ÇEVRE SORUNU
Kapitalist toplumda ekoloji sorunu karmaşık bir sorundur. Konunun içeriği bakımından küresel dünyayı göz önüne alan çözümlemeci bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır. Çünkü sorun ulusal değil, küresel bir sorun olarak bizleri doğrudan etkilemektedir. Uluslar arası şirketlerin sınır tanımayan kâr hırsı, üzerinden gelişen dünya işbölümü arasındaki ulus-devletlerin çekişmelerinin yarattığı kapitalist ayrışmalar, evrensel düzeydeki ekolojik çürümenin hem nedeni hem de sonucudur.
Bir yanıyla insani gelişmenin doğal koşullarında niteliksel bir bozulmayı ifade eden kriz, kapitalizmin kendini yenilemede doğal sınırlar içinde yenilik yapma çabalarını daha da ağırlaştırmaktadır. Küresel ısınma, bitki ve hayvan türlerinde azalma, ozon tabakasının delinmesi, mercan kayalıklarının yok olması, genetik çeşitlilik kaybından, çevremizdeki ve yiyeceklerimizdeki toksisite artışına, çölleşmeden su kaynaklarının kurumasına, temiz su bulunmamasından radyoaktif kirlenmeye, kansorejenlerin ve diğer zehirli atıkların çevrede birikmesi, fiziksel ve zihinsel olarak hayatla baş edebilmek için giderek daha çok tıbbı ilaçlara ihtiyaç duyulması, çevre ülkelerde artan açlık, yoksulluk ve hastalıklarla baş edebilmek ırk, dil, din, cinsiyet farkı gözetmeksizin evrende bütün insanlığın ortak sorunu haline geldi. Buna insan soyunu sürdürüp sürdüremeyeceği ve HES tartışmaları eklenince günümüzün başat sorunları arasından çevre sorunu öne çıktı.
Peki, çevre sorunu nedir? Nasıl anlaşılmadır? İnsanın canlı tür olarak geleceğinin tehdit altında olması mıdır? Bu konuda çeşitli tanımlamalar ve yaklaşımlar vardır. Ancak sorun, insanın soyunu sürdürüp sürdürmeyeceğiyle sınırlı bir sorun olmadığı bilinmektedir. Çevre sorunu esas olarak, toplumla doğanın insani gelişim bakımından yaratılan olanakların ve bu olanakların yaratacağı kısıtlamaların tanımlanmasında ve doğa insan ilişkisinin birlikte evriminin alternatif biçimlerini içerir.
Toplumsal ekoloji, toplum ve doğanın birlikte evrimini temel almaktadır. Bütün çevresel kriz yaklaşımlarının insani toplumsal işlevler olduğunu görmek gerekir. İnsani gelişme normal dışı kısıtlamalara maruz kaldığında kriz ortaya çıkar. İnsani kısıtlama; insan sağlığı, zihinsel ve fiziksel yetenekleri, doğal koşulları edinme ve insani üretim ve gelişimi yöneten toplumsal ilişkilerdeki kırılmalar yönünden tanımlanabilir. Çevresel krizler perspektifi, insanın doğaya yaptığı müdahalelerden kaynaklanan çevresel değişiklere odaklanır. Normal dışı insani gelişmelerde ortaya çıkan sorunlar kalıcı değişiklerden kaynaklanan kısıtlamalardır.
Kapitalizmde iki tür çevresel kriz dikkat çeker:
1- Sermayenin maddi gereksinmeleriyle, hammadde üretiminin doğal koşulları arasında kopukluklara dayanan sermaye birikim krizleri.
2- Madde ve hayat nesnelerinin dolaşımında kapitalizmin kent ile kır arasında yarattığı sınai bölünmeden ortaya çıkan dengesizliklerden kaynaklanan insani gelişimin kalitesindeki bozulmanın yarattığı daha genel bir kriz.
Bir bütün olarak her ikisi de elde edilebilir doğal zenginliğin nitelik ve nicelik açısından azalmasını içerdiği ölçüde, bu iki farklı kriz dikkate değer biçimde çakışır. Bu yüzden her iki kriz türü de sermayenin doğal koşulları bedava edinimine ve doğa değer arasındaki buna eşlik eden gerilimlere işaret eder. Örneğin, bugün evrensel düzeyde ortaya çıkan kriz bu tanımlamanın somut bir ifadesidir. Başka bir ifadeyle sermaye maddi girdilerini, doğal sınırlar ötesinde artırmaya doğru olan eğilimi sadece maddi gereksinimlerindeki malzemelerde yetersizliklerinin ve birikim krizlerinin kaynağı olmakla kalmaz, bu aynı zamanda kent ile kır arasında kapitalist bölünmenin ürettiği ekolojik değersizleşme sürecinin de ayrılmaz bir öğesi olarak da baş gösterir.
