Kalkedon Yayınları’ndan çıkan Monthly Review’in Haziran 2010 sayısı bir önceki sayısında olduğu gibi Tarımı konu almış. Kapak “Kapitalizm Tarım ve Yoksulluk”. Önemli tartışmalara konu olan bu yazılardan John Bellamy Foster ve Brett Clark‘ın “Zenginlik Paradoksu: Kapitalizm ve Ekolojik Yıkım”ı burada yayınlıyoruz.
John Bellamy Foster Monthly Review editörü, Oregon Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü vc The Ecological Revolution (Monthly Review Press, 2009) yazarı.
Brett Clark Kuzey Carolina Eyalet Üniversitesi’nde sosyoloji yardımcı doçenti ve (John Bellamy Foster ve Richard York ile birlikte) Critique of Inlelligent Design (Monthly Review Press, 2008) yazarı.
Zenginlik paradoksu hakkındaki merkezi tez ilk kez her iki yazar tarafından kaleme alman “Marx’s Ecology in the Twenty-Firsı Century” başlıklı, Clark tarafından 23 Haziran 2009 tarihinde Çin’de Sanya-Hainan kentinde yapılan Ekolojik Uygarlık Hakkında Uluslar arası Sempozum’da (International Symposium on Ecological Civilization) sunulan bir makalede ele ehmnıştı. Sonraki versiyonlar Foster tarafından 4 Temmuz 2009’da Londra Üniversitesi’nde yapılan Marksizm 2009 konferansında ve 7 Ağustos 2009’da San Francisco Üniversitesi’nde yapılan Dünya-Sisteminin Politik İktisadı Mini-konferansında sunuldu.
Bugün, ortodoks iktisat, gezegeni kapitalist genişlemenin yol açtığı ekolojik yıkımdan kurtarmak amacıyla, tamamen yeni bir hedefe kilitlenmiş gibi görünüyor ve bunu aşırılıklarıyla gereksizliklerinden arındırılmış kapitalizmin daha fazla genişletilmesiyle sağlayacağı vaadinde bulunuyor. Giderek artan sayılardaki özgün “sürdürülebilir kalkınmacılar”, -iktisadi liberalizmin Adam Smilh’ten bu yana sahip olduğu amentü olan- sermayenin sınırsız birikimi ile yeryüzünün korunması arasında çelişki olmadığını öne sürüyor. Onlara göre, sistem, piyasa verimliliğini doğayla ve doğanın yeniden üretimiyle uzlaşlırarak yeni bir “sürdürülebilir kapitalizmin” yaratılmasını sağlayabilir ve genişlemeye devam edebilir. Gerçekteyse bu görüşler gezegensel bir yıkımdan kar sağlamaya yönelik yenilenmiş bir stratejiden ibarettir.
Bu trajikomedinin ardında, sistemin işleyişine iyice yerleşmiş olan çarpık bir hesaplama yatmaktadır. Bu hesaplamaya göre zenginlik, tamamen mübadele yoluyla yaratılan değer olarak görülür. Böyle bir sistemde, yalnızca piyasada satışa çıkarılmış olan mallar gerçek anlamda değerlidir. Bu mübadele sisteminin dışındaki dışsal doğa -hava, su, canlı türleri- “bedava lütuflar” olarak görülür. Bu al gözlüğü bir defa takıldığında, önde gelen ABD’li iklim iktisatçısı William Nordhaus’un da önerdiği gibi, normal iş koşulları altında ekonominin bugünden itibaren bir asır kadar daha dizginsizce büyüyebileceğinden bahsedilebilir. Ancak önde gelen iklim bilimcileri aynı zaman aralığında benzer bir yolu yeniden izlemenin hem insan uygarlığı için hem de gezegendeki yaşamın bütünü için kaotik sonuçlara yol açacağını söylemektedir. (1)
Ana akım iktisatçıların ve fen bilimcilerin bu kadar farklı öngörülerde bulunmasının nedeni, kapitalist sistemin normal akışı içinde, hem doğanın zenginliğe katkısının hem de doğal koşulların yıkımının büyük oranda görünmez olmasıdır. Kendi kozalarında yaşayan ortodoks iktisatçılar, ya doğanın varoluşunu alenen yok sayarlar ya da onun tamamen dar ve edinimci amaçlara hizmet edebileceğini varsayarlar.
Yerleşik iktisattaki bu ölümcül kusur, onun kavramsal köklerine kadar dayandırılabilir. Neoklasik ekonominin on dokuzuncu asrın sonları ve yirminci asrın başlarındaki yükselişi, yaygın biçimde klasik politik iktisadın emek değer teorisini reddiyle ve onun yerine marjinal fayda/verimlilik kavramlarını getirmesiyle ilişkilendirilir. Nadiren de olsa kabul edilen bir başka konu ise, aynı zamanda başka bir eleştirel perspektifin de -zenginlikle değer (kullanım değeri ile değişim değeri) arasındaki ayrımın- terk edilmiş olmasıdır. Bununla birlikte daha kapsamlı bir ekolojik ve toplumsal zenginlik tanımı yapma olasılığı da yitirilmiştir. Ortodoks ekonominin doğal ve insani dünyayı göz ardı eden bu at gözlüklerine John Maynard Keynes’in deyimiyle iktisadın “yer altı tünelleri”nde yaşayan figürler meydan okurlar. Bunlar arasında James Maitland (Lau-derdale Kontu), Kari Marx, Henry George, Thorstein Veblen ve Frede-rick Soddy gibi isimler vardır. Bugün, dizginsiz çevresel yıkım çağında, bu tür heterodoks görüşler yeni bir geri dönüş yaşamaktadır.(2)
Lauderdale Paradoksu
Hakim iktisadi ideolojinin ekolojik çelişkileri, iktisat tarihinde en iyi “Lauderdale Paradoksu” olarak bilinen kavramla açıklanır. Lauderda-le’in sekizinci kontu James Maitland (1759-1839) An Inquiry into the Nature and Origin of Public Wealth and into the Means and Causes of its Increase (Kamusal Zenginliğin Doğası ve Kökeni ile Bu Zenginliğin Artışını Sağlayan Araçlar ve Sebepler Üzerine) (1804) adlı eserin yazarıydı. Adıyla ilişkilendirilen paradoksta, Lauderdale kamusal zenginlik ile özel varlık arasında zıt bir ilişki olduğunu ve ikincisinde meydana gelen artışın genellikle ilkini azalttığını ileri sürer. “Kamusal zenginlik” diye yazar, “belki de tam olarak şu şekilde ifade edilebilir: “İnsanoğlunun kullanışlı ya da hoş bulduğu için istediği her şey.” Bu tür malların kullanım değeri vardır, bu nedenle zenginliği oluştururlar. Ancak özel varlıklar, kamusal zenginliğin karşıtı olarak, fazladan bir şeylere daha ihtiyaç yaratırlar (yani fazladan bir sınırlamaları daha vardır). Bunlar, “insanoğlunun kullanışlı ya da hoş bulduğu için istediği ve bir kıtlık derecesinde var olan her şeyden” oluşur.
Başka bir deyişle, kıtlık, bir şeyin mübadele içinde bir değere sahip olması ve özel varlıkları artırmak için gerekli olan bir koşuldur. Ancak bu durum, kullanım içindeki tüm değerleri içeren ve bu nedenle de yalnızca kıt olanları değil bol olanları da kapsayan kamusal zenginlik açısından geçerli değildir. Bu paradoks, Lauderdale’in, hava, su ve gıda gibi daha önceden bol ve gerekli olan yaşamsal öğelerin kıtlığındaki artışların, bunlara daha sonra değişim değerinin de eklemlenmesi halinde, özel bireysel zenginlikleri ve kuşkusuz ülkenin -“kişisel zenginliklerin toplamı” olarak tanımlanan- zenginliğini de artıracağını; ancak bu durumun sadece ortak zenginliğin erimesi pahasına gerçekleşeceğini öne sürmesini sağlamıştır. Örneğin, biri kaynak sularına hortum bağlayarak daha önce serbestçe faydalanılabilen suyu tekelleştirmeyi başarırsa, ulusun ölçülebilen zenginlikleri de, nüfusun artan susuzluğuna karşın, artmış olacaktır.
