları ve devlet bürokrasisine karşı, yani sadece ırk-boy değil, ciddi bir sınıf bilinciyle hareket eden bir göçebe kuvvet olduğunu öne sürmüştür(2) .
Sadece Anadolu’da değil, Avrupa’da da, özellikle kentleşme ve para ekonomisinin ivme kazandığı 16. Yüzyıldan itibaren, köylülerin de isyan eden ittifakların önemli bir bileşeni olduğu, isyancıların talepleri arasında, pek çok örnekte, toplumsal adalet, toprağın ortak kullanımı, imtiyazlı kesimlerin çeşitli ayrıcalıklarının kaldırılması gibi noktaların vurgulandığını gözlemleyebiliriz. Bunlara örnek olarak, Luther’in İncili Almanca’ya çevirmesini takiben patlak veren ve neredeyse 150 yıl dinmeyen, en önemlisine Thomas Münzer’in liderlik ettiği Alman Köylü Ayaklanmalarını verebiliriz. Münzer, Katolik Kilisesi’nin ve prenslerin imtiyazlarına karşı çıkarken, “Tanrı’nın Krallığı” kavramından, tüm iş ve mülkiyetin ortak paylaşıldığı, Tanrı’nın adaletine ve kulları arasında eşitliğe itaat etmeyen tüm otoritelerin alaşağı edildiği, toplumu oluşturanlara karşı dönen bir devlet gücünün bulunmadığı bir ülke anlıyordu. Aşağı Ren- Mainz bölgesi ve Baden’a kadar ulaşan bölgede kuvvetli olan, “Bağcıklı Ayakkabı” Kardeşliği, gizli işaretleri, özel diliyle, köyden köye istihbarat taşıyan dilenci, hırsız ve gezgin zanaatkarların iletişimini sağladığı, güçlü bir örgütlenmeydi ve temel talepleri şunlardı: Prens, asiller ve ruhbanlara hiçbir vergi, ücret, kira ödenmeyecek, serflik kaldırılacak, kilise ve manastır arazileri ortak mülkiyete geçirilerek, küçük köylüler arasında paylaştırılacak ve İmparator dışında, hiçbir dünyevi ya da ruhani otorite tanınmayacak.
Anadolu’da da, dini, ekonomik ve ırk-boy-soy kökenine dayalı köylü isyanları Cumhuriyet dönemlerine kadar eksik olmamış, bunlar hem Osmanlı, hem Cumhuriyet devletleri tarafından en acımasız ve zalim yöntemlerle bastırılmıştır. Örneğin, binlerce insanın katledildiği, çocukların ailelerinden koparılarak, yaşamlarının karartıldığı, köylerin yaşanılmaz, toprakların işlenmez, kutsal ziyaretlerin girilmez hale getirildiği 1938 Dersim Katliamı, on yıl öncesine kadar Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde süre giden iç savaş, aslında küçük köylünün aktif katıldığı ve yaşam biçimine, kültürüne karşı tehditlere cevap verdiği, bunun için bilinçli şekilde kendi varlığını ve kimliğinin sınırlarını tanımladığı örnekler olarak değerlendirilebilir.
Küçük köylünün topraklarını kaybederek, toprakların büyük toprak sahiplerinin tekeline geçmesi, göçebe ya da aşiret yapısı içinde yaşayan bir halkın zorla yerleşik hayata geçirilmesi ya da yaşam alanlarından sürülmesi , veya farklı bir üretim biçiminin, örneğin mono kültür temelli sinai tarımın belli bir bölgede başlatılmak istenmesi ve belki yerli halkın yeni üretim tarzının başlatılabilmesi için topraklardan sürülmesi gerekliliği, köylünün isyan etmesine yol açan tehditler olarak belirebilmektedir. Bunların dışında veya bunlarla beraber değişimin bir kültürel-siyasi tezahürü olarak, farklı bir dini ya da ırk kökenli bağa sahip egemenlerin, kendi kimliklerini yerel köylü nüfusa dayatması durumu da, isyanların tetikleyicisi olarak sıklıkla gözlemlenmektedir.