Aslında bu kapitalizmin tarihsel sınırlarını da ortaya koyar. “Bu sınırlar kapitalist ilişkilerin, kâr için üretim ile insan ihtiyaçları için üretim arasındaki yapısal çelişkinin tarihsel olgunlaşması olan genel bir krizi de kapsar.” (Paul Burkett)
Marx, krizleri yaratan mekanizmanın kapitalist üretimin önündeki gerçek engelin bizzat sermayenin kendisi olduğunu ifade ederek kapitalist üretim tarzında birikim sürecinin çelişkili doğasını işaret eder. “Kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. Sermayenin ve kendini genişletmesinin üretimin başlangıç ve bitiş noktası, dürtüsü ve amacı olarak gözükmesi; üretimin sadece sermaye için olması ve bunun aksinin söz konusu olmaması, üretim araçlarının sırf üreticiler toplumunun yaşam sürecinin durmadan genişlemesinin araçlarından ibaret olmamasıdır.”
Anlaşılacağı gibi kapitalizmin gerçek engelinin üretimin “dürtü ve amacı” nın insan ihtiyaçları ve toplumsal olarak gelişen ihtiyaçların veya üreticilerin “yaşam süreci” değil, özel kâr olmasını belirtir. Üretimin toplumsal koşullarının gerçek yaratıcıları karşısında kazandığı bağımsız konumu tek tek çalışanların yabancılaştığı kendi emeğinden doğan koşullarla kendi yarattığı koşullar olarak değil, yabancı bir zenginliğin kendi sefaletinin koşulları olarak ilişkiye girdiği bir tarzda görünmesinden dolayıdır ki sermaye engel oluşturur. “Emek daha güçlü hale geldikçe işçi güçsüz hale gelir; emeğin zekâsı arttığı ölçüde işçi daha az zeki hale gelir.” Doğal koşulları sermayenin kar amaçlı edinimi ve bunun sonucu üreticilerin ihtiyaçlarına bir bütün olarak toplumun yaşam sürecine yabancılaşmasını anlatır.
“İnsanlar doğalarının harekete geçmesi sayesinde bir insani ortak hayat, birey tekinin karşısına dikilen soyut bir evrensel güç değil, ama her insan bireyinin özü ya da doğası, kendi öz etkinliği, kendi öz hayatı, kendi öz ruhu, kendi öz zenginliği olan bir toplumsal öz yaratır ve üretirler. Ne var ki insan kendini insan olarak tanımadıkça ve dünyayı insanca düzenlemedikçe bu ortak hayat yabancılaşma biçiminde görünür, çünkü öznesi olan insan kendisinden yabancılaşmıştır.” (Marx)
Sermayenin artı-değer elde etmek için emekçileri sömürmesi çalışanları zayıflatır ve güçsüzleştirir. Aynı şekilde doğayı da sömürür ve doğayı bir nesne durumuna sokarak insanın hem kendine hem de doğaya yabancılaşmasını sağlar. “Toprak da tıpkı insan gibi aşağılık bir nesne seviyesine düşürülür.” der Marx. Çünkü kapitalist doğa-insan ilişkileri sermaye-emek ilişkisinin zorunlu biçimidir. Emek-sermaye ilişkisi, kapitalist sistemde insanın doğayla ilişkisinin bütün biçimlerini belirliyor.
YEŞİL EKONOMİ TARTIŞMALARI
İlk bölümde kaldığımız yerden devam ediyoruz. (*) “Yeşil Ekonomi” adlı kitapta Ahmet Atıl Aşıcı “Karşılaştırmalı Bir Analiz” yazısında ilginç bir düşünce ileri sürmektedir. “İngiltere’de nüfusla beraber yoksulluğun da hızla arttığını gözlemleyen Malthus, nüfus atışının kontrol edilmemesi durumunda tarımdaki üretim artışının artan nüfusun taleplerini karşılayamayıp, kıtlığa sebep olacağını öne sürmüştür. Malthus’un konumuz açısından önemi, toprak dâhil doğal kaynakların bir sınırı olduğu gerçeğini dile getirmiş olmasıdır. Marx, bu görüşlere katılmaz, ona göre kitlelerin esas çıkmazı kısıtlı kaynaklar üzerinde giderek artan nüfus baskısı değil, baskın sınıfların emeğin artık ürününe el koymasıdır. Engels’e göre ise bilim ve teknolojideki gelişme hızı nüfus artışından hızlıdır, dolayısıyla Malthus’un öngörüsü yanlıştır. (Kula 1998 s. 196) Kanımca bu noktada önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Bugün özellikle ekolojik sorunların çözümünü teknolojik gelişmeye indirgeyen yaklaşımın ilk nüvelerini Malthus’un “kötümser” kuramına karşı verilmiş bu cevaplarda görmekteyiz.” (Yeşil Ekonomi s. 38)
Kapitalizmin 19. Yüzyılında yapılan tartışmaların birçok yanıyla bugün de geçerliliğini korumaktadır. Emek-sermaye çelişkisi, insanın doğayla kurduğu bütün ilişkileri belirliyorsa Marx haklıdır. Bırakın geçen yüzyılı bugün 6-7 milyara dayanan dünya nüfusunun başta Afrika olmak üzere Asya ve Latin Amerika’da ki açlığın ve yoksulluğun, hastalıkların nedeni artan nüfus baskısı mıdır? Yoksa Uluslar arası şirketlerin doymak bilmez, vahşi bir saldırganlıkla, doğayı ve emeği sömürmesi midir? Kapitalizmin en ciddi krizleri yokluktan değil, üretim fazlasından, “bolluktan” kaynaklıdır. Sanırım buradaki heveskâr alıntının esas nedeni Malthus’un doğal kaynakların sınırlı olmasını işaret etmiş olmasıdır. Sermayenin, artı ürünü, rekabete ve sömürüye dayalı aşırı hızlı dolaşımının yarattığı aşırı tüketim ve tüketimin yarattığı sorunlar temelinde tartışılması gereken olgunun; kıtlık ve yoksulluk bağlamında ele alınmasına karşılık Marx ve Engels’in ortaya koyduğu tavır yerindedir.