“İnsanoğlunun sağduyusu” diye devam eder Lauderdale, özel zenginlikleri, “insana genel anlamda faydalı ve gerekli olan herhangi bir malda kıtlık yaratarak” artırma girişimlerine “karşı başkaldıracaktır.” Yine de, kendisi de içinde yaşadığı burjuva toplumunun buna benzer bir yöntemi birçok yolla uyguladığının farkındadır. Özellikle bolluk dönemlerinde, Hollandalı sömürgecilerin, “baharatları” yakmış ya da yerlilere “hindistan cevizi ağaçlarının taze çiçeklerini ve yeşil yapraklarını toplamaları için” para ödemiş olduklarını, yine bolluk yıllarında “Virginia’daki tütün üreticilerinin” yasal düzenlemeler sayesinde, tarlalarında çalışan her bir köle başına “belli oranda tütünü” yaktıklarını açıklar. Bu tür uygulamalar, kamusal zenginliği -bu örnekte toprağın ürünlerini- oluşturan şeyleri imha ederek özel zenginliği (ve azınlığın varlığını) artırmak için kıtlığı körüklemek amacını taşımıştır. Lauderdale, “İşte, çıkarları doğrultusunda fayda sağlamaya çalışan o kişilerin algıladığı, genel kombinasyonların imkânsızlığı dışında hiçbir şeyin kamusal zenginliği, kişisel açgözlülüğün gaddarlığından korumadığı ilkesidir? diye yazmıştır. (3)
En başından beri, basit varlıktan farklı olarak zenginlik, klasik politik iktisatta John Locke’un “içsel değer” olarak adlandırdığı ve daha sonraki politik iktisatçıların da “kullanım değeri” dedikleri şeyle ilişkilendirilmiştir.(4) Maddi kullanım değerleri, elbette, her zaman v ar olmuştu ve insanın varoluşunun temeliydi. Ancak kapitalizmde piyasada satılmak üzere üretilen metalar başka bir şeyi daha içeriyordu: değişim değeri (değer). Dolayısıyla her bir meta, kullanım değerinden ve değişim değerinden oluşan “iki yöne” sahip olarak görüldü. (5) Lauderdale Paradoksu, toplam kamusal servetle (kullanım değerlerinin toplamı) özel zenginliklerin toplamı (değişim değerlerinin toplamı) arasındaki çelişkiyi yaratan bu iki yönlü varlık/değer niteliğinin ifadesinden başka bir şey değildi.
Klasik-liberal politik iktisatçıların en büyüğü olan David Ricardo, Lauderdale paradoksuna, varlık ile değeri (kullanım değeri ile değişim değerini) kavramsal olarak birbirinden ayrı tutmanın önemini vurgulayarak yanıt verdi. Ricardo, Lauderdale’e paralel biçimde, daha önceden serbestçe kullanılabilen su ya da başka bir doğal kaynağın mutlak anlamda kıtlığının ortaya çıkmasının sonucu olarak değişim değeri kazanması halinde, -kişisel zenginliklerde artış meydana gelse de- doğal kullanım değerlerinin kaybını yansıtacak biçimde “gerçek bir varlık kaybı” yaşanacağını ortaya koydu. (6)
Bunun aksine, Adam Smith’in önde gelen Fransız takipçilerinden ve neoklasik iktisadın öncülerinden biri olan Jean Baptisıe Say, Lauderdale paradoksuna, bu durumu tam anlamıyla savuşturacak bir tanım geliştirerek yanıt verdi. Ona göre, varlık (kullanım değeri) değer (değişim değeri) tarafından kapsanmak ve bütünüyle ortadan kaldırılmalıydı. Letters to Malthus on Political Economy and Stagnation of Commerce (Politik İktisat ve Ticaretin Durgunluğu Üzerine Malthus’a Mektuplar) (1821) adlı eserinde Say, “Lord Lauderdale’in varlık tanımına” bu şekilde karşı çıkmıştı. Say’in bakış açısında göre, varlığın kullanım değeriyle özdeşleştirilmesi bütünüyle terk edilmeliydi. Şöyle yazmıştı: Adam Smith, biri kullanımda olan değer, diğeri değişimde olan değer olmak üzere iki tür değer olduğunu ortaya koyar koymaz, ilkini tümüyle terk eder ve kendisini kitabı boyunca değiştirilebilir değerle meşgul olmaya adar. İşte bu bizzat sizin Bayım Malthus’a sesleniyor Bay Ricardo’nun, benim, hepimizin yapmış olduğu şeydir. Bu nedenle, politik iktisatta başka hiçbir değer yoktur… [Sonuç olarak] varlık, sahip olduğumuz malların değerinden oluşur ve bu durum, değer kelimesini kabul gören ve değiştirilebilen tek değerle sınırlar.
Say, “kuşkusuz doğal zenginlik olan ve insanoğlu için oldukça kıymetli olan, ancak politik iktisadın ilgilenebileceği türden olmayan şeylerin” var olduğunu inkar etmez. Ne var ki, politik iktisat -tümüyle varlık kavramının yerini alacak olan- değer kavramını yalnızca değiştirilebilir değerle sınırlandırmak zorundadır. Değişim değerinin karşıtı olan doğal ya da kamusal varlık kapsam dışı bırakılmalıdır. (7)
Lauderdale Paradoksu, liberal politik iktisadın hiçbir alanında Marx’m deyimiyle John Stuart Mill’in “yüzeysel bağdaştırmacılığı”nda olduğu kadar büyük karışıklıklar yaratmamıştır.(8) Mill’in Politik İktisadın İlkeleri (1848) adlı eseri daha ilk başından itibaren bu temelde çökmüş gibi görünmektedir. Kitabının başındaki “Giriş Notları” bölümünde, Mili, (Say’den sonra) “o halde, varlık, değiştirilebilir değere sahip olan tüm kullanışlı ve kabul edilebilir mallar olarak tanımlanabilir” demiş ve bu şekilde varlığı değişim değerine indirgemiştir. Ama Mill’in karakteristik eklektizmi ve klasik kökleri onu bir yandan da kendi tezini göz ardı ederek, bu durumun neden olduğu daha büyük akıl dişiliği sergilemeye sürüklemiştir. Bu yüzden, aynı bölümde Lauderdale paradoksu hakkında, sermaye birikimi ile ortak varlık arasındaki çelişkiye işaret edilerek yapılan keskin bir yorumu bulabiliriz. Mill’e göre:
Kullanışlı ya da gerekli olsalar da mübadelede getirişi olmayan şeyler, kelimenin Politik İktisatta kullanıldığı anlamıyla zenginlik değildir. Örneğin, hava, en mutlak gereksinim olduğu halde, piyasada fiyatı yoktur, çünkü bedava elde edilebilir; havayı stok-lamak kimseye herhangi bir kâr ya da yarar sağlamaz; onunla ilgili üretim ve dağıtım yasaları Politik İktisattan çok farklı bir çalışmanın konusudur. Ancak, hava zenginlik olmasa da, insanoğlu onu bedava elde ederek daha da zenginleşir, zira bunun tersi durumunda oluşacak olan en yakıcı istekleri karşılamak için gerekli olacak olan zaman ve emek başka amaçlara yöneltilebilmektedir. Havanın, zenginliğin parçası olabileceği koşulları hayal etmek mümkündür. Şayet, denize batırılan dalgıç hücreleri gibi havanın doğal yollarla alınamadığı yerlerde uzun sürelerle kalmak alışılageldik bir durum haline gelseydi, yapay olarak sunulan hava arzı, aynen evlere sağlanan su gibi fiyatlandırılırdı; doğada gerçekleşen herhangi bir devrim sonucu atmosfer tüketimi karşılayamaz hale gelirse ya da tekelleştirilebilirse, hava da çok yüksek bir piyasa değerine sahip olurdu. Böyle bir durumda, mülkiyeli, kişinin kendi isteklerinin ötesinde, sahibine zenginlik sağlardı; insanlara normalde büyük bir felaket gibi gelebilecek böylesi bir olguyla insanlığın genel zenginliği ilk bakışta anmış gibi görünebilirdi. Bu noktadaki yanılgı, havanın sahibi toplumun geri kalanı pahasına zenginleşse de, geriye kalan diğer tüm insanların daha önce bedelsiz elde ettikleri bir şeye ödeme yapmak zorunda kaldıkları için daha yoksullaşacağını anlayamamakta yatmaktadır. (9)
Mili, burada, Lauderdale ile paralel olarak, kapitalist ekonomilerde giderek artan oranlarda tekelci bir nitelik kazanan özel zenginlik yarışma girilmesiyle toplumun kamusal zenginliği ile ortak mallar arasında oluşabilecek geniş bir çatlak olasılığını haber vermektedir. Bununla birlikte, bu derin öngörülerine karşın, Mili, tartışmayı, bu “Giriş Notla-rı”nda kapatmış ve eserin sonunda zenginliği salt değişim değeri olarak tanımlayıp Lauderdale paradoksunu reddetmiştir. Bu durumda, Say’in Smith’in Ulusların Zenginliği’nde tüm kitabı boyunca [ilk tanımlarının ardından] yalnızca değişim değeri ile ilgilendiği- konusunda söyledikleri, aynı zamanda Mill’in Politik İktisadın İlkeleri adlı eseri için de geçerli hale gelmiştir. (10) Doğa, zenginlik olarak değil “bedava” sunulan bir şey, yani kapitalist değer hesabı noktasından bakılınca bedelsiz bir lütuf olarak görülmelidir.