Anadolu topraklarında köylü isyanlarının, şimdiye dek, her zaman bir dini ya da ırk-boy-soy temelli aidiyet etrafında örgütlendiğini gözlemlemek mümkündür. Nasıl Alevi-Bektaşi kimliği Şeyh Bedrettin’den, Şah Kulu, Baba Zünnun ve Kalender Çelebi ayaklanmalarına ve Sünni kimliği 31 Mart olaylarına (ki Derviş Vahdeti etrafında toplanan kesimler arasında yoğun bir taşralı esnaf-köylü nüfus vardı) damgasını vurduysa, Osmanlı’dan günümüze süre giden Kürt hareketlerinde kitleyi oluşturan Kürt köylüleri de, esas olarak kimlik temelli bir ayırımcılık politikasına karşı isyan etmişti. İşte, günümüzde yeşermeye başlayan yerel su mücadeleleri, onun öncülü olan altın madenciliğine karşı köylü direnişleri ve termik-nükleer santrallerin yapımına karşı köy hareketleri, burada çok farklı bir noktadan yola çıkarak, yeni bir isyan dinamiğine ve farklı bir köylü-toprak ilişkisine işaret etmektedir.
Henüz ülkemizde, köylüler bölgelerindeki su kaynaklarını kiralayarak, topraklarından çıkan suları satan su şirketlerine karşı ciddi bir yerel hareket oluşturmamaktadır. Burada, içinde hareket etmeye alıştıkları ekonomi politiğin varsayımlarını sorgulamıyor olmaları, köylü ile işçi arasındaki ayırımın, tıpkı Marx’ın öngördüğü gibi, giderek ortadan kalktığını, köylünün de, tıpkı emeğine ve üretici-yaratıcı gücüne başka bir insan tarafından el koyulan işçi ile, aynı yabancılaşma sürecine girmiş olduğunu göstermektedir. Zira, içinde yaşamakta ve üretmekte olduğu toprak ve suların kendi yaşamlarının ve varlıklarının ne kadar iç içe geçmiş bir parçası olduğunu, bunlarla sürdürdüğü ortaklığı kendi açısından tasarlamanın özgürleştirici etkisini fazla önemsemiyor görünmektedir.
Su, doğanın yaratıcı emeğidir. Zira, Marxist tanıma göre insan emeği, insanın özgül etkinliği, kişiliğinin nesneleşmesidir, yani emek, insanın kendi yaratıcılığını dışa vurması, dünyayı değiştirmesi, bu arada kendi varlığını tanıması, görmesi, kendiyle yüzleşmesidir. Öyleyse, damlasının değdiği yerde yeşilliklerin, çimenlerin açmasını sağlayan, aktığı her alanı varlığıyla değiştiren su da, doğanın emeğinin, kuvvetinin bir parçasıdır ve doğa kendini, bu emeğin akışıyla gösterir, değişim bu emeğin iş görebilmesine bağlıdır. Doğanın emeğine set çekildiği, örneğin suyun şişelere doldurulup, değiştireceği ve besleyeceği topraktan koparıldığı yerde, yaşam ve doğanın yaratıcılığı sona erer, ölüm gelir. İşte küçük köylünün emeğini toprağa akıtarak, tarım aletlerinin işlemesi için gereken gücü sürece katan çiftlik hayvanının gübresini toprağa serperek beslediği üretimin süre gidebilmesinin ön koşulu da, doğanın emeğini bu işe katabilmesidir.
Toprak ve tohum kendini özgürce yenileyemeden, sular akmadan, iş sadece köylünün çabasıyla sürdürülemez. Tam da bu nedenle, köylülerin su ve topraklarını koruması varoluşsal bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Baraj ve HESler söz konusu olduğunda, tıpkı madencilik karşıtı mücadeleler gibi, köylülerin belki Anadolu tarihinde ilk defa, bir dini ya da ırksal kimlik etrafında birleşmenin ötesinde dayanışma ağları kurduklarını, toprakları, ormanları ve sularıyla ilişkileri üstüne düşündüklerini ve söz söylediklerini görüyoruz. Bu mücadeleler, köylülerin doğayla ve onunla giriştikleri ortak çabayla yeni bir kapıdan, pencereden ilişki kurduklarını, belki içinde hareket ettikleri sistemin ve bu sistemin rasyonel bakışının dayattığı, giriştikleri üretime ve o üretimi mümkün kılan doğaya karşı yabancılaşmanın bu yeni düşünme-algılama çabasıyla kırılabileceğini gösteriyor. Suyun gücünü, kullanmak istediği için ön plana çıkaran kapitalizm, belki böylece bize bir iyilik etmiş oldu, çünkü biz hep yanı başımızda akıp gittiğinden, suyun gücünü ancak etrafı yıktığında hatırlıyorduk. Su ve doğayla ilişkileri üstünde yeniden kafa yormalarını sağladığı için, köylüler su ve madencilik karşıtı mücadelelerden yeni bir üretim bilinci ve tasarımıyla galip çıkabilir.
1-Timur, s.45, 1989
2-Yetkin, s.51, 1984
————————–
Bu yazı Kolektif dergisinde yayınlanmışdır.