Aşırı tüketimin yarattığı obezlik hem insanı hem de doğayı bozdu ve bozmaya da devam etmektedir. Sermayenin karlarını artırmak için büyümeye dayalı ekonomik politikaları, sınıfsal ve bölgesel farklılıkların artmasında temel bir role sahiptir. Sermaye, teknolojik gelişmeleri kendi hizmetine sokarak daha fazla artı değer üretmek amacıyla kullanmaktadır. Marx ve Engels, teknolojik gelişmeleri ve üretim artışının sağladığı olanakları bu bağlamda değerlendirerek, sermayenin, kent ile kır karşıtlığını en uç noktaya taşıdığını, toprağı ve insanı değersizleştirdiğini, kapitalist üretim tarım alanlarını ucuz diye yağmaladığını, toprağın doğal döngüsünü bozduğunu, kentlerin tüketim atıklarıyla kirlendiğini çeşitli defalar yazmışlardır. Ve sorunun çözümünü teknolojide değil, toplumsal bir devrimde öngörmüşlerdir. Marx ve Engels, kapitalist toplumun üretici güçleri geliştirdiğini, teknolojik gelişmeler eşliğinde üretimi toplumsallaştırarak “mutlak açlığı” yendiğini yani herkese yetecek kadar ürünler üretildiğini, ancak sermayenin üretime el koymasından dolayı çıkan toplumsal ve sınıfsal sorunları analiz etmişlerdir.
Kapitalist düzen, kendini sefillik üzerine kurar. Kar amaçlı üretimin gelip dayandığı nokta “kıtlık” yaratmaya her zaman ihtiyaç duymasıdır. Bir malın “gerçek” satımı, o “kutsal” piyasada bulunmaması ya da az bulunmasıdır. Bunu yaratabilmenin yöntemlerinden biri kalite standartlarının değiştirilmesidir. Başta devlet kurumları ve üniversiteler karmaşık şekilde sermayenin gereksinime yanıt verecek şekilde çalışırlar. Sermayenin yanı sıra kalite standartlarının oluşturulmasında bu yerleşik kurumların büyük rolü vardır. Örneğin şehirlerde hijyenik düzeyin tutturulmasına yönelik reklam ve teşviklerin desteğiyle oluşturulan yaşam biçimi, doğanın tepkisine neden olmaktadır. Çocuklarda hijyen hastalığı denilen alerji hastalığının sık görülmesi ve giderek yetişkin insanları da etkilemesi ve bir çok hastalığın da tetikleyicisi olması bakımından sorgulanması gereken bir kent yaşamı yarattığı bilinmektedir.
Sonuçta Marx ve Engels, Malthus’a verdikleri yanıtta son derece haklıdırlar.
Yine aynı kitapta Ahmet Atıl Aşıcı şöyle yazmaktadır: “Yeşil ekonomi, büyümeye kategorik olarak karşı çıkmaz. Devletin yapacağı yatırımlar ve özel sektöre vereceği teşviklerle büyümenin motoru olagelmiş çoğunluklu karbon temelli sektörlerin yerini yenilenebilir enerji temelli daha emek yoğun sektörlerin olabileceğini iddia eder. Görüldüğü gibi Yeşil Ekonominin yatırımları ve istihdamı sadece devlet yaratmalıdır gibi bir takıntısı yoktur, piyasa sistemi içerisinde özel sektör firmaları eliyle de bu dönüşümün başarılabileceğinin savunur. Burada hangi özel sektör sorusu ortada duruyor. Küçük ve orta ölçekli işletmelerden mi yoksa çok uluslu şirketlerden oluşan bir özel sektör mü? Yeşil Ekonomi henüz buna net bir cevap verebilmiş değildir.”
“…… Yeşil Ekonomi ne piyasa sistemine, ne fiyat mekanizmasına ne de özel sektöre karşı bir alternatiftir.”
Yine kapitalist düzen içinde ekolojik krizden çıkış önerileri sunan Fransız Yeşil Düşüncenin önde gelen isimlerinden biri olan Alain Lipietz şunları yazmaktadır:
“Genel karakterinin 30’lar ile taşıdığı ortaklık nedeniyle şu anki kriz sermaye ile emek arasında daha Roosveltci bir yeni düzen gerektirmektedir. Ancak bu kriz büyük buhranın basit bir tekrarından ibaret değildir. Eski rejim krizinde olduğu gibi, doğa ile insanlığın ilişkilenme noktası bu kez sorunun yapısal kaynağıdır. Yeşil düzen dışında hiç bir yeni düzen sürdürülebilir bir rejim kurmayı başaramayacaktır. ….doğrudan yeşil yatırımlara adanmış bir para arzı yaratma, eko vergilendirme ve alınır satılır kirlenme kotaları eliyle teşvik edici bir çevresel planlama sayesinde sosyal ve dayanışma sektörünün gelişimine ve daha istikrarlı sermaye emek ilişkilerine dayalı bir düzen.