Marx ve Lauderdale Paradoksu
Say ve Mill’den farklı olarak, Marx, Ricardo ile paralel biçimde, Lauderdale paradoksunu desteklemekle kalmadı, kullanım değeri ile değişim değeri, zenginlik ile değer arasındaki çelişkilerin kapitalist üretime içsel olduğunu vurgulayarak bu paradoksu sahiplendi. Felsefenin Sefa-leii’nde, Proudhon’un (Sefaletin Felsefesi’nde), kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki karşıtlığı birbirlerine karıştırarak ele almasını, bu karşıtlığın en dramatik şekilde, “sistemini iki tür değerin ters orantısı üzerine kuran” Lauderdale tarafından açıklandığını işaret ederek yanıtladı. Aslında, Marx, bütün politik iktisat eleştirisini büyük oranda kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişki üzerine inşa etmişti ve bu çelişkinin Kapital’deki savının kilit bileşenlerinden biri olduğunu belirtmişti. Kapitalizmde, ona göre, doğa, değişim değeri uğruna gaddarca harcanmaktaydı: “Yeryüzü, derinliklerinden kullanım değerlerinin sökülüp alındığı bir depodur. (11)
Bu duruş, Marx’ın kapitalist ekonomiyi eş zamanlı olarak hem iktisadi değer ilişkileri terimleriyle hem de doğanın maddi anlamda dönüşümü terimleriyle değerlendirme çabasıyla yakından ilişkiliydi. Bu nedenle, Marx, termodinamiğin birinci ve ikinci yasalarından doğan yeni enerji ve termodinamik kavramlarını üretim konusundaki analizine eklemleyen ilk büyük iktisatçıydı. (12) Buna, -gıdanın ve liflerin, yeryüzüne dönmek yerine, besleyici öğelerini yitirmiş topraklan olan şehirlere aktarılarak havayı ve suyu kirletecek sonuçlara yol açılması sonucunda, insanlarla toprak arasındaki metabolizmanın bozulmasını anlatan metabolik çatlak değerlendirmesinde rastlanabilir. Bu kavrayışa göre, hem doğa hem de emek, gelişimleri bakımından hayali önem taşıyan koşullardan yoksun kılındıkları için soyulmaktadırlar: “teiniz hava” ve su değil, “kirletilmiş” hava ve su, Marx’a göre, işçinin varoluş biçimi haline gelmiştir. (13)
Marx’ın, doğal zenginliklerin birikim uğruna imha edildiği yolundaki analizi, en fazla kapitalist toprak rantı ve bunun endüstriyel tarımla ilişkisi üzerine yaptığı incelemede belirgindir. Ricardo, kendi tarımsal rant teorisini, “toprağın orijinal ve yok edilemez güçleri”ne dayandırmıştı; Marx ise bunu “toprağın yok edilemez hiçbir güce sahip olmadığı” -yani mahvedilebilir olduğu, örneğin ekolojik yıkıma maruz kalabileceği-biçiminde yanıtladı. Marx’ın kapitalist tarım incelemesinin bu noktasında, metabolik çatlak teorisi ile Lauderdale paradoksu bütünlüklü bir eleştiri içinde bir araya getirilmektedir. Yine bu noktada, Marx, sürdürülebilirliği -yeryüzünü “sonraki kuşaklar” için de koruyabilmek adına- gelecekteki tüm toplumlar için maddi bir koşul olarak sık sık dile getirir. Sürdürülebilirliğin koşullarından birinin, hiç kimsenin (hatta bütün bir toplumun ya da tüm toplumların) -iyi ev ekonomisi ilkeleri ile uyumlu olarak gelecek kuşaklar için korumak zorunda olduğumuz-yeryüzünün sahibi olmaması olduğunu vurgular. Modern koşullarda, uygarlıkla yeıyüzü arasında sürdürülebilir bir ilişkinin olabilmesi için, insanlarla doğa arasındaki metabolik ilişkinin birleşik üreticiler tarafından kendi ihtiyaçlarına ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarına göre akılcı bir şekilde planlanması gereklidir. Bu da, yaşam koşullarıyla söz konusu süreçlerin içerdiği enerjinin korunması gerekliği anlamına gelir. (14)
Marx’ın bakış açısına göre insanlığın çoğunluğunu (i) doğayla dolaysız bir ilişki kurmaktan, (ii) üretim aracı olan topraklan ve (iii) yeryüzüyle komünal bir ilişki kurulmasından yoksun bırakan toprak üzerindeki büyük özel tekellerin ortadan kaldırılmasından daha önemli olan çok az şey vardır. Bu çizgide, Herbert Spencer’m Social Slalics (Toplumsal Statik) (1851) kitabının “Yeryüzünü Kullanma Hakkı” bölümünden uzunca bir alıntıyı zevkle yapar. Burada, Spencer açıkça şöyle der:
“Eşitlik… ne toprakla mülkiyete ne de geride kalanların yalnızca sefalet içinde yaşamasına izin verir? Toprağın özel mülkiyete konu edilebileceği herhangi bir tarzın keşfedilmesi imkansızdır… Toprak üzerindeki dışlayıcı mülkiyet iddiası toprak sahibi despotizmiyle ilişkilidir.” Toprak, diye vurgular Spencer, esasen “büyük tümleşik gövdeye, topluma” aittir. İnsanlar yeryüzünün “ortak mirasçıları”dır. (15)
Her ne kadar, Marx, doğaya münhasıran insan açısından, kullanım değerlerinin sürdürülebilirliği terimleriyle yaklaşmışsa da, aynı zamanda doğanın basil bir metaya dönüştürülmemesi hakkından da söz ettiği yerler vardır. Bunun için, Thoınas Münlzcr’in meşhur karşı çıkışma başvurmuştur. Gelişmekte olan burjuva toplumunda, “tüm yaratıklar, sudaki balıklar, havadaki kuşlar, topraktaki bitkiler metaya dönüştürülmüştür – yaşayan tüm canlılar da özgürleşmelidir. (16)
Ekoloji ve Emek Değer Teorisi
Çevreci düşünürler (sosyalist olanlar ve olmayanlar) konik biçimde sık sık Marx’ın kapitalizm eleştirisi için başvurduğu emek değer teorisinin onu bugün ihtiyaç duyulan ekolojik-bilinçli değer analiziyle dolaysız karşıtlığa sürüklediğini öne sürmektedirler. Small Is Beautiful (Küçük Güzeldir) adlı eserinde, E.F. Schumacher, modern toplumda “bizzat üretmediğimiz her şeyi değersiz görmek” gibi bir eğilimin olduğunu dile getirmiştir. “Büyük Dr. Marx bile ’emek değer teorisi’ olarak bilinen formülasyonunda aynı büyük yanılgıya kapılmıştır.” Yakın tarihli bir çevre sosyolojisi seçkisine katkıda bulunan Luiz Barbosa ise, Marx’m “ham maddelerin bize doğa tarafından lütuf olarak (bedava) verildiğine ve ona değer kazandıranın insan emeği olduğuna inandığını” yazmıştır. “Yani, Marx, doğanın içkin değerini görmeyi başaramamıştır.” Eko-sosyalist Jean-Paul Deleage da, Marx’ın, emeği tek değer kaynağı haline getirerek, “doğal kaynaklara hiçbir içkin değer atfetmediğinden” yakınır. Sosyal ekolojist Malthevv Humphrey, “Marx’m, in-san-dışı doğanın değersiz gibi görüldüğü emek değer teorisine bağlılığının”, “onun insan merkezci bakış açısının” göstergesi olarak ele alınabileceği görüşüne itibar eder.(17)
Bu noktada, Marx’m politik iktisat eleştirisinde kullandığı örneğin doğanın bir “lütuf” olduğu gibi kavramsal kategorilerin ve bizzat emek değer teorisi kavramının, Marx’ın klasik politik iktisat eleştirisine -sistemin gerçek eğilimlerini ve çelişkilerini gösterdikleri oranda- dahil ettiği klasik-liberal politik iktisat buluşları olduğunu unutmamak gerekir. Marx, bu kavramları burjuva toplumunu ve onun sınırlı toplumsal kategorilerini aşma hedefini ortaya koyduğu tezinde kullanmıştır. Doğanın sömürülmeye açık bir “lütuf” olduğu fikri -Marx’lan önce- açık bir biçimde fizyokratlar ve Adam Smith, Thoınas Malthus, David Ricardo, John Stuart Mili tarafından savunulmuştur. (18) Dahası, Marx’tan çok sonra bile ana akım iktisat tarafından yaygınlaştırılmıştır. Marx, bu durumu burjuva politik iktisadının bir gerçekliği olarak kabul ediyor olsa da, yine de böyle bir bakış açısının ne gibi toplumsal ve ekolojik çelişkiler barındırdığının oldukça farkındadır. Bu nedenle, 1861-63 İktisadi El Yazılan’nda, bir yandan çevrenin “doğanın insana bir lütfü” olduğu biçimindeki “fizyokrat tanımın” ardına sığınan, bir yandan da doğanın üretim açısından somut anlamda mülk edinilmesinin -ve kapitalist toplumda buna dayanarak kurulan bütün değer çerçevesinin- aslında bütün bir tarihsel anlamda özgün toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini gözden kaçıran Mallhus’a defalarca çatmıştır. (19)’ Yeryüzünün gelecek kuşaklar için korunması gerekliliğine vurgu yapan Marx’a göre, bedava bir nesne olarak çevre üzerindeki kapitalist anlamda mülk edinilmesi, doğal zenginlik ile onu sistematik olarak “soyan” bir sermaye birikimi sistemi arasındaki çelişkiye işaret etmektedir.