En az gelişmiş ülkelere yönelik bir süper Marshall planı yoluyla muhtemelen kıtasal ölçekteki ekonomik, siyasi bloklar eliyle düzenlenen, eski ve yükselen güçlerin sosyal ve çevresel ortak kuralların teşviki için işbirliği yaptığı uluslar arası bir yapılanma” önermektedir.
Bu önerileri dikkat çeken yanı “Yeşil Ekonomi” için kapitalist araçların ileri sürülüyor olmasıdır. Kapitalizmin küresel düzlemde ekolojik bir krizin bütün yeryüzünü tehdit etme düzeyine gelmesinde birinci derecede sorumlu olan uluslararası şirketlere karşı bir tavır geliştirmek yerine onları çözümün bir parçası haline getirme ısrarıdır. “Yeşil Ekonomi”, piyasa sistemine, fiyat mekanizmasına ve özel sektöre karşı bir alternatif oluşturmuyorsa yeşil bir dünya hayaldir. Kapitalist yöntem ve araçlar kapitalist amaçlara hizmet ederler ve kapitalist amaçlar sosyal adalet hedefleriyle asla bağdaşmazlar. Bu sistemde kamu adına ne varsa mülke dönüştürülüyor ve ekolojik tehdit derinleşiyor. Kapitalizmin çevre krizi geri döndürülemez boyutlardadır. Kyoto protokolünün başarısızlığı ortadadır. Kyoto protokolü küresel ısınma eğilimini durdurmaya yönelik son derece mütevazı ve sembolik bir adım olmasına karşın uluslar arası şirketler karlarından ödün vermeyi göze alamadıklarından protokolü imzalamadılar. Sembolik girişimler karşısında kayıtsız kalan devlet ve şirketlerin mütevazı reformlara dahi uzak durmaları sistem içi ciddi reformlar önermek dahi gerçekçi bir tutum olmayacaktır. Palyatif çözümler mümkündür. Ancak bu şikâyetçi olduğumuz şeyleri ortadan kalkmasını sağlamayacaktır.
Ayrıca kapitalist üretimde kullanım değerinin değişim değerine bağımlı hale gelmesi, daha geniş toplumsal biçim altında gerek kullanım değeri gerekse değişim değeri değere tabii olarak görülmelidir. Fakat değer değişim alanından değil, üretim alanından doğar. Ancak kapitalist üretimde, ürün, değişim değerine sokularak kullanım değeri kazandığı için doğanın değer olarak katkısını dıştalar. Değerin, kapitalizmin doğayla uzlaşmaz çelişkisini ifade ettiği sürece “yeşil yatırımlar” şeklinde gerçekleşecek çevre politikasının çevre krizini hiçbir şekilde hafifletmesi olası değildir.
Dünya ile sürdürülebilir bir ilişki kurulamaz değildir. Bunun için toplumsal üretim ilişkilerinin sosyalizm yönünde dönüştürülmesini, kar için üretim değil, insani ihtiyaçların karşılanması için üretimin peşinde, sürdürülebilirliğin gereklerini yerine getiren özgür bir toplumun peşinden koşmalıyız. Alman köylü savaşlarının devrimci önderi Thomas Münzer’den alıntı yapan Marks’ın güçlü özgürlük vurgusu, ekolojik bakımdan çok anlamlıdır. “tüm yaratıklar mülke dönüştürüldü, sudaki balık, havadaki kuş, dünyadaki bitkiler; yaşayan her şeyin aynı zamanda özgürleşmesi de gerekiyor.”
EKOLOJİK İKTİSAT VE SÜRDÜRÜLEBİLİR İNSANİ GELİŞME
İlk iki bölümde anlattığımız yerden konumuza devam ediyoruz. (*) Kapitalist sistem, ortaya çıkışından bu güne kadar yaşanan süreçte, toplumsal ve ekolojik bozulmayı da beraberinde getirmiştir. Marks’a göre çalışma koşullarının bozulması ile yeryüzünün bozulması iç içe geçmiştir. Gezegen ölçeğinde yer üstü yer altı kaynakların talanı yeryüzüyle ile sürdürülebilir ilişkilerin parçalanması ve atıkların, zehirli atıkların boşaltılması ekolojik yıkımın en kötü biçimleri merkezden daha çok çevre ülkelerde yaşanmasını sağladı. 19.yüzyılın sonunda guano ve nitrat savaşları yerini, 20.yüzyılın sonu ve 21.yüzyılın başında petrol savaşlarına bıraktı ve ilişkilerde hiç bir şey değişmedi. Ekolojik emperyalizm diyebileceğimiz bu ilişkilerde sistemin kelimenin tam anlamıyla ekolojik bozulmaya uğraması sonunda merkezin sürdürülemez biçimde büyümesini sağladı. Ancak bu durum biyosferi tehlikeye sokarak dünyanın her köşesinde ekolojik çelişkiler üretti üretiyor. Ekolojik emperyalizm, kapitalizmin küresel yüzüdür. Bu çelişkilerin gerçekten aşılabileceği, umut verebilecek çözümü ekolojik ilişkilerin gezegen ölçeğinde yer alması, emperyalizmin küresel yapılarına karşı devrimci toplumsal bir yanıtta aranmalıdır. İnsanla doğanın birlikte evrimini sağlayacak ekolojik sürdürebilir insani gelişme bilinci yaratılmalıdır.
Sürdürülebilir kalkınma “uzun vadeli, kararlı, çevresel, kalite ve kaynak bulma ile uyumlu ekonomik gelişme olarak yorumlanabilir.” Sürdürülebilir kalkınma kavramı tartışmalı olsa da ekolojik bir iktisadın olmazsa olmazı olarak üç boyutundan söz edilmektedir; 1- İnsani gelişme için doğanın ortak havuz olarak kabul edilmesi, 2- Ortak evrimci sürdürülebilirlik ve 3- Ortak mülkiyet.
Sürdürülebilir bir kalkınma için öne sürülen öneriler ekolojik bir iktisat için asgari bir tutumu ifade eder. Dünyada ki bütün tartışmalar, küresel ısınma ve küresel kirlenmeye neden olan kapitalizmden kurtulmak için yapılmaktadır, alternatif yollar aranmaktadır. Sermayenin doğayı, “doğal sermaye” olarak görmesi karşısında “ortak havuz” şeklinde yaklaşımın önemi büyüktür. İnsanı ve doğayı birbirinden ayıran ve yabancılaştıran kapitalizm karşısında kişiye, topluma, doğaya ortak evrimci yaklaşımın piyasa görüşlerin etkisinde kalmakla birlikte tartışılmaya değer. Son olarak doğal kaynaklarda ortak mülkiyet ihtiyacı ve onun işlevsel gereksinmeleri tamamlayıcı unsur olarak ifade edilebilir.
Bu tartışmalar süre dursun “Marks ve Engels’in ön gördüğü komünizmde, insani gelişmenin ortak evrimci özelliği, onun toprağı bir ortak havuz kaynağı olarak ele alışı” gelecek nesilleri gözetmesi “insan ihtiyaç ve yeteneklerini daha az madde enerji yoğun ve daha çok doğal bilimsel ve estetik yönlerden çeşitlendirmesi” bakımından insani gelişmeye daha kapsamlı yanıtlar üretmesinden dolayı Marks’ın komünizmi üzerinde durmak gerekiyor.
Sürdürülebilir İnsani Gelişim: Komünizm
Burada konu Marks’ın komünist toplumunun enine boyuna irdelenmesi değildir. Marks’ın komünist toplum anlayışının temel ilkeleri bakımından ekolojik bir nitelik taşıyıp taşımadığı veya köklü bir şekilde ekolojik potansiyelinin ana tanımlarının kesin bir dille ortaya konulmaya çalışılmasıdır.
Doğanın ve insanın sürdürülebilir sağlılık birlikte evrimi ilk önce insanların doğayı nicel ve nitel edinimdeki sorumluğunu üstlenmesi üzerine kurulu yeni sosyo-ekonomik sistem gerektirir. İnsanla doğa arasındaki ilişki, her ikisininde sağlıklı, nitel varlıklarını sürdürmesi açısından ekolojik bilinç tarzında ele alınması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Ekoloji yanlısı pratik bilgi çeşidi kapitalizmin geliştirdiği bilgi çeşidinden farklı olacaktır. Ekolojik bilgi kuşkusuz doğal koşulların kalitesini korumak ve kollamak, geliştirmek toplumun üretim kapasitesinin sınırlarını çizmek ve onu yönlendirmek gibi yöntem ve araçlarını ihtiva etmek durumundadır. Böyle bir süreçte toplum ve doğa canlı dünyanın bir parçası olarak birlikte evrilirler. Düzen kendi zenginliğini insani ve ekolojik terimlerle tanımlayarak üretim ve tüketim alışkanlıklarını sürekli değiştirip geliştirmelidir. Ekolojik etik bir anlayış üretim ve tüketimde maddi toplumsal yaşamda geçerlilik kazandıkça ete kemiğe bürünür.
Özgür insani gelişimin koşulu ve sonucu olarak toplumun doğa ile ilişkisi, maddi alış-verişi komünal olarak düzenlenmesiyle uyumlaşır. Toplumun örgütsel biçimi ne olursa olsun sağlıklı bir üretim sistemi toplumsal şekilde ancak ekolojik bir etiğe dayanıyorsa sürdürülebilir. Ekolojik değerler, insan hayat tarzları kadar çeşitlidir. Ancak, bu değerler, insani hayatın ortak koşulları bakımından toprağa ve diğer doğal koşullara karşı ortak bir sorumluluk duygusunu egemen kılmalıdır. Sonuçta ekolojik etik tabiatı ve tanımı gereği komünal bir etiktir. Marks’ın düşündüğü komünal düzen, ekolojik etik açısından kapitalist toplumun sunduğu ortamdan çok daha üstün bir çerçeve sunuyor.