Ayrıca, doğanın “bedava bir lütuf” olarak görülmesi kapitalist ekonominin işleyişine içkin bir nitelik olduğu için, neoklasik ekonominin altyapısını oluşturan temel bir önerme olarak da görülür. Bu önerme, on dokuzuncu asır sonu büyük neoklasik iktisatçısı Alfred Marshall tarafından da bir aksiyom olarak tekrar edilmiş ve Ortodoks ekonomi kitaplarında yer almayı sürdürmüştür. Bu nedenle, Campbell McConnell tarafından yazılmış çok yaygın kullanılan bir iktisada giriş kitabının onuncu baskısında (1987) şöyle yazar: “Toprak, üretim sürecinde kullanılabilir olan tüm doğal kaynakları -doğanın tüm bedava lüluflarım-ifade eder.” Aynı kitabın ilcriki sayfalarında şunu okuruz: “Toprağın üretim maliyeti yoktur; o ‘doğanın çoğaltılamaz ve bedava bir lülfudur’. (20) Aslında, bu önerme neoklasik iktisat açısından öylesine hayatidir ki, ana akım çevreci iktisatta da varlığını sürdürür. Örneğin; Nick Hanley, Jason F. Shogren ve Ben White meşhur Introduction to Envi-ronmenlal Economics (Çevreci İktisada Giriş) (2001) adlı eserlerinde “doğal sermaye, doğanın tüm [bedaval füturlarını içerir” buyururlar. (21)
Yeşil eleştirmenler, klasik politik iktisada (ya da neoklasik iktisada) dair oldukça bulanık bilgileriyle, Marx’m emek değer teorisine -yalnızca emeğin değer yaratabileceği fikrine- bağlılığına sık sık olumsuz yargılarla odaklanırlar. Ancak emek değer teorisinin Marx’ın politik iktisat eleştirisiyle sınırlı olmadığını, klasik politik liberal iktisadın da bütün zeminini oluşturduğunu unutmamakta yarar vardır.
Emek değer teorisinin ekoloji karşıtı doğasına işaret eden yanılgılar, değer ile zenginlik kategorilerinin karıştırılmasından kaynaklanmaktadır -zira, bugünün kabul gören iktisat anlayışında, bu kategoriler eşanlamlı olarak ele alınmaktadır. Say, Mili ve diğerlerinin özerk bir kategori olan zenginliği (kullanım değerini) göz ardı etmelerini sağlayan ve devamında gelecek olan neoklasik iktisadi gelenek için gerekli ortamı hazırlayan Lauderdale paradoksundan başkası değildir. Kapitalist mantıkla, doğanın değersiz oluşuna (yani bedava bir lütuf oluşuna) dair herhangi bir soru işareti yoktur. Sorun, daha ziyade değerden farklı olarak zenginlik kavramının ekonominin merkezinden nasıl uzaklaştırılacağıdır, zira bu kavram eleştirel -ve bugün “ekolojik” olarak da niteleyebileceğimiz- bir bakış açısını da beraberinde getirmekledir.
Marx, bahsedildiği gibi, “değer eşittir zenginlik” yanılgısının peşine takılan diğer sosyalistleri de eleştirecek kadar ileri gidip, zenginlik-değer ayrımının göz ardı edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. İnsan emeği zenginliğin kaynaklarından biriyse -kapitalizmde değerin temelini oluşturan kaynaksa- , doğanın da zenginliğin diğer vazgeçilmez kaynağı olduğunu ileri sürmüştür. Emeği zenginliğin tek kaynağı olarak görenler -kapitalist değer analizinin meta fetişizmi tuzağına düşenler-, bu yüzden emeğe “doğaüstü yaratıcı güç” payesi vermekledirler. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nin başında, “emek” der, “tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, kendisi de sadece doğal gücün, insani emek gücünün bir ifadesi olan emek kadar kullanım değerlerinin (ve elbette bu değerlerin içerdiği maddi zenginliğin!) bir kaynağıdır.” Κapital’in girişinde, klasik politik iktisadın kurucusu William Petty’den şu alıntıyı yapar: “Emek maddi zenginliğin babası, doğa annesidir.” (22) “İnsan ve doğa” der Marx, zenginliğin yaratılmasında “işbirliği yapmayı sürdüren iki orijinal kaynaktır.” Kapitalizmin doğayı kendi değer hesaplamasına eklemlemeyi başaramaması ve değerle zenginliği birbirine karıştırma eğilimi, sermaye rejiminin temel çelişkileridir. “Marx’ı doğaya değer biçmemekle suçlayanlar” der Paul Burkelt, “eleştiri oklarım bizzat kapitalizme yöneltmelidirler.” (23)
Lauderdale’e paralel olarak, halta daha da vurgulu ve kararlı bir şekilde, Marx kapitalizmin (insan emeğinin toplumsal karakterini de içeren) zenginlik pahasına değer biriktirmeye dayanan bir sistem olduğunu ortaya koymuştur. Kapitalist, der Marx, dünyayla ilişkisini şöyle tanımlar: “Benden sonrası tufan!” (24) Ya da sık sık dile getirdiği gibi, sermaye doğayla vampir benzeri bir ilişki kurar; yani ihtiyaç duyduğu kanı dünyadan emen bir çeşit yaşayan ölüyü temsil eder. (25)
Ruhani İktisatçılar ve Karşıtları
En yüksek seviyesine Ricardo ve Marx’ın eseriyle ile ulaşan klasik zenginlik kavramı, neoklasik iktisadın yükselişiyle birlikte tersyüz edilecekti. Bunun en iyi örneği, Avusturya iktisat ekolünün ve daha genel olarak neoklasik iktisadın kurucularından biri olan Cari Menger’in çalışmasıdır. Menger, (Marx’m Kcıpiiafinden sadece dört yıl sonra yayınlanan) Principles of Economics (İktisadın İlkeleri) adlı eserinde, “ilk bakışta muazzam derecede etkileyici” olduğunu ancak yanlış tespitlere yaslandığını ileri sürdüğü Lauderdale paradoksuna (ki “paradoks” adlandırması da Menger’den çıkmış olabilir) doğrudan saldırmıştır. Men-ger’e göre, hem kullanım değeri/değişim değeri hem de zenginlik/değer ayrımlarını reddetmek önemliydi. Zenginlik bugün öznel laydalardan kaynaklandığı kabul edilen değişime dayanıyordu. Lauderdale ve Pro-udhoıı’a yanıt vererek, doğada yaratılacak planlı bir kıtlık üretiminin (sermayeye) fayda sağlayacağında ısrar ediyordu. Aslında, Lauderdale’i baş aşağı çevirerek, “sınırsızca ulaşılabilir olan (ekonomik olmayan) malların (örneğin hava, su, doğal çevre) uzunca bir süreç içinde düzenli olarak azaltılmasını” teşvik etmenin anlamlı olduğunu çünkü bunun, “sonunda bunları bir nebze kıtlaştırmak ve böylelikle de, bu şekilde artacak olan zenginliğin bileşenlerinden birisi haline getirmek durumunda olacağını” söylemiştir. Menger, aynı bakış açısı içinde, içme suyunun da kıtlığına bağlı olarak nihayet ekonomik bir mala dönüştürülebileceğini öne sürmüştür. Lauderdale’in paradoks ya da lanet olarak gördüğü şeyi -yani özel zenginliklerin kamusal zenginliğin yok edilmesi yoluyla artırılmasını- ekonomide neoliberalizmin öncülerinden biri olan Menger kendi içinde bir amaç olarak görmektedir.(26)
Zenginlik paradoksunu iktisattan çıkarmaya yönelik bir girişim, yeraltındaki iktisat içindeki diğerleri ile birlikte Henry George, Thorstein Veblen, Frederick Soddy gibi iktisatçıların ağır suçlamalarına maruz kaldı. George, çok salan eseri Progress and Poverty’te (İlerleme ve Yoksulluk) (1879) toplumsal bir zenginlik kavramının korunmasının önemini vurguladı:
Kolektif ya da genel zenginlik dikkate alındığında asla zenginlik olarak görülemeyecek birçok şeyden yaygın olarak zenginlik diye söz ediliyor. Bu tür şeylerin? bireyler ya da birey grupları arasında zenginlik elde etme kudretini temsil ettikleri müddetçe, değişim değen vardır; ancak azalmaları ya da artmaları zenginlik toplamım etkilemediği ölçüde bunlar [toplumsal bir bakış açısından] gerçek anlamda zenginlik değillerdir. Bonolar, konul kredileri, borç senetleri, banka senetleri ya da zenginliğin transferi için kullanılan başka taahhütler böyledir. Değerleri yalnızca başka bir sınıfın bir başka sınıfın kazançlarına el koyma gücünü temsil eden köleler böyledir. Değerleri yalnızca münhasır kullanım hakkının belli kişiler lehine kabul edilmesinin sonucu olan ve sadece mülk sahiplerine bunları kullananlar yerralmdan üretilen zenginlikten pay talep etme gücü verilmesini temsil eden topraklar ve diğer doğal (irşatlar böyledir? Egemen siyasi iktidarın değiştirilmesiyle, toplam zenginlik bir tutam bile azalmadan borçlar iptal edilebilir, köleler özgürleştirilebilir, toprak tüm halkın orıak mülkiyeli haline getirilebilir, çünkü birileri kaybederken birileri kazanacaktır. (27)
Zenginliğin iktisattaki değişen tanımlarını dikkatle inceleyen George, Say, Mili ve Avusturya iktisat ekolünü kullanım değeri kavramını geçer-sizleştirmekle ve zenginliği bütünüyle değişim değeriyle tanımlamakla suçlamıştır. Üretilmiş zenginliğin, esasen “maddeye kazınmış olan çabanın” sonucu olduğunu ve üretilebilir kullanım değerleriyle ilişkilendiril-mesi gerekliğini ileri sürer. Değer emekten kaynaklanır. Marx gibi, o da, hiçbir şeyin yalnızca emekle yaratılamayacağını, “hiçbir şeyin yoktan var edilemeyeceğini” (28) öne sürerek Yunan materyalizminin (Epikuros ve Lucrelius tarafından oluşturulan) temellerine yaslanır.