DOĞAL VE ORTAKLAŞA ÜRETİM
Kapitalizmde sanayi toplumu, üreticileri üretimin doğal koşullarından kopartıp topraksızlaştırarak ve nüfusun belli coğrafi bölgelerde yoğunlaşması sonucu oluşturuldu. Bu yeni toplumsal ilişkiler, işçileri hem toprağa hem de kendilerine karşı yabancılaştırdı. Sermaye, yoğun biçimde hem insanla hem toprakla kar için ilişki kurdu. Başlangıçta emekle emek araçları arasında kurulan ilişki tekliği dağıldı. Marks bundan dolayı kapitalizmi, “çalışan insanla emek araçları arasındaki başlangıçta var olan birliğin dağılması” şeklinde tanımlar.
Onun için komünizm, en temel ilkesi ve özelliği, kapitalizm üreticilerin üretimin zorunlu koşullarından toplumsal olarak koparma sorununu çözmesidir. İşçilerin doğaya ve topluma karşı yabancılaşmasını ortadan kaldırmasıdır.
Ortak ve özgür üreticilerle ortaklaşa üretilen ve ortaklaşa denetlenen üretim “işçilerin kendi üretim araçlarının sahibi oldukları yerde mümkün olan tek üretim yoludur” ortaklaşa üretime dayalı komünist mülkiyet, üreticilerle, üretim araçları arasındaki başlangıçta bozulan birliğin yeni bir biçimde kurulma olanağını ve yolunu sağlayarak yeniden kurar. Marks komünizmden “emeğin ve işçinin emeğin koşullarından koparılmasının tarihi ilgası” şeklinde söz eder. “Tarihi ilga” sürecinin mülkiyeti özel mülkiyet olamaz. Çünkü “doğanın kuvvetlerinin toplum tarafından üretken kullanımı ve toplumsal üretici güçlerin özgür gelişimini dıştalar.” Bu yüzden komünizm “sermayenin artık tek tek üreticilerin özel mülkiyeti olmaktansa, ortaklaşa üreticilerin mülkiyeti, tam anlamıyla toplumsal mülkiyet şeklinde tersine çevrilerek üreticilerin mülkiyetine geçmesini kabul eder.” Manifestoda Marks ve Engels, “Komünizm hiç kimseyi toplumun ürünlerini edinme gücünden yoksun bırakmaz; mahrum bıraktığı tek şey böyle bir edinim aracılığıyla başka insanların emeklerini kendine mal etme gücüdür.” der.
Kapitalizmden sonraki toplumun doğa ve toplum ilişkisinde insanların doğayla uyumlu sorumluluğuna önemle işaret edilmiştir.
“Toplumun daha yüksek bir ekonomik biçiminin bakış açısından, dünyanın tek tek kişiler tarafından sahiplenilmesi bir insanın başka bir insana mal olması kadar saçma gözükecektir. Bütün bir toplum, bir ulus, hatta belli bir anda var olan toplumların hepsi birlikte düşünülse bile dünyanın sahipleri değildirler. Onlar sadece zilyetlerinden ya da kiracılarından ibarettirler ve iyi aile babaları gibi, onu daha iyi bir durumda gelecek kuşaklara devretmek zorundadırlar.”(Marks)
Marks ve Engels’e göre insanlarla doğa iki ayrı şey değildir. Bu yüzden insanların “tarihsel bir doğaya ve doğal bir tarihe” sahip olduklarını ifade ederler. Bu bakımdan komünizmi, “insan varlığının doğayla birliği” olarak tanımlarlar. Komünizm insanla doğa arasında zorunlu birliği bozmak bir yana bu birliği daha açık net ve görünür şekilde toplumsal ve doğal varlık olan insanın hizmetine koşar. Engels bundan dolayı “insanların doğayla bir olduklarını yalnız hissetmekle kalmayıp aynı zamanda bilecekleri” ni öngörür.
Dayanışmacı komünal hayat insanlığın doğaya karşı idari sorumluluğunu üstlenir. Bunun gereği olarak da kırla kent arasındaki uçlaşmış çelişkiyi ortadan kaldırır. Engels “kentle kır arasındaki anti tezin ilgası mümkün olmakla kalmaz. Tıpkı tarımsal üretimin ve dahası kamu sağlığının olduğu gibi bizzat sınaî üretimin doğrudan bir zorunluluğu haline gelir. Havanın, suyun ve toprağın şimdiki zehirlenişine ancak kentle kırın bütünleşmesi ile son verilebilir.”
Komünist mülkiyette insani gelişmenin bütün alanlarında etkin olan insanın bunların dışında üç özgün bireysel hakkı daha vardır. Bunlardan ilki, komünist toplum kişinin bütün toplam üretim içinden kendisine ayrılmış tüketim payı vardır. Genel üretim giderleri, sağlık, eğitim vb. ihtiyaçların tatmini için kesintiler yapıldıktan sonra tüketim araçlarının geriye kalanları, ortaklaşa çalışan toplumun bireysel üreticileri arasında pay edilir. Bilinmektedir ki bireysel tüketiminin bölüşümü açısından Marks ve Engels iki aşamalı bir süreç tanımlarlar. Birinci aşamasına Marks’ın komünizmin birinci aşaması, Lenin’in sosyalizm dediği kapitalizmden yeni çıkmış ve onun bazı izlerini taşıyan toplumdur. “herkesin emeğine göre herkesin yeteneğine göre” ilkesiyle belirlenen emek zamanın belirlediği tüketim aşamasıdır. İkinci aşaması komünist toplumun ilkesinde “herkesin emeğine göre herkesin ihtiyacına göre” bireyselliğin tüm boyutlarıyla gelişmesi için gereken ölçekte gelişmesinin içeren bölüşümünü kapsayan ikinci ve son aşamasıdır.