Diğer muhalif iktisatçılar da, zenginliğe dair dar ortodoks iktisadi yaklaşıma karşı çıkmışlardır. Veblen, asalak mülk sahipliği rejimi koşullarında kapitalist iktisadın temel itkisinin kamusal zenginliğin özel yarar adına ele geçirilmesi olduğunu ortaya koymuştur. “Başka yerlerden çok daha kararlı ve yaygın biçimde” Birleşik Devletlerde uygulanmasından ötürü bu duruma “Amerikan planı” adını vermiş ve onu, Lauderdale-benzeri terimlerle, bütün kamusal zenginlikleri, yasallaştırılmış bir el koyma planı ekseninde, özel kazanıma dönüştürmeyi amaçlayan -özellikle de verimli toprakların ele geçirilmesiyle ve özel kazanca dönüştürülmesiyle damgalanan- yerleşik bir pratik olarak tanımlamışın. Bu gaddarca sistem oluşum aşamalarını Birleşik Devletlerdeki kölecilik döneminde ve “ülkenin Kızılderili nüfusuna uygulanan zulüm ve insan boğazlama” (29) döneminde geçirmiştir.
Kimya dalında 1921 Nobel ödülü sahibi olan Soddy, ekolojik iktisadın önemli öncülerinden biriydi. Kendisi bir Marx hayranıydı ve Marx’ın insan emeğini tüm zenginliğin kaynağı olarak gördüğünü düşünmenin yanılgı olacağını öne sürüyordu. Marx, Soddy’ye göre, emeği zenginliğin babası, yeryüzünü ise anası olarak görmekte Petty ve klasik geleneğin takipçisiydi. (30) Doğanın cömertliği, dünyanın “genel zenginliğinin” bir parçasıydı. Soddy, ana akım iktisadı eleştirirken Lauderdale paradoksunu yeniden hatırlatarak şöyle diyordu:
Daha eski (klasik) iktisatçıların “zenginliği” tanımlama çabasına karmaşa hakimken, modern (neoklasik) iktisatçı herhangi böyle bir tanım yapmak konusunda bile kuş kadar ürkektir. Zenginlik, diyebiliriz ki, hayatı olanaklı kılan zorunlulukları ya da aynı şekilde dolaysız ve kabul edilebilir şeyleri kapsar, ancak gün ışığı, oksijen veya su gibi sınırsız bollukla bulunduğunda, bunlar olmaksızın bir hayattan söz edilemeyeceği halde iktisadi anlamda bir zenginlikten söz edilemez.
Bu noktada Soddy, şöyle yazmıştır: “hayatın bilimsel yasalarından bihaber olan iktisatçı herhangi bir zenginlik tanımına da ulaşmamıştır” ya da çevreye verilen zararın ışığında bakıldığında doğaya ve topluma yönelik maliyetler hakkında hiç düşünmemiştir. (31) Mill’in Lauderdale Pa-radoksu’na çarpık bakış açısına değinen Soddy, piyasa değiş tokuştum tek değer/zenginlik kriteri olarak görüp gıda, yakıt ve hava gibi şeylerin kıtlaştırılmasıyla insanlığın zengin olacağını düşünenlerin “tuhaf çar-pıtmaları”dan da söz eder. Ortaya çıkan sonuç, “iktisatçıfnın] kendisini oldukça tuhaf bir ikilemin boynuzlarına dibine kadar oturtması? olmuştur. (32)
iktisat dünyasının yeraltından yükselen keskin eleştirilere karşın, baskın neoklasik gelenek toplumsal (ve doğal) maliyetler sorununu -analizinin ana gövdesinde- göz ardı ederek toplumsal/kamusal zenginlik kavramından giderek uzaklaşmıştır. Bu şekilde, ekolojik iktisatçı K. William Kapp’ın 1950 tarihli meşhur Social Cosls of Private (Özel Girişimin Toplumsal Maliyeûeri) kitabında açıkladığı gibi, Pigou’nun Eco-nomics of Welfare (Refah Ekonomisi) adlı eserinin yayınlanmasıyla ortodoks geleneğe önemli bir türev girişin eklenmiş olmasına karşın, “toplumsal maliyetler analizinin değer ve fiyat teorisinin ana gövdesi dahilinde değil, sözüm ona refah ekonomisi olarak ayrı bir sistem biçiminde ortaya konduğu” doğrudur. Kapp, toplumsal zenginlik/toplumsal maliyetler sorununun tamamına dair Lauderdale’in izini sürmüş ve Marx’ı kapitalizmin dünyayı soymasının en keskin eleştirmenlerinden biri olarak görmüştür. (33)
Lauderdale Paradoksu’nun Dönüşü
Bugün, Lauderdale paradoksu, ilk kez formüle edildiği on dokuzuncu asır başında olduğundan bile daha önemlidir. Su kıtlıkları, hava kirliliği, dünya çapındaki açlık, arlan yakıl darboğazları ve yeryüzünün ısınması arlık egemen küresel gerçekliklerdir. Dahası, sistem içinde suyun tüm dünyada özelleştirilmesi eğilimi gibi örneklerde olduğu gibi bu kıt kaynakları sömürerek özel zenginlikleri artırma girişimleri de hazır ve nazırdır. Bu nedenle önde gelen ekolojik iktisatçılardan Herman Daly, “Lauderdale Paradoksu’nun -bu kez intikam amacıyla- Dönüşü”nden söz etmekledir. (34)
Kabul gören iktisadın ekolojik çelişkileri en fazla gezegenin çevresel krizine yanıt vermek konusundaki yetersizliğinde açıkça görülmektedir. Bunun en açık göstergeleri, yüz yüze olduğumuz tehlikenin boyutlarını kavramak konusunda sürekli yanılgılara kapılmak ve bu krizi çözmek için sunulan dar birikim stratejileri önermektir. Bu göstergelerin ilki önde gelen Ortodoks iktisatçıların -hatta çevresel konularda uzmanlaşmış olanların bile- rahatsız edici boyutlardaki budalalıklarında görülebilir. Bu budalalık, değişim değerlerini ölçen ama kullanım değerlerini yani doğa ve kamusal zenginlik sorunlarını büyük oranda dışlayan çarpık bir muhasebeden kaynaklanmaktadır. Bununla ilgili olarak 1991 tarihli Science dergisinde Nordhaus’tan şu alıntı yapılmıştır: “Ekonominin iklim değişimine duyarlı kısmı olan tarım ulusal çıktının yalnızca yüzde üçünü oluşturmaktadır. Bu da, yalnızca tarımda yaşanan düşüş nedeniyle ABD ekonomisi üzerinde büyük bir etkinin ortaya çıkmayacağı anlamına gelir.” Bu bakışa göre, ABD tarımmdaki düşüş bir bütün olarak ekonominin üzerinde küçük bir etkide bulunacaktır! Açıkçası bu, doğanın değil, kapitalist ekonominin—maddi gerçeklikleri değerlendirme konusundaki yetersizliği ile ilgili olan bir çelişkisidir. Oxfordlu iktisatçı Wilfred Beckerman “ABD tarımının net çıktısı önümüzdeki asrın sonunda yüzde elli oranında bile düşecek olsa bu GSYİH’da yalnızca yüzde 1.5lik bir düşüşe neden olur” iddiasında bulunduğu Small Is Slupid {Küçük Aptaldır) (1995) adlı kitabında aynı miyop bakış açısını sergilemiştir. Bu bakış açısı onu, her zamanki iş yükünden kaynaklanan küresel ısınmanın dünya çıktısında “göz ardı edilebilecek” bir etkiye sahip olacağı sonucuna varmaya kadar sürüklemiştir. Aynı şekilde, İsveç Bankası İktisadi Bilimler Nobel Ödülü sahibi Thomas Schelling de, 1997’de Foreign Affairs adlı dergide şöyle yazmıştır: “[gelişmiş dünyadaki] Tarım ekonominin iklimden pratik olarak etkilenen tek sektörüdür ve bu sektör ulusal gelire -Birleşik Devletler’de yalnızca ufak – yüzde üç -bir katkıda bulunur. Tarımsal ürelim iklim değişimi nedeniyle keskin bir düşüş yaşayacak olursa, yaşam maliyetleri de kişi başına gelirin iki misline çıktığı bir dönemde yüzde bir ya da iki oranında artacaktır. (35)