İnsani gelişmenin hızlanmasını sağlayan ikinci hakkı ise; toplam üretimden bireysel tüketimin ayrılmasından önce, geniş toplumsal hizmetleri finanse edecek gerekli kesintilerin sağladığı olanaklara toplumun tüm bireylerinin kolayca yararlanmasının teminat altına alınmasıdır. Eğitim, sağlık hizmetleri, kamu hizmetleri, emekli aylıkları, çalışamaz durumda olanlara ayrılmış fonlar vs. bu şekilde oluşturulan toplumsal tükettim, kapitalist toplumlara kıyasla ciddi boyutta artar ve toplumun gelişmesine bağlı olarak artan biçimde devam eder.
Son olarak komünal mülkiyet biçimi, kişinin artan oranda daha az çalışma hakkını içerir. Emek zamanının kısaltılması, toplumsal gelişmenin, kültürel, maddi ve entelektüel gelişiminin bütün yanlarından doğrudan yararlanması için daha fazla serbest zaman vererek bireyin gelişimini kolaylaştırır. İnsani gelişim için serbest zaman “bireyin özgür, entelektüel ve toplumsal faaliyetleri için” ayrılmış zamandır. “Serbest zaman kısmen ürününü tadını çıkarmaya, kısmen özgür faaliyetlere ayrılmış (yerine getirmek zorunda olan ve yerine getirilmesi doğal bir zorunluluk ya da toplumsal bir görev olarak görünen dışarıdan belirlenmiş bir amacın baskısı altında icra edilen emeğe benzemeyen) harcanabilir zaman zenginliğin ta kendisidir.” Marks. Kapitalizmde, doğa insan ilişkisinin toplumsal biçimi olarak para zenginliğin tek ölçütüdür. Kar için üretimin temel amacı artı ürünün paraya çevrilmek üzere serbest piyasaya sürülmesidir. Para biçiminde elde edilen kazanç, zenginliğin biçimi olarak temel amacıdır.
Komünist toplumda zenginliğin ölçüsü para değil, yani herhangi biçimde emek zamanından çok “kullanılabilir zaman” olacaktır. İnsani zenginliğin bu arttırılışı kolektif üretimi piyasa işleyişinin yerine geçirerek sağlar. Marks “ortak çalışmaya dayalı birleşik toplumlar, ulusal üretimlerini bir plan göre düzenleyecekler ve böylece üretimi kendi denetimine alırken kapitalist toplumun alın yazısı olan sürekli anarşi ve periyodik alt-üst oluşlara son vereceklerdir” Marks’ın komünizmi “meta üretimine tamamen karşı bir üretim biçimi olduğu” nu kesin bir dille belirtmesinin nedeni budur. Meta üretim tarzının tasfiye edilmesi ve işçilerin üretimin zorunlu koşullarında toplumsal olarak koparılması sorununun üstesinden gelinmesi, aynı olgunun iki yüzüdür. Bu şekilde üretimin yabancılaşmasını ortadan kaldırması emeğin doğrudan toplumsallaştırılmış emek biçimine dönüşmesi ile gerçekleşir.
Özetlersek doğrudan toplumsal emek sistemine dayanan komünizm üreticilerin gelişimini bireysel ve kolektif olarak birlikte evrilen bir sistem olarak tarif etmiştir. Komünist toplumun bir ölçüsü olan kullanılabilir zamanın ekolojik öneminin üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Serbest ve çalışma zamanının birlikte kaydettiği pratik, kültürel ve entelektüel gelişmeler sayesinde toplumsal emek, kendini yalnızca doğal kendiliğinden bir form halinde değil, doğa güçlerinin hepsinin düzenleyen bir etkinlik olarak ortaya koyar. Onun için özgürlük doğal yasalardan bağımsız olma hedefi ile değil , “… Özgürlük kendi üzerimizde ki ve doğal zorunluluk üzerine dayalı dış doğa üzerinde ki denetimimize dayanır.” (Engels)
Bugün ekolojik mücadele, toplumsal bir devrime yol açacak bir sınıf mücadelesi ile birlikte yürütülerek başarıya ulaşabilir. Onun için ekoloji mücadelesi emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleden ayrılmaz.