Burada altta yatan varsayım -tarımın iklim değişimine duyarlı tek ekonomik sektör olduğu varsayımı- açıkça yanlıştır. Ancak bu tür görüşlerde asıl sıra dışı olan şey, bu önde gelen neoklasik iktisatçıların taktıkları at gözlüklerinin sağduyu ışınlarının sızmasını bile etkili biçimde engelliyor olmasıdır. Bu tür hesapların bütün bir maddi varoluş alanıyla değil yalnızca ekonomik katma değerle ilişkili olmasına karşın, GSYİH hesapları her şey haline gelmektedir. Burada, ulusal gelir hesabının dışında doğayı (ve insanlığı) kapsayan bir sistem olarak üretim kavrayışından eser yoktur. Bu halele bile, öne sürülen görüşler rahatsız edici boyutlarda budalacadır -tarımsal üretimin yarı yarıya düşmesi halinde gıda fiyatlarında sıra dışı bir patlama olacağı fark edilmemektedir! “Dünyayı kasıp kavuran bir açlık dalgasından” söz edildiği ve dünya çapında gıdaya güvenli erişimden uzak en az bir milyar insanın olduğu gerçeği ışığında, yalnızca on yıl önce önde gelen anaakım çevreci iktisatçılar tarafından öne sürülen bu görüşler suçluluk düzeyinde cahilce kalmakladır. (36)
Küresel ısınmanın ekonomi üzerindeki “ılımlı etkileri”ne işaret eden aynı çarpık muhasebe 1993’te Nordhaus’u iklim değişimini “ikincil bir sorun” olarak sınıflandırmaya ve “pek çok iktisadi çalışmayla ortaya çıkan sonuca paralel olarak ılımlı kısıtlamalar uygulamayı ve daha önemli sorunlara odaklanmayı” önermeye sürüklemiştir. Nordhaus, her ne kadar bilim insanlarının mevcut eğilimlerle bağlantılı çevresel felaketler konusunda kaygılandıklarını kabul etse de, çok sayıda iktisatçı bu konuda daha “iyimserdir. (37)
Bunların hiçbiri bizi şaşırtmamalıdır. Kamusal refah konusunda kapitalizmin genel yönelimi, iyi bilindiği gibi, kaynakların ve insan emeğinin toplumun tepesindekilere ölçüsüzce zenginlik sağlamak amacıyla yoğun biçimde sömürüldüğü yukarıdan aşağıya doğru işleyen bir ekonomidir. Bu durum, bu zenginliğin bir kısmının sonuçta aşağıdakilere de ulaşacağı biçimindeki sahte vaatle meşrulaştırmaktadır. Benzer bir biçimde, sistemin ekolojik vaatleri de, “yukarıdan aşağıya ekoloji” olarak adlandırılabilir. Bize, sınırsız birikimin önünü açtığımız sürece, çevrenin sürekli daha fazla verimlilikle -bir tür ikincil etki- iyileştirileceği söylenmektedir. Oysa sistemin bu kadar kutsanan verimliliğinin son derece kısıtlı ve yıkıcı türden bir verimlilik olduğu gerçeği asla dile getirilmemektedir.
Kapitalizmin Lauderdale Paradoksu tarafından dile getirilen tuhaflıklarından biri de, kıtlıktan besleniyor olmasıdır. Bu nedenle, bir sistem olarak kapitalizm açısından bolluk kadar tehlikeli bir şey daha yoktur. Bu nedenle, israf ve yıkım sistem açısından akılcıdır. Her ne kadar büyüyen çevresel maliyetlerin iktisadi kalkınmayı kısıtlayacağı sıkça dile getirilse de, kapitalizmde bu tür maliyetlerin doğaya (ve topluma) doğru dışsallaştırılmaya devam edildiği de gerçektir. Bu durum da ısrarlı bir biçimde doğanın (kamusal zenginliğin) çeşitli parçalarının seçmece bir biçimde metalaştırılması yoluyla özel zenginlik için yeni fırsatlar yaratılmasını sağlar.
Tüm bunlar, yaygın biçimde inanıldığı gibi, yükselen ekolojik maliyetlerden ekonomik krize dek, kapitalizmin uygarlığın ve hayatın kendisinin biyosferik koşulları üzerindeki yıkıcı etkilerini denetim altına alacak gerçek bir geri besleme mekanizmasının olmadığı gerçeğine işaret etmektedir. Sistemin yıkıcı mantığı yüzünden, gezegensel yıkımdan kâr elde etmeyi amaçlayan, atık yönetimi sanayi ve karbon ticareti gibi yeni sanayiler ve piyasalar ortaya çıkmaktadır. Bu yeni piyasalar, sermayenin hareket yasaları tarafından durmaksızın yaratılan sorunlara kısmi ve anlık “çözümler” sundukları gerekçesiyle meşrulaştırılmaktadır. (38)
Aslında, doğal kıtlığın artması, dünyanın ortak mallarının daha da fazla özelleştirilmesi için altın bir fırsat olarak görülmekledir. Ortak malların bu biçimde özelleştirmesi trajedisi, bir yandan doğal çevrenin yıkımını hızlandırırken öte yandan da bu doğal çevrenin üzerine binen sistemi genişletmektedir. Bunun en iyi örneği, bugün küresel birikim için yeni bir mega piyasa olarak görülen içme suyu sektörünün hızla özelleştirilmesidir. İçme sularının kuruması ve kirlenmesi kamusal zenginliği yok etmekte, sermaye için yatırım fırsatları yaratmakta, giderek daha fazla kıtlaşan suyun satışından elde edilen kârlarsa gelire ve zenginliğe bir katkı gibi görülmektedir. Bu nedenle, BM Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’nun 1998’de Paris’te yapılan bir konferansta, hükümetlerin su kıtlığı sorunlarını aşmak için su hakları konusunda “açık piyasalar” kurarak yüzlerini “büyük çokuluslu şirketlere” çevirmesi gerektiğini önermesi şaşırtıcı değildir. Küresel su devi Suez’in CEO’su Ge-rard Mestrallel açıkça şu sözleri sarf etmiştir: “Su, verimli bir üründür. Su, normalde bedava olan bir üründür ve bizim işimiz onu satmaktır. Öte yandan su, yaşamak için mutlak anlamda elzem bir üründür.” Sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Başka [giderek kıtlaşan su kaynaklarının özel zenginlik adına tekelleştirilmesinden başka] nerede, fiyatların ve hacimlerin, çeliğin aksine, ender biçimde düştüğü bütünüyle uluslararası olan bir iş alanı bulunabilir?”(39)
Kıtlıktan kâr etme fırsatı sunan tek ürün su değildir. Yakıt ve gıda için de aynı durum geçerlidir. Dünya petrol talebi arzı aştığından giderek artan petrol darlıkları -petrol rezerv tavanının da yaklaşmasıyla birlikte- fosil yakıtların ve genelde enerji fiyatlarının artmasına ve tarım sektöründe gıda ürünlerinden yakıl ürünlerine doğru yaşanan bir kaymaya neden olmuştur. Bu durum da (hükümetler tarafından “ulusal güvenlik” kaygılarıyla desteklenen) tarımsal yakıt piyasasında bir patlamanın önünü açmıştır. Sonuç, gıda fiyatlarında hızlı bir artışı ve dünya çapındaki açlığının zirveye tırmanmasını tetikleyen daha da büyük gıda kıtlıkları olmuştur. Spekülatörler, bu durumu, toprakların ve birincil meta kaynaklarının tekelleştirilmesi yoluyla hızla daha da zenginleşmek için fırsat olarak görmüşlerdir. (40)
Benzer sorunlar, karbon emisyonlarını azaltırken kârları artırmayı hedefleyen karbon ticareti planları konusunda da ortaya çıkmaktadır. Bu tür planlar, bu konuda yapılan tüm deneylerin -emisyonları düşürmek konusunda- başarısızlığa uğradığı gerçeğine karşın yapılmaya devam edilmektedir. Burada, sermayenin genişlemesi hayatın yaşamsal koşullarını korumak konusundaki kamusal çıkarların önüne geçmektedir. Yönetici sınıf çevreleri daima, başka alanlarda olduğu gibi bu alanda da radikal yapısal değişimleri engellemektedir, zira toplumsal-çevresel ilişkilerde meydana gelebilecek herhangi bir kayda değer dönüşüm üretim Çarkının kendisine meydan okumak ve ekolojik-kültürel bir devrim başlatmak anlamına gelecektir.
Aslında, sermaye birikimi noktasından bakıldığında, özel zenginlik fırsatlarını artıran küresel ısınına ve çölleşme gizliden gizliye birer nimettir. Bu nedenle, yeniden Lauderdale’in sorusuna geri döneriz: “Bir ülkenin zenginliğini artırmanın aracı olarak… normalde bolluğu, haklı olarak toplum açısından en büyük nimetlerden birisi olarak görülen suda kıtlık yaratmayı öneren bir insanın yaklaşımı hakkında ne söylenebilir? Ancak böyle birinin, bu yolla, özel zenginlikler kitlesini artırmayı başaracağı kesindir.” (41)
Elbette çok sayıda ekolojik eleştirmen, “doğal sermaye”nin kayıplarını içerecek yeni yeşil hesaplama sistemleri tasarlayarak doğanın uğradığı yıkımla ilgili çelişkilere çözüm önermeye çalışmıştır. (42) Her ne kadar bu tür girişimler sistemin akıldışılığını teşhir etmek bakımından önemli olsalar da, bunlar, mevcut ulusal muhasebelerin (insanın emek gücü de dahil) doğal aktörleri değer-dışı bırakan/değersizleşliren kapitalist gerçeklikleri yansıttığı katı gerçeğini es geçmektedir. Bunu değiştirmek için, sistemi aşmak gerekir. Küresel ekolojik krizin yaşandığı çağımızda, egemen değerleme tarzı, kapitalizmin, gezeğenin imhasından kar elde etmesine neden olan, toplumsal ve çevresel değersizleştirme tarzının gerçek bir yansımasıdır.
Marx’m eleştirisinde, değer, zenginliğin yabancılaşmış bir biçimi olarak ele alınıyordu. (43) Gerçek zenginlik doğadan ve iş gücünden kaynaklanıyor ve sahici insani ihtiyaçların giderilmesiyle ilişkilendiriliyordu. Aslında, Marx, “kullanım değerleri üreten emeğin, kendisi tarafından üretilen maddi zenginliği, yani maddi zenginliğin tek kaynağı olduğunu söylemek yanlış olur… Kullanım değeri daima doğal bir öğeyi içerir… Emek insanın varoluşunun doğal bir koşulu, insanla doğa arasındaki maddi alışverişin [metabolizmanın] bir koşuludur.” Bu noktadan bakınca, Lauderdale Paradoksu iktisadi analizin basit bir bilmecesi değil, Marx’ın da vurguladığı gibi, sadece “tüm zenginliğin ilksel kaynaklarını yani toprağı ve işçiyi eş zamanlı olarak görmezden gelerek” gelişen bir sistemin temel çelişkisidir. (44)
Notlar
1)Richard York, Breli Clark, and John Bellamy Fosler, “Capitalism in Wondcrland,” Monthly Revievv 61, no. 1 (May 2009), 4-5.
2)John Maynard Keynes, The General Theoty ojEmploymeıü, Interesl and Money (London: Mac-millan, 1973), 32.
3)James Maitland, Earl of Lauderdale, An lnquiry into the Nctlurc and Origin oj Public Wttıli/ı and into the Means and Causes oj its Increase (Edinburgh: Archibald Conslable and Co.. 1819). 37-59. Lauderdale’s Notes on Adam Smil/ı, ed. Chuhei Sugiyama (New York: Routledgc, 1996), 140-41. Lauderdale, klasik politik iktisatla Malıhus’a yakındı ancak klasik değer teorisini genel anlamda reddediyor, üç üretim faktörüne vurgu yapıyordu (toprak, emek ve sermaye). Ricardo’yu burjuva politik iktisat alanında ölçül olarak alan Marx bu nedenle Lauderdale den bir leorisyen olarak uzak duruyordu, ama onun kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişki fikrine yakındı. Bugün bile, Lauderdale’in kamusal zenginliklerin harcanması uğruna kişisel zenginlik kazanılması konusundaki olağanüstü eleştirisi onun iktisat tarihindeki en büyük muhalif seslerden biri olarak anılmasını sağlamakladır.
4)Roberl Brown, The Nalure oj Social Lcıvvs (Cambridge: Cambridge Universily Press, 1984), 63-64.
5)Kari Marx, A Conlribution lo the Cıîlique oj Polilical Ecanomy (Moscow: Progress Publishers, 1970), 27.
6)David Ricardo, On the Principles ojPolilical Economy and Taxation, vol. 1, Worhs and Corres-pondence oj David Ricardo (Cambridge: Cambridge Universily Press, 1951), 276-87; George E. Foy, “Public Vvealıh and Private Riches,” Journal oj Intcrdisciplinaty Economics 3 (1989): 3-10.
7)Jean Baptiste Say, Tellen ίο Thomas Roberl Mallhus on Polilical Economy and Slagnalion oj Çommerce (London: G. Harding’s Bookshop, Ltd., 1936), 68-75.
8) Kari Marx, Capital, vol. 1 (London: Penguin, 1976), 98.
9) John Stuarl Mili, Principles oj Polilical Economy wilh Some oj iheir Applications lo Social
l’hilosophy (Nevv York: Longınans, Green. and Co., 1904), 4, 6.
10) Mili, Principles oj Polilical Economy, 452-55.
11) Kari Marx, The Poverty of Philosophy (Nevv York: İnlernalional Publishers, 1964), 35-36,
and Theories oj Surplus Valuc (Moseovv: Progress Publishers, 1968), part 2, 245; Kari Marx and
Frederick Lngels, Selecled Correspondence (Moscow: Progress Publishers, 1975), 180-81 (Marx lo
Engels, Augusl 24, 1867).
12) Paul Burkell and John Bellamy Fosler, “Melabolism, Energy, and Enlropy in Marx’s Crili-
qııe of Polilical Economy,” Theory and Sociely 35, no. 1 (February 2006): 109-56, and “The Podo-
linsky Mylh,” llinorical Malerialism no. 16 (2008): 115-61; John Bellamy Fosler and Paul Burkell,
“Classical Marnsın and ıhe Second Law of Thermodynamics,” Organizalion & Environment 21, no.
1 (March 2008): 1-35.
13) Kari Marx, Early VVıiliııgs (New York: Vinıage, 1974), 359-60
Kari Marx, Capilal, vol. 3 (London: Penguin, 1981), 911, 959, and Theories oj Surplus Va-lue, parı 2, 245. John Bellamy Fosler, The Ecological Revolulion (Ncw York: Monthly Revievv Press, 2009), 161-200
14) Kari Marx, Dispulches jor the New York Tribüne (London: Penguin, 2007), 128-29; Hcrberl Spencer, Social Sıatics (Nevv York; D. Applelon and Co. 1865), 13-44. George R. Geigcr, The l’hi-losophy ojHcnry George (Nevv York: Macmillan, 1933), 285-335
15) Marx, Early VVriiiugs, 239; Thoınas Münlzer, Collecled VVorhcrs (Edinburgh: T & T Clark, 1988), 335
E. F. Schumacher, Small Is Beaulijul (Ncw York: Uarper and Row, 1973), 15; Luiz C. Bar-bosa, “theories in Environmenlal Sociology,” in Kennelh A. Gould and lammy Lewis, eds., ıvveniy Lessons in Eııvironnıemal Sociology (Oxford: Oxford University Press, 2009), 28;Jean-Paeage, “Eco-Marxisl Criıique ol Polilical Economy,” in Martin O’Connor, ed., Is Capitalism Sustainable? (Nevv York: Guilford, 1994), 48. Malhhcvv Huınphrey, Preservalion Venüs the Peop-‘«? (Oxrord: Oxford Universily Press, 2002), 131-41
Thomas Malıhus, Pnınphlcls (Nevv York: Auguslus M. Kelley, 1970), 185; Ricardo, Principles of Polilical Economy, 76, 287; Paul Burkell, Mflocism and Ecological Economics (Boslon: Brill, 2006), 25-27, 31,36.