EKOLOJİ VE SOL
Geçen yüzyılda toplumsal ve ulusal mücadelelerden kaynaklı sorunlar devrimci mücadelede başat bir rol oynadı. 21. Yüzyılda ekolojik sorunlardan kaynaklı toplumsal sorunlar (fosil yakıtların yol açtığı küresel ısınma, GDO’lu ürünler, tarım alanlarının kentsel yaşama feda edilmesi, doğanın ve insanın sömürülmesinin yol açtığı kirlenme, su havzalarının daralması ve açlığın ve yoksulluğun yol açtığı sorunlar vb.) temel sorunlar olarak mücadeleyi belirleyeceği eko sosyalizm hedefiyle yeni bir dönemi işaret etmektedir. Ekolojik sorunlar yaşamımızın asli sorunları haline geliyor. En başta iklimsel düzensizlikler kapitalizmin doğal işleyişinden ayrı olarak ele alınamaz. Fosil yakıtların kullanılmasında, madenlerin çıkarılmasında doğanın zehirlenmesi, nükleer santrallerin kurulmasının arkasında kapitalistlerin kar hırsının mevcut sistemin piyasaya dayalı işleyişinin olduğu anlaşılmalıdır. Küresel düzeyde dünyayı tehdit eden sorunların üstesinden gelmesi bu bakımdan düşünülemez. Çünkü kapitalist sistemin önünde iki büyük engel yeşil teknolojik yatırımlarla iklim krizinden sıyrılmamızı engelliyor. Birincisi daha önce belirtmiştik kar hırsı, ikincisi, tüketim artışına da neden olan aşırı maddi üretim. Bir grup uzmanın Avrupa komisyonuna sunduğu raporda AB içinde güneye bakan tüm çatıların fotovoltaik panellerle kaplanması halinde enerji ihtiyacın karşınalacağını belirtmişti. Fransız Ulusal Güneş Enerjisi Enstitüsü kesin bir dille şu yanıtı vermekte gecikmedi: “Demek devasa bir potansiyel var, ama tüm çatıları güneş panelleriyle kaplamak mantıklı görünmüyor.” Peki, neden mantıklı değil, çünkü sermaye kendi kar hırsının sınırları dışında kalan bir uğraşı mantıklı bulmuyor. Çünkü sermaye kar alanı dışında insanların ihtiyaçlarını karşılayacak yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmayı mantıksız buluyor. Toplumların ihtiyaçlarını karşılayacak enerji yatırımlarının olması sistemin yeniden düzenlenmesini gerekli kıldığından kamusal alanın vücut bulmasını zorunlu kılıyor. Ancak yenilenebilir enerji kaynakları kar amaçlı yatırım alanları haline getirilemez mi? Bu mümkündür. Önümüzdeki dönemde gerek rüzgâr enerjisinden gerekse güneş enerjisinden kar amaçlı geniş arazilerin kiralanmaya başlandığı bilinmektedir. Ancak bu yatırımların yeni eko sorunlar yaratacağı şimdiden konuşulmaya başlanması bir yana küresel ısınmanın devasa büyüklüğü karşısında sürüme umutla bakılamaz. Kaldı ki sermaye bugün akıl dışı alanlara yönelmiş olduğunun altı çizilmelidir. Bunun en bariz örneği sermayenin biyoyakıtların kitlesel üretimine yönelmesidir. İkinci olarak tehlikeli teknolojik girişim “temiz karbon”dur. Karbon gazının ayrıştırma ve depolama sürecini ifade eder. Gazın jeolojik katmanlara aktarılarak saklanması sağlanmaktadır. Bu sistem ABD ve Norveç’te bazı sanayi alanlarında kullanılmaktadır. Taşkömürü madenlerinin doğayı ve çevreyi tahrip etmesi düşünüldüğünde “temiz karbon” bir mitten ibarettir. Ayrıca Kamerun’daki Nyos Gölü faciası düşünüldüğünde gaz sızıntılarının ciddi kazalara neden olduğu görülmüştür. Son olarak sermaye nükleer santrallere olan yatırımlarıdır.
Dünya küresel ısınma açısından geri döndürülemez bir sürecin içine girmiştir. Yapılması gereken zararın neresinden dönülse kardır hesabıdır. Öngörülen hesap Gelişmiş kapitalist ülkelerin 2020 yılına kadar %40, 2050 yılına kadar %80-95 oranında karbon salınımının düşürülmesidir. Bu ancak çok köklü değişimlerin yapılmasıyla bu hedeflere ulaşılabilir. Bunlar neler olabilir: 1-Toplumun gerçek toplumsal ihtiyaçlarının karşılanması;2-Emek sürecini azaltarak küresel maddi üretimi düşürmek;3-Maliyetlerden bağımsız yenilenebilir enerjilere geçilmesi,4-demokratik bir şekilde dönüşümü sağlamak için gerekli politik ve kültürel koşulları yaratmak.
Bu dört girişim birden yapılması halinde bu kötü gidişat bir yerde durdurulabilir. Gerisi doğaya kalmıştır. Küresel düzlemde bütün üretimin ve tüketimin nasıl ve ne kadar yapılması konusu doğrudan bir demokrasiyi gerektirdiği açıktır.
Bugün HES’lere karşı mücadele, Nükleer santral yapımının durdurulması, Kaz dağlarının kurtarılması, suyun ticarileştirilmesine karşı çıkılması, Cargilin tarım arazilerini yağmalayıp GDO’lu şeker üretiminin reddedilmesi vb. bütün ekolojik mücadeleler doğrudan sermayeye karşı mücadelelerdir. Bugünden yarına bu tür mücadelelere başka alanlardaki sorunlar eklenerek devam edecektir.
Geçen yüzyılın başında Rosa Lüxemburg “ya sosyalizm ya barbarlık” demişti. 21. Yüzyılın başında şöyle demek yanlış olmayacaktır.
Ya eko-sosyalizm ya da küresel yıkım!
Kaynak : Turnusal – 24-28 Ağustos 2012