Marx and Engels, Collecled VVorlts (Nevv York: International Publishers, 1975), vol. 34 443-507.
Campbell McConnell, Economics (Nevv York: McGravv Hill, 1987), 20, 672; Alfred Marshall, rrlnı i; >/ıs <)/ Economics (London: Macmillan and Co., 1 SL) j), ılı.ipler 2.
Nick Hanley, Jason F. Shogren, and Ben While, Inlroducllon lo Environmcnlal Econoı (Oxford: Oxford Universily Press, 2001), 135.
Kari Marx, Crltiaue ofıhe Golha Programme (Nevv York: Inlcrnaıional Publishers, 1938 Marx, Capilal, vol. 1, 134.
23) Paul Burkell, Marx and Nalure (Nevv York: Si. Marlin’s Press, 1999), 99.
Kari Marx, Crilique of the Golha Programme, 3, Capilal, vol. 1, 133-34, 381, 751-52; I Burkell, Marx and Nalure, 99.
Mark Neocleous, “The Polilical Economy of ıhe Dead: Marx’s Vampircs,” History of Pc cal Thought 24, no. 4 (VVinler 2003), 668-84.
Cari Menger, Principles of Polilical Economy (Auburn, Alabama: Ludvvig von Mises İnsi le, 2007), 110-11. Eugen Böhm-Bavverk, Capital and Interesl (Soullı Holland, Illinois: Liberıa: Press, 1959), 127-34.
27) Henry George, Progress and Poverly (Nevv York: Modern Library, 1879), 39-40.
28) Henry George, Complete VVorfcs (Nevv York: Doubleday, 1904), vol. 6, 121-28, 158, 212
242, 272-76, 292, A Perplexed Philosopher, 51-61; Marx, Capilal, vol. 1, 323.
Thorslein Veblcn, Abseıılee Ovvnership (Nevv York: Auguslus M. Kelley, 1923), 168-70.
Frederick Soddy, Weallh, Virtual Wealllı, and Debi (London; Ailen and Unvvin, 1933), 73-
31) Frederick Soddy, Carlesian Economics (London: Hcndersons, 1922), 15-16; Soddy, Maller
Energy (New York: Henry Holl and Company, 1912), 34-36.
32) Soddy, Weallh, Virtual Wealth, and Debi, 6.3-64.
K. Williaın Kopp, The Social Cosls of Primle Enterprise (Ncw York Schocken, 1971), 8, 29, 36, 231.
Herman E. Daly, “The Retum of the Lauderdale Paradox,” Ecological Economics 25 (1998): 23, Ecological Economics and SusLainable Dcvelopment (Cheltenham, L/K: Edv/ard Elgar, 2007), 105 Herman E. Daly and]olm B. Cobb, Jr., For llte Common Good (Boston: Beacon Press, 1994), 147-48
Nordhaus auolcd in Leslie Roberls, “Academy Panel Splil on Greenhouse Adaptalion,” Scie 253 (Seplember 13, 1991): 106; Wilfred Beckerman, Smal! İs Slupid (London: Duchworlh, 1995), “The Environment as a Commodily,” Nalure 357 (June 4, 1992): 371-72; Thomas C. Shelling, ” Cosl of Combaiing Global VVarming,” Foreign Affairs (November/December 1997): 8-9; Daly, Eo gical Economics and Suslainable Dcvelopment, 188-90.
Fred Magdoff and Brian Tokar, “Agricullurc and Food in
Crisis,” Monthly Revievv 61, m Ouly-Augusi 2009), 1-3.
Vvîlliam D. Nordhaus, “Refleclions on ıhe Economics of Climate Change,” Journal of £ nomic Perspectives 7, no. 4 (Fail 1993): 22-23.
James O’Connor, Νalural Causes (Nevv York: Guilford, 1998). For a crilique sce Fosler,’. Ecological Revolulion, 201-12.
Maude Barlow and Tony Clarke, Blue Gold (Nevv York: Nevv Press, 2002), 88, 93, 105.
Fred Magdoff, “VVorld Food Crisis,” Monthly Revievv 60, no. 1 (May 2008): 1-15.
Lauderdale, Inouiry inio (lıe Nalure and Origin of Public VVeaîilı, 41-42.
42) Andrcvvjohn Brennan, “Theorelical Foundalions of Suslainable Economic VVelfare İndi
lors,” Ecological Economics 67 (2008): 1-19; Daly and Cobb, For the Common Good, 443-507.
Burkell, Manc and Nalure, 82-84.
Marx, A Conlribulion lo a Crilique of Polilical Economy, 36, and Capilal, vol. I, 638.
Nick Hanley, Jason F. Shogren, and Ben While, İnlroduclion lo Environmenlal Economics (Oxford: Oxford Universily Press, 2001), 135.
Kari Marx, Criüque oflhe Golha Programım (New York: Inlernaüonal Publishers, 1938), 3; Marx, Capital, vol. 1, 134.
23) Paul Burkeli, Marx and Nadire (New York: St. Martin’s Press, 1999), 99.
Kari Marx, Criliquc of lhe Golha Programme, 3, Capital, vol. 1, 133-34, 381, 751-52; Paul BurkelL, Marx and Nalure, 99.
Mark Neocleous, “The Polilical Economy ot Lhe Dead: Marx’s Vampires,” Hisioıy of Ppliti-cal Thoıtghl 24, no. 4 (VVİnler 2003), 668-84.
Cari Menger, Principles of Polilical Economy (Auburn, Alabama: Ludwig von Mises İnslilu-Le, 2007), 110-11. Eugen Böhm-Bawerk, Capital and İnleresl (Souüı Holland, Illinois: Liberlarian Press, 1959), 127-34.
27) Henry George, Progress and Poverly (New York: Modern Library, 1879), 39-40.
28) Henry George, Complelc Worlıs (New York: Doublcday, 1904), vol. 6, 121-28, 158, 212-25,
242, 272-76, 292, Λ Perplexed Philosopher, 51-61; Marx, Capilal, vol. 1, 323.
Thorstein Veblen, Absenlee Ownership (New York: Auguslus M. Kelley, 1923), 168-70.
Frederick Soddy, Weallh, Virtual Weallh, and Debi (London; Ailen and Unvvin, 1933), 73-74.
31) Frederick Soddy, Carlesian EcanomİCS (London: Hendersons, 1922), 15-16; Soddy, Maller and
Energy (New York: Henry Holl and Company, 1912), 34-36.
32) Soddy, Weallh, Virtual Wcalth, and Debi, 63-64.
K. William Kapp, The SocUÛ Cosls of Privale Enterprise (Ncw York: Schocken, 197!), 8, 29, 34-36, 231.
Hennan E. Daly, “lhe Relum of lhe Lauderdale Ραιαάοχ,” Ecologieal Economics 25 (1998): 21-23, Ecologieal Economics and Suslainable Developmenl (Chellenham, UK: Edward Elgar, 2007), 105-06; Hennan E. Daly and John B. Cobb.Jr., for lhe Common Good (Boston: Bcacon Press, 1994), 147-48.
Nordhaus quotecl in Leslie Roberls, “Academy Panel Split on Greenhouse Adaptalion,” Science 253 (September 13, 1991): 106; Wilfred Beckennan, Small İs Slupid (London: Duckworlh, 1995), 91; “The Environmenl as a Commodily,” Nalure 357 (June 4, 1992): 371-72; Thomas C. Shelling, “The Cosl of Combaling Global Warming,” Foreign Affairs (NovemberlDecember 1997): 8-9; Daly, Ecologieal Economics and Suslainable Developmenl, 188-90.
Fred Magdofl and Brian Tokar, “Agricullure and Food in Crisis,” Monlhly Revievv 61, no. 3 (July-August 2009), 1-3.
Williaın D. Nordhaus, “Refleclions on lhe Economics of Climate Change,” Journal ofEco-nomic Perspcctives 7, no. 4 (Fail 1993): 22-23.
James O’Connor, Nalural Causes (New York: Guilford, 1998). For a criliquc see Fosler, The Ecologieal Revolution, 201-12.
Maude Barlow and Tony Clarke, Blue Gold (New York: New Press, 2002), 88, 93, 105.
Fred MagdolT, “World Food Crisis,” Monlhly Revieıv 60, no. 1 (May 2008): 1-15.
Lauderdale, İnauiry into lhe Nalure and Origin of Public Wealth, 41-42.
42) Andrevvjohn Brennan, “Theorelical FoundaLions of Suslainable Economie Welfare Indica-
lörs,” Ecologieal Economics 67 (2008): 1-19; Daly and Cobb, For lhe Common Good, 443-507.
43) Burkeli, Μαrx and Nalure, 82-84.
44) Marx, A Conlribulion lo a Crilique of Polilical Economy, 36, and Capital, vol. 1, 638.